Uhud mu, Tâif mi?
Mü’minin münafıktan, vefalının vefasızdan, yiğidin kalleşten, Nebi’ye gerçekten bağlı olanın yüreğinde zaaf bulunandan ayrıldığı yerdir Uhud!..
Uhud’da, Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in mübarek başı yarıldı, sinn-i şerifi (şerefli dişi) düştü oraya, bildiğiniz gibi. Osmanlıların dinlerine, diyanetlerine, peygamberlerine saygıları çok derindir; oralar vesayet altına geçince, o hatıraların her birerleri için birer âbide dikmişler. Uhud’a da bir abide dikmişlerdi. Hatta Fakir, 1968’de, Uhud’un göbeğinde, o mübarek “sinn”in (dişin) düştüğü yerde bile çok küçük, kümbet çapında fakat yıkılmış, onarılmamış bir yer görmüştüm. Bilmiyorum, hâlâ koruyorlar mı? Geçelim onu, konunun esası değil.
Bir diğer taraftan da orada seyyidinâ Hazreti Hamza gibi birisinin şehadeti… Tabii… Hususî yeri itibarıyla his dünyamı bütünüyle harekete geçiriyor. Sokaklarda Efendimiz ile beraber el ele koşuşturmuşlar, beraber aynı memeden süt emmişler; aralarında bir-iki yaş farkı var. Amca… Göğsünü germiş; her yerde O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) müdafaa etme mevzuunda kalkan gibi davranmış. Fakat orada kalleş bir mızrak ile şehit olmuş. Ağlayanı olmadığından, onu da dert edinmiş benim Efendim!.. Sıkıntılı bir ân…
Yine, Sahabe-i kirâm arasından seçip Medine’ye gönderdiği insanlardan bir tanesi, Mus’ab İbn-i Umeyr’dir. Daha dünyaya, dünya cihetiyle bakma durumuna gelmeden, dünya ile -bir yönüyle- zifaf olmadan, o genç yaşında oraya gitmiş. Tehlikeleri göğüslemiş, başında kılıçlar kavis çizmiş; fakat Allah’ın izni ve inayetiyle yirmiler, otuzlar onu dinlemiş; bir gün gelmiş, kadın-erkek, çoluk-çocuk yetmiş insanı Akabe’de, Allah Rasûlü ile yüzleştirmiş. O, Uhud’da evvelâ bir kolunu, sonra başka bir kolunu, sonra başını kalkan yapmış.
Ve daha niceleri orada şehadet şerbeti içmiş. Bildiğiniz gibi, yetmiş tane şehit var orada. Demek ki, bunlar Allah Rasûlü’nün etrafında/çevresinde sütre olan insanlardı. O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşmak için, bunları tırpanlamak lazımdı, kâfirlerce. Ve onlar, tırpanlandı orada, şehit oldular.
Bunların hepsi, Şefkat Peygamberi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) içinde bir ızdıraba dönüşmüştü. O’nun hassasiyet derinliği ve sevdiklerine duyduğu alâka ile bu meseleyi mukayese ettiğiniz zaman, ne ölçüde bir ızdırap duyduğunu -zannediyorum- değerlendirebilirsiniz.
Vakıa O da biliyordu ki, bu ölüp şehit olanlar, Cennet’e gidiyorlar. Dünya hayatı, muvakkattir. Burada muvakkat yaşadıktan sonra öbür tarafta buluşacak, el ele tutacak, sonra -inşaallah- “Cuma Yamaçları”nda Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetiyle serfirâz kılınacağız. Biliyordu bunu fakat kendi ruhunun ufkuna yürüyeceği zaman bile gözleri doldu, ağladı. Çünkü alıştığı, tanıştığı, oturup kalktığı arkadaşları vardı. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) tesbihin imamesi olarak tesbihten ayrılıp gidiyordu, dâneler yalnız kalıyordu.
Uhud’da da derinlemesine bunu yaşamıştı. Ama Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) tesellisi ile müteselli oluyordu: وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِنْ مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللهُ الشَّاكِرِينَ “(Bu İslâm davasını yoksa Allah ile değil de, Hazreti Muhammed ile kaim veya Hazreti Muhammed hiç ölmeyecek mi zannediyordunuz? Öyle ise bilin ki, bu davanın asıl sahibi Allah’tır ve ondaki yeri itibarıyla) Hazreti Muhammed ancak bir rasûldür. Nitekim O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Eğer O ölür veya öldürülürse, yoksa hemen ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye mi dönüvereceksiniz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geriye dönerse, (bilsin ki o,) hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez. Ama Allah, (hidayetin kıymetini bilip onda sebatla gereğini yerine getiren) şükür ehlini yakın bir gelecekte bol bol mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i Imrân, 3/144) Allah (celle celâluhu) tesellikâr beyanıyla Efendimiz’in imdadına koşuyor, O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) tesellide/tesliyede bulunuyordu. Öbürlerinin yerlerini de gösteriyordu orada.
