Paramparça

Paramparça

Yolsuzlukla mücadele, demokrasi, özgürlük ve adalet vaatleriyle iktidara gelen ak parti, tam tersi bir yöne saptı. Ülke kutuplaştırma siyasetiyle mikro parçalara bölündü. Aileler, liberaller, dindarlar, Kürtler, cemaatler, hatta ‘afedersiniz Ermeniler’ bile birbirinden ayrı düştü.

Bu kutuplaşma 70’lerden daha tehlikeli” uyarıları gelmekteydi zaten. 1970’lerin karanlığını bilen yahut o karanlıktan haberdar olanların yaptığı uyarıların temeli, toplumda ayrışmanın had safhaya vardığıyla ilgili. Komşu komşuya, kardeş kardeşe, karı kocaya, dost dosta küsmekteydi ve benzeri pek görülmemişti. Bu, iktidar demagoglarının dile getirdiği ‘eskiden beri olan’ şeyden farklıydı şüphesiz. Eski ayrılıkların, bölünmüşlüklerin, hatta düşmanlıkların yepyeni bir kutuplaşma için kullanıldığı dönemin inşasından söz ediyoruz.

Her şey Türkiye’nin ikiye bölünmesinin siyasi iktidar için kârlı olacağının anlaşılmasıyla başladı. Zaten reform vaadiyle elde edilen yüzde 50’lik oy blokunun muhafazası, reformlar üzerinden değil, muhafazakârlık ve sekülerlik ayrışması üzerinden sağlanacaktı. Ayrıştırma siyasetine karşı kurulup büyüyen AKP ve Erdoğan, kendi varlığının devamı için ayrıştırma siyasetini tercih edecekti. Demokrasi ve hukuk devleti talebine dayalı halk desteği, beraberinde demokratik baskıyı getirmekteydi. AK Parti, kendisini yüzde 50’lik desteğe taşıyan reformist baskı ve denetimden azade kalmak istedi. Muhafazakârlar ile sekülerler yahut sağ ile sol üzerinden kutuplaşmayı körüklemek, bunu da ‘büyük iç ve dış tehditlere’ dayandırmak mümkündü. Geleneksel devlet kültürü, soğuk savaş sağcılığı ve muhafazakârlığı, bu dümen kırmada kolaylaştırıcı olacaktı. Yıllardır ‘Kemalist devlet’ tarafından dışlanan kesimlerin ‘bir devleti’nin olmasının, o devletin niceliğinden daha önemli olduğu keşfedilmişti. Nitekim devletçilik dönemi başladı. Böylelikle o güne kadar desteğini aldığı liberal, liberal sol, Avrupa Birliği, hatta Gülen Hareketi’nin ‘demokratik reformlar’ beklentisinden kurtulmuş olacaktı. AKP İstanbul İl Başkanı’nın 2012’de Suriçi Toplantısı’nda dile getirdiği ‘Eski paydaşlarla ayrılıyoruz, liberallerle devam etmeyeceğiz’ kararı çok önceden verilmişti; ancak 2013 baharında Gezi’de idrak edilecekti. ‘Bazı liberaller’in yeni sürecin paydaşı olması şaşırtıcıydı ve şaşırtıcı olmayan sonuçları da oldu.

Dosyada sözünü ettiğimiz ‘bölünme, bölünen Türkiye’ gerçekliği, AKP’nin demokrasiden otoriterliğe, özgürlüklerden yasaklara, hukuk devletinden muhaberat devletine dümen kırmasının sonucu aslında. Ve o güne kadar kendisine destek olanların kendisine eklemlenmesini talep etmesi, hatta zorlamasıyla da ilgili. Olağanüstü devlet baskısı, kara propaganda taktiği eşliğinde otoriter ve totaliter bir sistem kurulurken ‘bitaraf olan bertaraf olur’ gibi çok tehlikeli bir ayrıştırma siyaseti devreye girdi. Çekirdek aileden makro siyasi düzenin yürümesine ve dış politikaya kadar akıl almaz kutuplaşma vardı ve bu, seçimlerin kazanılmasını, elbette ki iktidarın devamlılığını önceliyordu. Türkiye’yi kaosa sürüklese bile tercih değişmedi. Yeni denklem kazansanız da kaybetseniz de diğer yüzde 50’nin size düşman olduğu denklemdi; sürdürülebilir değildi, hâlâ da değil.

