Biz Aydınlar
İlahiyatçılar, hakimler, iktisatçılar, gazeteciler, yazarlar, sinemacılar... Yaklaşık 60 kişilik bir kalabalık, Abant'ta üç gün boyunca, İslam'ı ve laikliği tartıştılar. En sonunda, belki de gölün ışık sarhoşu lacivert sularının ruhlara yansıdığı için olsa gerek, birlikte yaşama kararlarının altını çizebildiler.
Geçen hafta Abant'ta üç gün süren tarihi bir toplantı yapıldı. Aralarında ilahiyatçılar, hakimler, avukatlar, iktisatçılar, politikacılar, gazeteciler, yazarlar, sinemacılar ve felsefecilerin bulunduğu yaklaşık 60 kişilik bir "kalabalık", İslam'ı ve laikliği konuştular. Çünkü Türkiye'nin içinde bulunduğu durumdan vazife çıkarmışlardı. Kendilerini tanımlarken önce "laikliklerini" vurgulayanlarla, "dindarlıkları" daha önde gidenler, nereye kadar uzlaşabileceklerini test ettiler. Gecenin, yeni güne dönmesine bile aldırmadan derin ve yüksek gerilimli tartışmalar yaptılar. Gölün ışık sarhoşu lacivert suları, biraz da ruhlara yansıdığı için mi bilinmez, birlikte yaşama kararlarının altını en sonunda çizebildiler. Ortaya çıkan metin, "Ötekini dışlamıyorum. Yüzde yüz mutlu olamıyorsam, yüzde yüz mutsuz olmam gerekmiyor. Mutluluğun ortak paydası için taviz verebilirim " şeklinde özetlenebilir. Metni başarısız bulanlar.
Ortak bildiriyi başarılı bulanlar için en önemli nokta, "içtihat kapısının kapanmadığının vurgulanması, hakimiyetin Allah'ın oluşu kavramıyla, milletin oluşu arasındaki anlam farklarının ortaya konması" idi. Metni başarısız bulanlar ise, "ne laikliğin ne de İslam'ın tanımlanabildiği, ilkeden yola çıkılacağına, olaylardan ilke çıkarılmaya çalışıldığını" söylediler.
Toplantının dünyevi ve uhrevi boyutları daha uzun süre tartışılacak ama onlar bu sayfanın konusu değil. Ben "Kalabalıklar"da daha çok davranışları ve duyguları çalışıyorum. Bu yüzden üç gün boyunca yakaladığım aydın kimliğini gözleme fırsatını okurla paylaşmak istiyorum. Katılımcıların eylem kalıplarını tasniflemeye cüret ediyorum. Sırı dökülmemiş bir ayna olabilmeyi umuyorum. Hata ediyorsam, ileri gidiyorsam bağışlanmayı diliyorum. İşte aynama dökülenler:
Onaylamadığı birini dinlerken mimiklerini saklamasını bilenler yani öz denetim sahipleri ile yüz kaslarına sahip olamayanlar yani bulantı ve alay karışımı bir ifadeyi, kendi yüzlerine süs olarak seçenler.
Oturumlarda farklı, kulislerde farklı bir dil kullananlar. İçeride saygıda kusur etmediği biri için, dışarıda "aslında kendi camiasında hiç sevilmez" diye fısıltıyla konuşanlar.
Yanıldığını söyleyebilme olgunluğunu gösterebilenler: "Ne hoş bir insanmış. Hakkında ne kadar yanlış düşünmüşüm" diyebilenler. Bu grup, ilahiyatçılarla ilk kez karşılaşıp, onları zannettiklerinin aksine neşeli, yumuşak hatta espri anlayışında "mezhebi geniş" bulan "laikler" ile, "zındık" bildikleri birinin esprilerine gülmekten kendini alamayan "dindarları" kapsıyor.
"Kısa mesafeciler" ile "maratoncular": Birinciler "nefesleri yetmeyenler" ile "sabırsızlar" olarak kendi arasında ikiye ayrıldı. İkinciler, "hatları değil, satıhları savunanlar" olarak da tanımlanabilir. En önemli temsilcisi, yavaş konuşmasıyla ünlü bir hukukçuydu. Görüşlerini kabul ettirmek için çok mücadele etti. Ancak kendi fikri geçmediği zaman onu yumuşatıp, başka önergelere ekleyip "savaşa" devam etti. Adeta "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün bildiridir" diyordu. Böylece bir maddede kaybettiğini, diğer maddede kazandı. 'Bu işler oylamayla olmaz'
"Ya hep, ya hiççiler" ile "ne hep ne hiççiler": Uzlaşma adına "taviz verme kapasitesi" en yüksek olanlar ilahiyatçılar arasından çıktı. Ve bu durum "laikleri" memnuniyetle şaşırttı. Ama onlar aynı "elastikiyeti" göstermediler. Tek bir madde yüzünden metnin tümünü onaylamayanlar oldu.