Nitekim orada şehit olanlardan bir tanesi de Hazreti Câbir’in babası Abdullah İbn Amr İbn Haram (radıyallahu anhüma) idi. Allah Rasûlü, kendisi ifade buyuruyor, sahih kitaplarda: Hazreti Abdullah, orada o şehadetin zevkini, lezzetini ve halâvetini duyunca, “Ya Rabbi, beni dünyaya gönder de kardeşlerime haber vereyim!” diyor. Cenâb-ı Hak, “Dünyaya geri dönmek yok ama Ben, Peygamber’in vasıtasıyla bunu haber veririm!” buyuruyor.
Evet, böyle bir haberleşme, böyle bir muhabere de var. İmam Rabbânî’nin ifadesiyle ifade edecek olursak, “Verâların, verâların, verâların, verâların, verâların… -üç nokta- verâsıyla” bir de muhabere var; tesliye var, teselli var, gönlünü alma var O’nun; öbürlerinin gittiği yerleri O’na söyleme var. Böylece, bu fâni ve cefakâr dünyadan gidip de öbür tarafta vefâ âlemi olan bir dünyaya otağlarını kurduklarını bildirme meselesi var. Dolayısıyla bunlarla Allah (celle celâluhu) teselli ediyor. Bir, bu.
“Bazen de cemal, celalden tecellî eder. Evet, cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.”
Bir ikinci husus: Hazreti Muhyiddîn’in de ifade ettiği gibi ki, zannediyorum, İmam Rabbânî hazretlerinin de bu konuda hususî bir-iki mektubu var: “Celâlî tecellî”nin önemi esasen, mü’min için çok büyüktür, kâfirler ve münafıklar için bu söz konusu olmasa da. Celâlî tecellîler baskın yaptığı zaman, kâfirler ve münafıklar iç döküyorlar, yalvarıyorlar, yakarıyorlar; fakat gâileler bertaraf olunca yine keyiflerine dalıyorlar. Fakat mü’min, o Celâlî tecellîler karşısında, “Cemâlî tecellî”den daha fazla hisseyâb oluyorlar. Zira mümin, zaten çizgisini koruyor, zaten hiçbir şey olmadığı zaman bile Rabbi ile irtibatını devam ettiriyor, zaten her zaman el-pençe divan duruyor. Hele o Celal tecellîleri geldiği zaman, ıztırar diliyle, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyor: أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ “Muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren kimdir?” (Neml, 27/62) veya أَنَا عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ “Ben kalbi kırıklarla beraberim!..” hakikatlerine sığınıyor.
Hani “Siz de deyin!” diye âcizâne demiştim: يَا مَنْ هُوَ عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ؛ هَا نَحْنُ مُنْكَسِرُو القُلُوبِ اُجْبُرْ كَسْرَنَا “Ey kalbi kırıkları maiyyetiyle şereflendiren! Ey ‘Gönlü mahzunların yanındayım!’ buyuran! Hâlihazırda gönüllerimiz paramparça, mahzun ve kederli. Ne olur, maiyyetini bizlere duyur! Bizi bize terk etmek suretiyle bizleri mahvettirme! Kırıklarımızı sarıp sarmala, yaralarımızı iyileştir.” يَا مَنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ؛ هَا نَحْنُ مُضْطَرُّونَ، قَدْ ضَاقَتْ عَلَيْنَا الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ، وَضَاقَتْ عَلَيْنَا اَنْفُسُنَا، وَأَنْتَ مَلْجَأُنَا وَرَجَاؤُنَا “Ey darda kalanların, canı gırtlağına dayananların, dergâh-ı ulûhiyetinin kapısının tokmağına dokunanların çağrılarına icâbet buyuran Allah’ım! Hâl-i pür-melâlimiz Sana ayân.. canlarımız gırtlakta ve son kelime dudakta. Hak duygusunun gönlümüzde hâsıl ettiği heyecan ve hafakandan, bâtıl duygu ve düşüncesine karşı koyma cehdi ve gayreti sebebiyle, yeryüzü bütün genişliğine rağmen daraldıkça daraldı; sadırlarımız ve nefsimiz bizi sıktıkça sıkmaya başladı. Ne olursun bizlere tez zamanda ferec ve mahreç nasip buyur! Sensin yegâne sığınağımız ve ümit kaynağımız!..”
