Füyûzât Hislerinden Fedakârlık
İşlerimizin yoğunluğundan dolayı ibadetlerimizdeki ihmal ve eksiklerimizi, füyûzât hislerinden fedakârlık diye yorumlayabilir miyiz?
Füyûzât hisleri dediğimiz husus, bizim terminolojimizde, muhabbetullahın neticesi olarak, Rabbimiz'den bazen bir vâridât hâlinde bazen de bir inşirah olarak gelen, tarifi oldukça zor bir hâlet-i ruhiyedir. İmandan ruhanî zevklere uzayan bu vetireyi izah etmek gerekirse, önce iman-ı billah, sonra mârifetullah, onun arkasında muhabbetullah, sonra da zevk-i ruhanî basamağı gelir.
Zevk-i ruhanî, maksudun bizzat yapılarak doğrudan doğruya istenilmemelidir. Zira siz, Allah'ın verdiği bazı şeyleri, bir vâridât, bir akdes ve mukaddes feyiz akıntısı hâlinde her zaman vicdanlarınızda duymayabilirsiniz.. veya bazılarınız duymayabilir. Allah (celle calâluhu) bazı kimseleri dünyada kapalı sandık gibi tutar, onlara bir şey hissettirmez; bazı şeyler hissettirse de bazı fıtratlar onu duymayabilir. Diğer taraftan öyle insanlar vardır ki, çok fazla tecellî olmasa bile güneşten gelen bir radyasyonun çarpmasıyla alev alabilen nesneler gibi hemen parlayıverirler. Öyle olunca da bunlar, turnikede sizden otuz kadem geride oldukları hâlde, misal âleminde her gün Efendimiz'le, İslâm'a hizmet etmiş büyük insanlarla kol kola bulunabilirler. Zira onların fıtratları müsaittir bu işe. Eğer sizin fıtratınız buna müsait değilse, değil açıktan açığa Peygamber'le kol kola olmak, avamın tesellileri olan rüyalarda bile O'nunla buluşamazsınız.
Ötelerle alâkalı meseleleri, şu maddî âlemi görüp kabullendiğiniz gibi riyazî bir kat'iyette görüp: "Bir adım daha atsam Cennet'e girebilirim." ruh hâleti içinde değilsen, o kapıların sana açılması imkânsızdır. Ne var ki böyle bir ruh hâletinin olmaması da ciddî bir eksiklik değildir. Çünkü Asrın Fikir Mimarı'nın da ifade ettiği gibi; bir insana en büyük ikram-ı ilâhî, Cenâb-ı Hakk'ın ona ikramını hissettirmemesidir. Hem böyle bir hâl, ne Hz. Ebû Bekir'de, ne Enes b. Malik'de ne de başka sahabilerde vardı. Hâlbuki onlarda öyle bir mazhariyet vardı ki, her birinin taşıdığı değer, diğer insanların taşıdığı değerin kat kat üstündeydi.
Evet, gerçi bu, istenilmeyecek bir şey değildir; ama Allah (celle celâluhu) vermemişse, ille de olsun diye hırsla istemenin doğru olmadığı da muhakkak. Evvelâ, bütün bunlar Allah'tan gelebilecek mevhibelerdir. Dolayısıyla bize, ihlâslı ve samimî olmak, dine hizmette sürekli koştururken, kalb ve kafamızın içine zerre kadar dahi olsa ağyâr düşüncesinin girmesine fırsat vermemek düşer. Bir şarkı sözlerinde, "Gözlerinin içine başka hayal girmesin/Benden evvel başkası bakıp seni görmesin." denildiği gibi, bizim de Allah'la aramızdaki münasebet bu ölçü ve bu çerçevede olmalıdır. Meselâ, insanların bize karşı teveccühlerinde iki büklüm olarak: "Allah'ım, bana Sen böyle bakmıyorsan, vallahi yerin dibine giriyorum." diyerek hacâlet ifade edilmelidir. Zira asıl olan marz-ı ilâhîdir. Üstad'ın da ifade ettiği gibi; şayet O razı ise, isterse, âlemi de razı eder.
Bu itibarla, dine hizmet edenler, füyûzât hislerine değil, ihlâsla hizmet edip etmediklerine bakmalıdırlar. Hizmetleriyle birilerinin hidayetine vesile oluyor ve onların hidayetine vesile olacak plân ve programlar yapabiliyorlarsa, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden hayırlı bir iş yapıyorlar demektir. Günümüz şartlarıyla milyonlarca araba bağışlasanız bile —yemin ederek söylüyorum— Allah indinde, bir insanın hidayetine vesile olma sevabına ulaşamazsınız.
Eğer siz bir yerde bu işi en mükemmel şekilde yapıyorsanız, artık füyûzât hissi de ne demek! Sizin şahsî füyûzât hisleriniz kat'iyen bununla tartılamaz. Ne var ki, bazen sizin füyûzât hislerinizle alâkalı herhangi bir hesabınız olmadığı hâlde, onlar da dolu dolu yaşanabilir. Eğer füyûzât hisleri önemli bir mesele olsaydı, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), büyük veli Abdülkuddüs'ün yemin ederek, "Eğer O'nun ulaştığı yere ulaşsaydım geriye dönmezdim." dediği yerden O da geri dönmezdi. Hâlbuki O, insanların ulaşamayacağı bir zirveye ulaşmış, orada hurilerin perdedarlığını görmüş, melekler O'na teşrifatçılık yapmış ve yıldızlar kaldırım taşı gibi ayaklarının altına döşenmişti ama O bütün bunlardan çok daha önemli bir meseleden dolayı geri dönmüştü ki, o mesele de, insanlığın irşad ve hakka uyarılması meselesiydi. Evet, bizler her konuyu Allah'ın kıstaslarına göre tartmalıyız.
Diğer taraftan, "İşlerimizin yoğunluğundan dolayı ibadet ü taate vakit bulamıyoruz." sözü, kabul edilebilecek bir özür değildir. Çünkü bir insan, mesai saatlerinin dışında, çay içme, arkadaşlarıyla sohbet etme vs. gibi şeylere ayırdığı zamanı insafla düşünse, geriye çok zamanının kaldığını görecektir. Zannediyorum, herkes, böyle boş zamanlarında Allah'a teveccüh edip, dua ve niyazda bulunma vakti bulabilir.. ve bu, hem onu dinlendirir hem de zamanını bereketlendirir.
Evet, öyle tahmin ediyorum ki, bizler eğer iyi bir zaman ayarlaması yapıp da fizikî olarak yorulduğumuzda, ibadet ü taatte bulunsak, evrâd u ezkâr okusak; ruhen yorulduğumuzda da tekrar işimize koşsak, hem bedenen, hem de ruhen dinlenmiş olur ve bu iki âlem arasında yani evrad ü ezkar ve ibadet ü taatten dünya işlerine, onlardan da tekrar diğerlerine gelip giderek hayat kanaviçemizi örebilsek, mükemmel bir dantelâ ortaya koyabiliriz -Allah'ın inayet ve keremiyle-.
- tarihinde hazırlandı.