Cedelleşme üzerine
Cedel, ister bir asla dayansın, isterse dayanmasın, dinimizce hoş karşılanmamıştır.[1] Asla dayanması durumunda, cedelin karşı tarafı ilzam etme maksadına matuf olmaması gerekir. Belki birtakım hakikatlerin ortaya dökülerek, karşıdakilerin bu gerçeklere inanması ve doğru yolu bulmaları hedeflenmelidir.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat‑ı seniyyelerine baktığımızda, tebliğ ve irşad faaliyetlerinde, –ona da cedel denecekse– cedeli, bu mânâda kullandığını görürüz. Aslında Allah Resûlü, muhatabın durumuna göre yer yer, “Pekâlâ şöyle olsa ne olur?” diyerek, insanlarla cedelleşme yerine, alternatifli ve aktif bir düşünce örneği sergilemiş ve muhatabın kafasında hâsıl olacak istifhamlara önceden cevap vererek onu iknaya çalışmıştır.[2]
Oysaki, daha sonraki dönem itibarıyla İslâm tarihine baktığımız zaman Havaric, Mutezile, Mücessime… gibi gruplar, sürekli cedelleşmeye düşmüş ve netice olarak da İslâm bünyesinde kapanması mümkün olmayan ve 14 asırdır bir türlü kapanamayan yaralar açmışlardır. Günümüzde bile, bunların sebep olduğu komplikasyonlar hâlâ devam etmektedir.
Bugün itibarıyla da, gazete ve televizyonlarda münazara adına yapılan şeyler cedel ve cerbezeden başka bir şey değildir. Müspet hareket edilerek karşı tarafa bir şeyler anlatma yerine, çeşitli diyalektiklere girilmekte ve tabiî hiçbir netice de elde edilememektedir. Hâlbuki “Münazarada muhatabın mahcubiyetiyle memnun olan insan insafsızdır.”[3] disipliniyle hareket edilebilse, karşı tarafın yanlışını müdafaa etmesine sebebiyet verilmeyecek, eldeki hakikatlerin tesir gücü artacak ve ortaya münazara mevzuu ile ilgili daha güzel şeyler çıkacaktır.
Kitap yazmada da aynı şey düşünülebilir. Yani yazılan kitaplar, broşürler, makaleler başkalarını tenkit eder, karalar mahiyette değil de, arızaları muhtevî ve o mevzudaki İslâmî gerçeklerin anlatılması suretiyle takdim edilmesinin daha yararlı olacağı düşünülmelidir.
- tarihinde hazırlandı.