Türkiye’de ayrıştırma siyaseti ilk defa olmuyor. 1960’ta başlayan askerî vesayete, cumhuriyetin ilk yıllarına, hatta Osmanlı modernleşmesine götürmek mümkün. AKP’yi değerli kılan şey; fay hatları üzerinde çalışmayıp Türkiye’de genel kitleye ulaşması ve neredeyse her kesimden yarısının desteğini alabilmesiydi. Tam da askerî vesayetin varlığını sürdürmesine yarayan ‘ayrıştırma’ ve ‘devlet faşizmi’ tavsayacak, yeni bir dönem başlayacakken, Erdoğan, eski fay hatları üzerinden, üstelik kaynaşmasında rol aldığı ilişkiler ağını kopararak yeni bir ayrıştırma ve devlet faşizmini devreye soktu. Artık birleştiren değil, tıpkı eski devlet gibi ‘ötekileştiren’, varlığını sürdürebilmek için ‘bölen’ olmayı tercih edendi.

Bölünmenin matematiği açık. Eğer AKP’nin ve Erdoğan’ın karşılaştığı krizlerle ilgili ortaya sürdüğü söyleme ortak olursanız, içeridesiniz; sorgular ve karşı çıkarsanız, dışarıda kalıyorsunuz. Yani bölünmenin ‘yeni kırmızı çizgilerini’ bizzat Erdoğan çiziyor. Eski Türkiye’de ‘başörtüsü özgürlük talebidir’ diyen nasıl ana sistem içinde kalamıyorduysa, yeni Türkiye’de ‘Gezi ve 17 Aralık darbe değildi’ diyen, ‘AK Parti Devleti’ içinde barınamıyor. Partinin kuşattığı siyasal, bürokratik, toplumsal, ekonomik alanlarda yaşama imkânı elde edemiyor. Hatta medyada bile… Kabataş olayının yalan olduğunu sorgulamanız, sizin öteki yüzde 50’ye savrulmanız için yeterli. Yeni Türkiye’nin imtiyazlarına erişemeyecek bedbahtlardansınızdır artık. Bir hükümet icraatını eleştirmeniz, hatta övgüdeki süreksizliğiniz hâlinde de öyle. İşaretlenip tasfiye kervanında kendinize yer seçiyorsunuz. Çözüm süreci örneğinde görüldüğü üzere durduk yerde kişiler ve gruplar ‘sabotajcı’ ilan edilebiliyor. Çözüm yanlısı olmanız için AKP’nin ürettiği söylem paketine ortak olmanız gerekiyor, aksi hâlde siz zaten çözüm karşıtısınız. Aileden, entelektüel mahfillere kadar bölünmeyi üreten şey, iktidarın tezlerini kabul edip etmemeye dayanıyor. Teslim olduğunuz an sizden iyisi yok. Aksi hâlde hainlikten darbeciliğe, Amerikan uşaklığından haşhaşiliğe, çapulculuktan casusluğa uzanan bir dizi suç ortaklığı içindesinizdir. Alnınıza etiket yapıştırılıyor; bazen en yakın arkadaşınız tarafından yapılıyor. Matematikteki dört işlemin toplumsal olaylarla uygulandığı nadide bir dönemin getirdiği akıl almaz bölünmeleri yaşıyoruz.

Liberaller de bölündü

Özal sonrasının Türkiye’ye armağan ettiği en önemli fikir hareketi, Liberal Düşünce Topluluğu ve onun etrafındaki hareketlilikti. Prof. Dr. Mustafa Erdoğan ve Atilla Yayla’nın öncülüğündeki topluluk, ülkede özgürlük literatürünün oluşmasına, Anadolu’ya yaslanan bir özgürlük hareketinin doğmasına önderlik etti. Ne var ki Gezi’den itibaren Prof. Dr. Atilla Yayla, Prof. Dr. Bekir Berat Özipek ve Dr. Murat Yılmaz gibi isimler, iktidarın ürettiği siyasi argümanların, hatta ‘komplo teorileri’nin ortağı ve taşıyıcısı olmaya başladı. Topluluk içindeki huzursuzluk Kasım 2013’teki Ürgüp kongresinde baş gösterdi. 17 Aralık sonrası ise tam anlamıyla ayrışma yaşandı. Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Prof. Dr. Ergun Özbudun, Prof. Dr. İhsan Dağı, Doç. Dr. Bican Şahin, Mustafa Akyol, Orhan Kemal Cengiz, topluluğun ilk başkanı Kazım Berzeg ve pek çok isim öncülüğünde Özgürlük Araştırmaları Derneği kuruldu. Prof. Dr. Tanel Demirel gibi her iki tarafta etkinliği süren isimler olsa bile büyük ölçüde topluluk ikiye bölündü. Liberal Düşünce Topluluğu olarak devam edenlerin ortak tezi, “Siyasi iktidarın ürettiği özgürlük, demokrasi ve yolsuzluk sorununa değil (öyle bir sorun da olmayabilir), devlet içindeki otonomiye ve paralel yapıya bakalım” oldu. Ancak bu söylemi paylaşanların, Erdoğan’ın ‘paralel yapı’ kampanyasından önce hiçbir eleştirisine rastlanmıyor. Öte yandan, ‘Paralel yapı tartışması üzerinden Türkiye baskı rejimine gidiyor’ diyen Özgürlük Araştırmaları Derneği’nin önde gelen isimleri, vakti zamanında eski davalarla ilgili eleştiriler getirmiş isimlerden oluşuyor. İktidarı savunmakla özgürlükleri savunmak çoktan ayrışmış aslında.