İslam'ı laikliğe uydurmak isteyenler ile "Asıl laiklik İslam'a uysun" diyenler. Birinciler, İslam'ın temel kavramları konusundaki "bilgi eksikliklerini" uzlaşmanın önündeki bir engel olarak göremediler. İkinciler, yerel düşünme kalıplarını evrensel olarak sunuyorlardı. İkisinin de ortak noktası arzularını, "gerçeğin kendisi" sanmalarıydı.
Dediğim dedikçiler, mızıkçılar ve tehditçiler:
1. İşin oylamalar biçiminde yürümesine baştan ses çıkarmayan, belli bir noktaya kadar el kaldıran ancak bir madde kendi fikirlerini içerecek şekilde geçmeyince "Bu işler oylamayla olmaz" deyip öfke beyan edenler.
2. "Bu madde bu şekilde girmezse ben de burayı terk ederim. Bununla da kalmaz bu yaptığınızı değişik yerlere aktarmayı bilirim" diyerek ve dediğini yaparak, toplantıdan kendini mahrum bırakanlar. "Esas oğlan" olmaya alıştırılmışlığın bir sonucu olarak "medya kurbanları" da denebilir onlara. Değerli varlıklarını toplantıdan çekişlerine kimsenin üzülmediğini bile bilemediler.
3. Bu grubun, "toplantıyı parti kongresi zannedenler" alt dalının bir temsilcisi "İsteseydim buraya kendi arkadaşlarımı getirir, istediğim metni çıkarırdım. Bizi adam yerine koyuyorsanız, katılmadığımız bir fikri buraya yazamazsınız. Siz bizi yok sayarsanız biz de sizi yok sayarız. Yiyip içtiklerimizi helal etmezseniz, parasını ödemeyi de biliriz" dedi. Bildirideki "Devletin her türlü ideolojiye, inanç ve felsefeye eşit mesafede olması gerekir" cümlesini onaylamıyor, devletin kutsal olmadığını söyleyen bu metne inat, arabasının arkasına "devlet kutsaldır" diye yazacağını ifade ediyordu. İlahiyatçılar, "nasların" neredeyse kutsallığını kaldırmaya razı olurken, onun devletin kutsallığını bu üslupta savunması toplantının en kritik anlarından biri oldu. Ve soruldu: Bu kişisel tavrın tarihi alt zemini, acaba milliyetçiliğin 100 yıllık, dinin ise bin 500 yıllık bir geçmişi olmasına bağlanabilir miydi? Genç kavramların, yaşlı olanlardan daha "ateşli" olabileceğiyle teselli bulunabilir miydi? Az konuşanlar...
"Çok bilip az konuşanlar" ile "az bilip çok konuşanlar." Birinciler takım sporuna yatkındılar. Branşlarında dünya çapında söz sahibi olanlar vardı aralarında. Sert mizaçlı bilinmelerine rağmen vakur ve sorumlu davrandılar. "Benlerini" yakalarında bir gül gibi taşıdılar. İkinciler "fikirlerini bir toplantıya katkı malzemesi yapmaktan çok, ne kadar bilgili olduğunu göstermeye çalışanlar" grubuyla ortak alanlar yarattılar. Onlar kendi "benleri" altında ezildiler.
Önyargılarını cep telefonu gibi taşırken bunu hoşgörü maskesi altında gizleyenler. Yani "vatanı kurtaranlar":
1. "Bu bildiriyi İslam ağırlıklı olmaktan biz kurtardık" diyenler.
2. "Bizim sayemizde İslam, devletin eline düşmekten kurtuldu" diyenler. Her iki grubun ortak noktası kendilerinin dışında kalanları "aydın ve uzman olduklarını sanmakla" suçlamalarıydı. Üçüncü kişi kim?