Yüzde 50’nin neresindensiniz?

Gezi olaylarının daha başlarında Erdoğan, “Evdeki yüzde 50’yi zor tutuyorum!” dedi. Evde zor tutulan yüzde 50’nin varlığı meçhul ama elde tutulmak istenen yüzde 50’nin varlığı aşikârdı. Aslında 2010 referandumunda gelen yüzde 58’lik destek ve elde edilen devlet gücü ile birlikte bütün iş o yüzde 50’yi aşan oranın bu tarafta tutulması stratejisine dayandı. Genel kanaat, o vakte kadar gelen ‘demokratik reformlar’ çerçevesinde’ ilerleneceği idi. 2013’e gelindiğinde böyle olmadığı görüldü. 2012’den itibaren AK Partililere göre ‘darbe’ girişimleri sağanağı başladı. Her muhalefet ve yargısal işlem artık ‘darbe’ idi; öyleyse ‘İslam’a ve muhafazakâr değerlere topyekûn savaş açan iç ve dış düşmanlara karşı nerede durulacağı’ belliydi. ‘Kabataş’ta korkunç şeyler yapılıyor, camide içki içiliyor, yolsuzluklar uydurulup ‘darbe’ye yelteniliyor, İsrail’le iş tutuluyor, Haçlı seferleri birbiri ardına geliyordu! Bir araştırma şirketi yöneticisi, Erdoğan’ın sadece yüzde 60’lık kesime seslendiğini söylüyor. Ortak ve büyük düşman karşısında saflar sıkılaştırılabilirse iktidar devam edebilirdi. ‘Ayrıştırmaya’ ve diğer yüzde 50’nin düşman olduğu algısına dayanan strateji başarılı oldu ve iki seçim kazandırdı. Toplum tam da arzulandığı gibi ortasından ikiye bölündü. Siz şimdi yüzde 50’nin neresindensiniz? İçinden mi, dışından mı?

Dindarlar arasında keskin ayrılık

Türkiye’de hiçbir dönem dindarlar arasında böylesi kırılma, ayrışma yaşanmamıştı. 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasıyla başlayan süreçte AKP, “paralel” ilan ettiği Hizmet Hareketi’ne karşı devletin tüm kurumları ve kontrol ettiği medya kanallarıyla algı operasyonuna girişip “istiklal mücadelesi” başlattı. Cemaat mensupları ‘haşhaşi’, ‘ur’, ‘virüs’, ‘vatan haini’ gibi hakaretlere maruz kaldı. Erdoğan’ın kullandığı nefret dili sokakta, camide, kahvehanede karşılığını buldu. Kindarlık, ‘dindarlığı’ unutturdu. Camia hedef tahtasına konurken taraflar gün geçtikçe keskinleşti ve ayrıştı. Karı-koca arasına niza girdi, kardeşler görüşmemeye başladı, arkadaşlıklar bozuldu. Geniş dindar nüfus, olan bitenden çok yaralandı. Geçmişte gadre uğrayan, okuldan atılan, öcü gösterilmeye çalışılan başörtülüler de iktidar marifetiyle bölündü. AKP’ye destek verenler “Benim başörtülü bacım” idi, diğerleri değil.

Devlet de ayrıştı!

Ezber bir tanım vardı: “Türkiye, laik, sosyal hukuk devletidir.” Kör topal da olsa işleyen bir yargıdan, bürokrasiden söz edilebiliyordu. Bu devlet tanımı yara aldı, hatta ortadan kalktı. AK Parti, 17 Aralık’ta yanında yer almayan “devlete sızmış paraleller”i tasfiye etti. Paralelle mücadele adı altında atılan adımlardan sonra ortaya parti devleti çıktı. Diğer taraftan Doğu’da ve Güneydoğu’da PKK-KCK, devlete alternatif iç güvenlik birimleri, kanunları, mahkemeleri, vergi toplama düzeni olan bir “paralel devlet” kurdu. Düzene uymayanları cezalandırmaya başladı. Mümtaz’er Türköne’nin işaret ettiği bir “paralel devlet” de Ak Saray’da cumhurbaşkanı eliyle kuruldu. Cumhurbaşkanı nasıl başbakanın üstündeyse Saray’daki gölge bakanlar da yetkili ve sorumlu bakanların üstünde konumlanacak. Hem de siyasi ve hukuki sorumluluk üstlenmeden.

Akil adamlar dağıldı

Çözüm süreci başladığında yeni barış süreci, batıdan doğuya topluma anlatılmalı ve toplumdan gelen eleştiri ve önerilere kulak verilmeli, bunlar not edilmeliydi. Erdoğan’ın liderliğinde belirlenen ‘akil adamlar’ listesi ve çalışması böyle bir saikle başladı, muhtemelen de çok yararlı işler yaptı. Ancak akil adamlar çalışmasının sonuna doğru Gezi olayları patlak verdi ve sonuç değerlendirme toplantısına Murat Belge katılmadı. TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, o faaliyetler sırasında medyada neredeyse hiç görünmedi. AK Parti’nin çözüm iradesiyle tümüyle zıt baskı rejimi yöntemlerini temel siyaset olarak benimsemesi, peşi sıra eleştirileri de getirdi. Akil adamlar heyetinin önde gelen isimleri sonraki çalışmalara ‘artık’ katılmayacaklarını ilan etti. Deniz Ülkü Arıboğan, Baskın Oran, Orhan Gencebay, Kürşad Bumin, Cemal Uşşak gibi isimler heyetten ayrıldıklarını ilan etti. Tarhan Erdem, Arzuhan Yalçındağ gibi zaten pek ortada gözükmeyenler de var. Sekülerler ve demokratlar kopmuştu heyetten. ‘Akil adamlar AK Parti’nin propaganda timidir’ yakıştırmaları ve Türkiye’nin baskı rejimine gidişinde payanda olduğu eleştirileri birbiri ardına geldi. Geride kalan isimlerin genel medya faaliyetleri ve söylemlerine bakılırsa, eleştiriler çok da havada kalmıyor.

Eski dostların yolları ayrıldı!

Son süreçte 40 yıllık dostlar ayrı kaldı. Büyük ölçüde iktidar kontrolüne geçen medyanın sabahtan akşama topluma püskürttüğü beyanlara göre, insanlar en yakın dostlarının ve komşularının ‘hain’, ‘darbeci’, ‘haşhaşi’ vesaire olduklarını öğrendi. Bu durum sade vatandaş için de, uzun yıllara dayalı dostlukları ve fikrî yoldaşlıkları olan entelektüeller için de geçerli. Zaman yazarı Mümtaz’er Türköne ve Naci Bostancı, 70’lerden beri birbirlerini tanıyorlar ve aynı fikrî çevrelerde yollarını sürdürdüler. Bostancı’nın milletvekili olduğu AK Parti’nin politikalarını tümüyle sahiplenen twitlerinin birinde ‘özgürlülüğü hak etmek gerekir’ şeklindeki ifadesi, Türköne’nin aynı mecrada tepki vermesine, sonra da ‘Neler kaybediyoruz neler?’ diye yazı kaleme almasına yol açtı. Benzer sitemkâr bir yazıyı Zaman’daki köşesinde Ahmet Turan Alkan yazdı. Aynı durum Sivas ve Mülkiye’den beri beraberlikleri olan Alkan ve Beşir Ayvazoğlu’nun tavırlarında görüldü. Alkan iktidara yönelik sert siyasi eleştirisini devam ettirirken Ayvazoğlu bu süreçte Zaman’dan ayrıldı. Prof. Mustafa Erdoğan ve Prof. Atilla Yayla ayrılığı ise koca topluluğun bölünmesiyle sonuçlandı. Örnekler daha da çoğaltılabilir.

En iyi muhalif, bölünmüş muhaliftir!