Fiziken orada görünüp, çalışmalara katılmayarak, sorulduğunda "aslında orada değildik" deme imkanını ellerinde bulunduranlar. Bunlar, "politikacılar" grubunun en tipik alt dalını oluşturdu. "Cemaat" ile "parti" ilişkilerini gözleyenler açısından durum, "ne dünürü küstürdüler, ne de kızı verdiler" şeklinde özetlenebilir. Referansları İslam olan bu politikacıların, "kutsal devlet milliyetçiliğini" referans alanlarla çatışması kaçınılmazdı. Birincinin ikinciye "Çık dışarı" demesi, ikincinin "Hiçbir kuvvet bunu başaramaz" efelenmesiyle karşılaşması da. Neyse ki Abant'ta "Olur böyle vakalar" deme olgunluğunu gösterebilen ve herkesin içindeki "zehri" akıtmasına izin veren bir başkan vardı.
Korkanlar. Yani "Türk'ün de Müslüman'ın da kuvvete taptığı" yorumlarını haklı çıkaranlar. Yani kimseyi kızdırmak istemeyenler. Yani rektörünü, genel başkanını, patronunu, karısını, kamuoyunu ve bilumum "iyi sıhhatte olsunlar"ı üzmek istemeyenler. Yani korkmaktan korkanlar. Yani korkutulmaktan korkanlar. Yani mealen "iki kişi bir araya gelince üçüncüsü Tanrı'dır" ayetinin toplantı versiyonunu "iki kişi bir araya gelince üçüncüsü devlettir" şeklinde algılayanlar. Protestocular...
Mezhebi ve cinsiyeti nedeniyle azınlık baskısı hissetmelerine rağmen, "olumlu "davranmayı bilenler. Diğer deyişle sesleri gür protestocular:
1. "Metne katılmıyorum. Çünkü Alevilik'i kapsamıyor ama protesto da etmiyorum. Çünkü değerli bir çalışmadır" diyenler.
2. "Kadınlara karşı ayrımcılık yeterince vurgulanmadı ama bu metin yine de benimdir" diyenler.
3. Cinsiyette azınlık oluşunu, küçük, zeki oyunlarla, kızma numaraları ve karşı cinstekileri şefkatli azarlayışlarla süsleyip, mikrofonu kapmayı becerebilenler. Böylece, işler istediği gibi gitmeyip sinirlendiğinde, "Böyle giderse ben bu çalışmadan çekilir giderim" deyip, hışımla salonu terk ettiğinde o kadar itici bulunmamayı önceden garanti altına almış olanlar.
Ses tonları yumuşak protestocular:
1. İnkarcılar: "Metne katılmıyorum. Çalışmalara katıldığımın zikredilmesini istemiyorum. Ben buraya hiç gelmedim, burada bulunmadım." 2. "Metne katılmıyorum. Ama burada bulunduğumu da inkar edecek değilim."
Karşısındaki konuşurken onu dinlemek yerine kendi söyleyeceklerini düzenleyenler:
1. Konuşma stili olarak serseri mayınlar gibi rasgele ateş edenler ki her an dönüp kendilerine de nişan alabilirlerdi.
2. Bilgisini "karşısındakini ezme aracı" olarak kullananlar.
Duygusallar ve gerçekçiler:
1. Oturumlar sırasında gelişen bazı akıl dışı tutumları hazmedemeyip, bunu en sert biçimde belirterek ortamı daha da akıl dışı hale sokanlar.
1. "Hayatta izah edilemeyen durumlar da olabilir" diyerek ortamı sakinleştirenler.
Çıkan ortak metni, tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi "devletin daima dinin üzerinde olduğu" gerçeğini bir kez daha teyit ettiği için "geleneksel" bulanlarla, sadece "hiçbir fert veya zümre dinin anlaşılması ve yorumlanması konusunda ilahi bir yetkiye sahip olduğu iddiasında bulunamaz" cümlesinden dolayı bile "devrimci" bulanlardan hangisinin duygusal, hangisinin gerçekçi olduğunu tarih söyleyecek.
Fikirleri sahiplerinden çok anlamlarına göre değerlendirme alışkanlığını kazanabilmişler için; kişileri değil, durumları teşhirimdir. Sadece katılımcılar değil, orada bulunmayanlar da, yukarıdaki kalıplardan birini giyinebilirler. Hangisinin onlara yakıştığını tabii ki kendileri bilecekler.
- tarihinde hazırlandı.