Aslında konu, 4 yıl önceki Deniz Baykal ve bazı MHP’lilere yönelik kaset komplosuyla başlatılabilir. İki ana muhalefet partisine yönelik komplonun aydınlatılması için iktidarın bir şey yapmadığı biliniyor. Erdoğan’ın ‘Ne özeli, genel genel!’ diyerek o kasetleri meydanlarda siyasi propaganda olarak kullandığı da... Son birkaç aydır CHP, MHP, HDP, BBP genel başkanları, direkt Erdoğan’a ve iktidara “MİT’e söyleyin, elini partimizden çeksin” suçlaması yöneltiyor. Partiler, iktidarın kendilerini bölmek için çalıştığı suçlamasını yapıyor. CHP’den ayrılan Emine Tarhan’la ilgili en çok yayının iktidar medyasında yapılması tesadüf de değil, şaşırtıcı da...

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “AKP’nin derin devleti ve MİT içinde bir grup, CHP’yi karıştırmak için operasyon yapmaya çalışıyor. CHP’li bu tuzağa düşmemeli. Başta kendini ulusalcı olarak tanımlayan arkadaşlar.” diyor. MHP lideri Devlet Bahçeli, birkaç yıldır istihbarat aracılığıyla iktidar tarafından partisine operasyon yapıldığını söylüyor. “Erdoğan’ın Köşk’e çıkarken ilk icraat olarak MİT Başkanı Hakan Fidan’a ‘MHP’yi karıştırın!’ talimatı verdiği duyurulmuştur. Ancak şu ana kadar muhatapları tarafından haberle ilgili açıklama yapılmadığı gibi, yalanlama da gelmemiştir.” sözleri de MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’a ait. Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Destici de iktidar tarafından yıllardır partisinin bölünmeye çalışıldığını söyleyerek direkt adres veriyor: “Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a sesleniyorum: MİT Müsteşarı’na sahip çıkın. MİT Müsteşarı’na da sesleniyorum: Büyük Birlik Partisi’nden elini, maşalarını çek.” HDP’de ise Selahattin Demirtaş’ın Erdoğan’a yönelik sert eleştirileri yerine, çözüm süreci de ileri sürülerek, Hatip Dicle gibi ‘paralel söylem paketi’ne sadık bir kişinin öne çıkarılması süreci yaşanıyor. HDP Eşbaşkanı Figen Yüksekdağ, “Hükümet, partimizi dizayn etmeye çalışıyor.” diyor.

Aslında iktidar partisine yönelik bu tür eleştiriler, sadece partilerden değil, artık muhalif görülen Gülen Hareketi’nden de geliyor. Ahmet Şık’ın çıkan yeni kitabında MİT danışmanı olarak tanımlanan eski cemaat üyesi K.Ö.ye yönelik eleştiriler de iktidarın onun aracılığı ile cemaati bölmeye ve karıştırmaya giriştiği yönünde. Tabii yeni isimler ve başka her kesimle ilgili organize bölme girişimlerine dair pek çok ayrıntı da verilebilir.

Demokrasi koalisyonu da dağıldı

AK Parti’nin 2007 itibarıyla açıktan müdahale girişimlerine muhatap olması, geniş bir ‘demokrasi koalisyonu’ tarafından desteklenmesine yol açtı. 2010 referandumuna sol ve liberal kesimler ‘yetmez ama evet’ diye destek vermiş, büyük de tepki almışlardı. AKP’nin ve Erdoğan’ın değişen siyaseti sonrasında ‘demokrasi koalisyonu’ dağıldı. Bölünmeler daha çok eski ‘demokrasi koalisyonu’nda yaşanıyor. Peki, diğer yüzde 50’de neler oluyor? Bir MHP yöneticisi, “Sağolsun, iktidar muhalefeti birbirine yakınlaştırdı.” dedi. Sözgelimi, eskiden sosyalist kesimde Birgün ve Birikim arasında büyük kavga ve sürtüşme varken -hâlâ varsa bile- şimdi bundan çok bahsetmiyoruz. Erdoğan hegemonyasına karşı bir birliktelik var. Kafa karışıklığı varsa o da devletin ve iktidarın hedefinde olan Gülen Hareketi’ne karşı nasıl tavır alınacağı ile ilgili. Bir kısmı ‘ama’ demeden bunun özgürlük ve demokrasi sorunu olduğunu söyleyerek operasyona karşı çıkıyor. Bir kısmı ‘ama’lar eşliğinde ‘evet bu kadar da olamaz’ diyor, bazıları ‘ikisi de kötü, yesinler birbirini’ çizgisinde. Daha önce Gülen Hareketi’ni eleştiren laikler içinde yeni ‘tek parti’ye karşı son kalenin Gülen medyası olduğunu dillendirenler de var. Elbette özeleştiri şart! Karşıtlıktan kafa karışıklığına, hatta desteğe varan bir kafa karışıklığına... Benzer bir durum askerî vesayet döneminin Kemalist ve ulusalcı olarak görülen ama yeni dönemde iktidarın hedefe koyduğu kesimlere karşı Gülen Hareketi’nin ve demokratların nasıl tavır takındığında da görülüyor. Bir kafa karışıklığı olsa da eski dönem eleştirileri baki olmakla birlikte ‘ötekileştirme’ye maruz kalana destek öne çıkıyor.

Benim gazetecim-hain gazeteci!

Gezi ve 17 Aralık süreci, 2010-2011’e kadar hükümete destek veren gazeteci ve akademisyenler arasında da büyük değişime yol açtı. Saflar tutuldu, çatlak sesler tasfiye edildi. Gezi olayları sırasında ‘darbe’ söylemini paylaşmayan Yeni Şafak yazarları Murat Menteş, Işın Eliçin, Murat Aksoy, Kürşat Bumin, Süleyman Gündüz gazetelerinden atıldı. Daha önce Uludere yazısı nedeniyle Ali Akel kovulmuştu. Onlara Osman Özsoy, Fikri Türkel gibi isimler eklendi. Star Gazetesi’nden Mustafa Akyol, Sedat Laçiner aynı sonu paylaştı. Öte yandan Bugün ve Zaman’da yazan Gülay Göktürk, Ahmet Taşgetiren, Etyen Mahçupyan, Leyla İpekçi, Atilla Yayla gibi isimler anında Akşam, Star, Sabah ve Yeni Şafak’ta yazar olarak işe başladı. Radikal kapatıldı. Milliyet’ten Hasan Cemal, Can Dündar ve Derya Sazak gönderildi. Merkez medyadan atılan ‘ulusalcı’ kalemler ise Sözcü’nun yolunu tuttu. Ve daha onlarca kişi. Bu, iktidarın, hoşlanmadığı gazetecileri tasfiye, hoşlandıklarını da istihdam etmesiydi. Daha yakınlarda ise yandaş medyada iktidar içi tasfiyeler yaşandı. Star, Akşam ve Sabah’tan Mustafa Karaalioğlu, Mehmet Ocaktan, Yusuf Ziya Cömert, Hatem Ete ve Bekir Gür gibi Davutoğlu ve Gül’le de teması olduğu bilinen isimler kapının önüne kondu. Muktedirin kendisine bağlı medya girişimleri hız kesmeden devam ediyor. Sadece ve sadece kendisine bağlı olan yazar ve akademisyenler aranıyor ve bulunuyor!

Taraftar bertaraf oldu!

Türkiye’nin keskin hatlarla ikiye ayrılması, gündelik hayatın devamı için iyi değil. Hiç olmadık yerlerde protestolarla karşılaşılıyor, ötekileştirilen kesimlerin tepkileri iktidar için rahatsız edici olabiliyordu. Statlarda hükümet aleyhine tezahüratlar hayli rahatsız ediciydi mesela. Passolig uygulaması başladı. Görünürdeki sebep ‘küfür’ ve ‘şiddet’ olsa da bu sistemin başka işlevi vardı: Hükümete karşı toplu protesto ve propagandayı engellemek... Neredeyse bir yıldır statlar boş. Siyasi iktidarın olumsuz tezahürat korkusu statlardaki taraftar gruplarını buharlaştırdı. Gezi’de protestosuyla bilinen Çarşı Grubu’nun ‘darbe’den yargılanması ile ‘1453 Kartal’ diye yeni bir taraftar grubunun türemesi aynı ana denk geliyor. Beşiktaş’ın hükümet aleyhtarı taraftara karşı hükümeti savunan grup dikilmişti. Galatasaray’ın ‘de facto’ Ak Saray ziyareti, ‘40 yıllık takımımı bırakıyorum’ gibi tepkilere ve bölünmeye yol açtı. Aynı durum ‘şike’ davasının itici gücünün iktidar ve Erdoğan olduğunun görülmesi ile Fenerbahçe taraftarı arasında yaşanıyor.

Gezi’ye karşı Kazlıçeşme

Artan ‘şehircilik’ katliamı ve otoriterliğe karşı tepki olarak doğan Gezi protestosuna AK Partili olanların da katılmasına rağmen, üstelik Gül ve Arınç konuyu suhuletle çözebilecek işaretler vermişken, Erdoğan Kazlıçeşme’ye bir başka kalabalık dikti. Her şeyi ortadan bölmek ve kişileri, toplulukları kendinden yana tavır almaya zorlamak siyasi tercihti ne de olsa. Herkes tarafını seçmeliydi. ‘Çanak çömlek çalan komşuna niye dava açmıyorsun!’ da dedi Erdoğan.

Biz varsak siz de varsınız

AKP’nin kendisine destek vermeyen cemaatlere karşı da bölen olarak tavır aldığını bu süreçte gördük. 30 Mart yerel seçimleri öncesi Bülent Arınç’ın cemaatleri kastederek “Biz varsak siz de varsınız, biz yoksak siz de yoksunuz!” dediğini not düşelim. Nur cemaatleri arasında AKP’ye “biat etmeyen” Yeni Asya camiasının karşısına hükümet “çakma Yeni Asyacı”ları çıkardı. Sabah, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Yeni Asya cemaati mensubu olduğunu ve Erdoğan’ı desteklediğini söyleyen bir işadamını konuşturdu. Sonra Anadolu Ajansı devreye girdi. Yandaş internet sitelerinde “Yeni Asya Ekolü” adı altında iktidara destek mesajları yayımlandı. Yeni Asya Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Kazım Güleçyüz, bu kişilerin “çakma Yeni Asyacı” olduğunu ilan ederek hükümetin cemaati bölme planının devrede olduğunu ifade etti.

AKP’nin operasyon yürüttüğü dinî gruplardan biri de İsmailağa idi. Cemaatin manevi önderi Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendi’nin bacanağı olan cemaatin önde gelen isimlerinden Muhammed Keskin Hoca, 17 Aralık sürecinden sonra hükümetin bazı uygulamalarına tepki gösterdi. Marifet Dergisi’ndeki yazısında Keskin, “Ak sakallılar” diye hitap ettiği grubun İsmailağa Camii’ni ‘parti binası’na çevirdiğini ve bu durumun Ustaosmanoğlu’nu rahatsız ettiğini yazdı. 2010’da Mahmut Efendi’nin fitneci olmakla suçladığı Yeni Şafak devreye girerek Keskin’in yazısının cemaati temsil etmediğini öne sürdü. Keskin’in “Ak sakallılar” dediği ekibin AKP’ye yakın ekip olduğu öne sürülüyor.

AKP, Süleyman Efendi Cemaati’nin de böleni oldu. Öğrenci yurdu ve Kur’an kursları ile Türkiye’nin en büyük dinî gruplarından olan cemaatin önderliğini Arif Ahmet Denizolgun yapıyor. ANAP hükümeti döneminde bakanlık da yapan Denizolgun, AK Parti’ye mesafeli duruyor. Ağabey Mehmet Beyazıt Denizolgun ise AKP’nin kurucuları arasında yer aldı. İki dönem AKP’den milletvekili seçildi. Cemaat AKP’yi destekleyenler ve karşısında olanlar olarak ikiye ayrıldı. AKP’ye yerel seçimlerde destek vermeyen cemaatin Antalya’da inşaatına başlanan öğrenci yurdu mühürlendi.

İktidarın hoşuna gitmeyen taraf

Aslında ne olup bittiğini anlamak için Erdoğan’ın geçen günlerde sarf ettiği “Taraf olmayan bertaraf olur!” sözünü hatırlatarak Taraf’taki bölünmeye gelelim. Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’ın yayın yönetmenliğini yaptığı gazete, askerî vesayete karşı o tarihe kadar hiçbir gazetenin göstermediği duruşu sergiledi. AK Parti’nin de hoşuna gidiyordu. Darbe girişimleri Ergenekon ve Balyoz davalarıyla savuşturuldu. Darbe tehdidi ortadan kalktı. Ahmet Hakan’ın ifadesiyle “İktidar açısından Taraf’a ihtiyaç kalmamıştı.” Gazetenin 34 Kürt vatandaşın hayatını kaybettiği Uludere olayı ile ilgili ısrarlı yayınları kopuşu meydana getirdi. Ahmet Altan iktidarı eleştiren sert yazılar kaleme alıyordu. Hükümet kanadında ve iktidar yanlısı medyada Ahmet Altan düşmanlığı baş göstermeye başladı. Taraf yazarları arasında da ikilik çıkmıştı: AK Parti’yi destekleyenler ve muhalifler... Altan istifa etti. Editör ve yazarlardan da ayrılanlar oldu. Gazetenin başına Oral Çalışlar getirildi. AKP çizgisinde bir yayın politikası izledi. Bu çizgi kısa sürdü. Kurtuluş Tayiz ve Markar Esayan’ın görevlerinden alınmasından sonra Çalışlar istifa etti. Yıldıray Oğur, Ceren Kenar, Cihan Aktaş gibi yazarlar Taraf’tan ayrıldı. Taraf’ın başına Neşe Düzel getirildi.

Genç siviller de ayrıldı

Genç Siviller’i Türkiye, “Genç Siviller Rahatsız” sloganıyla tanıdı. Cumhuriyet’te 2003’te yayımlanan “Genç Subaylar Rahatsız” manşetine verdikleri tepkiyle adlarını duyurdular. Sonraki yıllarda militarizm karşıtlığı üzerine geliştirdikleri zekice eylemleriyle medyanın hep gündemindeydiler. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Köşk’te verdiği resepsiyonun davetlileri arasında onlar da vardı. Geceye Converse ayakkabıyla katılarak dikkatleri çektiler. Kendilerini antimilitarist özgürlükçü ve demokrasi taraftarı bir sivil toplum hareketi olarak tanımlayan “Genç Siviller”, 17 Aralık’la başlayan süreçte bölünme yaşadı. Hareketin beyin takımında yer alan Turgay Oğur ve Yıldıray Oğur kardeşler ayrı düştü. Ceren Kenar, Erkan Şen gibi aktivistler Yıldıray Oğur’la birlikte hareket ederken; Fatih Demirci, Nurcan Çalışkan gibi isimler ise Turgay Oğur gibi yaparak Genç Siviller’den ceketlerini alıp çıktı. Turgay Oğur, ayrılığı Radikal’e şöyle anlatacaktı: “Yıllarca Genç Siviller için uğraş verdim. Maddi-manevi fedakârlık yaptım. Bugün para kazandığım iş de dâhil olmak üzere bu kimliğimden dolayı hiçbir maddi kazancım olmadı. Aksine sakıncalı piyade olarak görüldüm. Herşeye rağmen Genç Siviller’den, moda tabirle, ceketimi alıp çıktım. 17 Aralık’ta anladım ki meğerse hemen hemen herkes anti-cemaatmiş. Evimin ferdi gibi olan insanlar, ‘Genç Sivillerin cemaatçi kanadı tasfiye oldu’ diye yazıp eğlendiler sosyal medyada.”

‘Affedersin Ermeni’ bölünmesi

Kamuoyunda öne çıkan Ermeni kökenli yazarlar arasında da bir bölünme yaşandı. Erdoğan’ın “Afedersiniz Ermeni” sözleri, bu ayrışmayı gün yüzüne çıkardı. 17 Aralık sürecinden sonra Etyen Mahçupyan Zaman’dan ayrılarak Akşam’da yazmaya ve Başbakan Davutoğlu’na danışmanlık yapmaya başlamıştı. Mahçupyan ve Yeni Şafak yazarı Markar Esayan “17 Aralık darbedir” diyerek iktidar safında yer alırken; Taraf yazarı Hayko Bağdat her platformda AKP’ye eleştirilerini dile getiriyor.

İş dünyasında kamplaşma

İş dünyası da bölünmüşlükten nasibini aldı. Hükümetin tasarruflarına kayıtsız şartsız boyun eğen ve hizmet eden firmaların sadece kamu projelerinde değil, özel iş ilişkilerinde bile ayrıcalıklarla taltif edildiği sır değil. Muhalif bir çizgide oldukları bilinen iş adamı ve gruplara karşı ise açık bir ayrımcılık yürütülüyor. TUSKON’a üye firmaların fişlendiğine dair gazete manşetlerinden yayımlanan belgeler bugüne dek yalanlanmadı. Bu şirketlere gizli bir boykot uygulanıyor, dahası sürekli teftiş ve incelemelerle sindirilmeye çalışılıyorlar. Hatta TUSKON’a karşı tutum memleketin çıkarlarına bile zarar verecek boyuta ulaştı. TÜSİAD için de benzer bir süreç başladı Başkan Haluk Dinçer’in geçen günlerdeki açıklamalarının ardından. Sabah’tan Okan Müderrisoğlu, Erdoğan’dan yana tarafını açıktan belli etmeyen TÜSİAD’ın paralel yapıya dönüşebileceğini söyledi. Sivil Dayanışma Platformu ise TÜSİAD’ı ‘Yeni Türkiye’nin muhalifi ve millî irade karşıtı olarak niteledi.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.