Mü’min, böyle bir “Celâlî tecellî” karşısında daha bir metafizik gerilime geçiyor; Cenâb-ı Hakk’a daha genişçe teveccüh ediyor. O açıdan da esasen, bir yönüyle Celal’in gözünde “Cemâl”, daha bir cemâl haline geliyor. Evet, bu İmam Rabbânî Hazretlerinin beyanı; Mektubât’ı okumuştuk ama bilmem hatırınızda mı? Ayrı bir şey; yani, Celâl, çok daha önemli mü’min için; diğerleri için değil. Hazreti Muhyiddîn de meseleye öyle bakar; zannediyorum Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân da meseleye öyle bakar. -Mesela, Üstad hazretleri “Bazen de cemal, celalden tecellî eder. Evet, cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.” der.- Onlar, hep aynı ekolün -“Ekol” ne?-, medresenin, mektebin talebeleri, bir yönüyle Peygamber şakirtleri olmaları itibarıyla, temel esaslarda birbirlerinden farklı düşünmeleri asla söz konusu değildir. Çünkü ne düşünüyor, ne ediyor, ne söylüyorlarsa, meseleye Kur’an merceğiyle, Sünnet-i Sahîha merceğiyle ve Sahabe-i kiramın o mevzudaki -bir yönüyle- re’yleriyle, te’villeriyle, tefsirleriyle baktıklarından dolayı, örtüşmeler çok oluyor. Birinin dediğini aynen diğeri de diyor. İfadelerdeki tasrif ve küçük farklılıklar ile aynı mazmun ve aynı mantûku ifade ediyorlar.
Şimdi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada o Celâlî tecellîyi, kendi engin ufkuyla ve O’na has vâridâtla duyuyor. Bunu İmam Rabbânî duymuşsa, Muhyiddîn İbn Arabî duymuşsa, Hazreti Bediüzzaman duymuşsa, Şâh-ı Geylânî duymuşsa, Ebu Hasan Şâzilî duymuşsa, O’nunkine (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyma denmez, O (sallallâhu aleyhi ve sellem), tabiatının derinliklerine onun fokur fokur kaynadığını hissetmiştir. Dolayısıyla O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu derin ihsas ve ihtisasları, o andaki ızdıraplarını, dişinin kırılmasını, semalarda أَسَدُ اللهِ الْغَالِبُ “Allah’ın her zaman üstün gelen aslanı” yazılan Hazreti Hamza’nın ruhunun ufkuna yürümesini -bütün bunları- ta’dil etmiştir, yumuşatmıştır.
Allah Rasûlü’nün Tâif’te karşılaştığı zorluk, O’nun insanlığın kurtuluşu konusundaki ızdırabı ve misyonu açısından, Uhud’dan daha şiddetli olmuştu.
Tâif’e gelince; Efendimiz, bir ümit mülahazasıyla gitmiş oraya. İnsanların, Mekke’nin sıcağından kaçmalarını ve yazın serinlemek için orayı tercih etmelerini değerlendirmek istemiş. Bir de Mekke’deki o mütemerridâne, muannidâne küfür havasının orada olmadığı mülahazasıyla gitmiş. Fakat Mekke’de maruz kalmadığı şeylere maruz kalmış; üstelik geçtiği sokaklarda, masum çocuklar taşlamaya memur edilmiş. Taşlamışlar, mübarek eli-ayağı yarılmış.
Ayrıca, misyonunun farkında; misyonunun çok önemli olduğunu görüyor. Duyduğunu insanlara mutlaka duyurma derdiyle adeta kıvranıyor. İşte o meseleye bakarken, bu zaviyeden bakmak da çok mühimdir. فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا “(Ey Rasûlüm), o müşriklerin peşinde, bu Söz’e (Kur’ân) inanmazlarsa diye duyduğun üzüntüden dolayı kendini neredeyse helâk edeceksin.” (Kehf, 18/6) ve لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلاَّ يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “O insanlar iman etmiyorlar diye üzüntüden neredeyse kendini helâk edeceksin.” (Şuarâ, 26/3) ayetlerinde ifade edildiği gibi, “Gittikleri yol, izledikleri iz açısından -inanmıyorlar diye- neredeyse kendini öldüreceksin!” denilen bir gönül!.. Şimdi böyle bir gönlün, Mekke’den gidip orada bir şey arama mülahazasıyla Tâif’e varması ve orada da tamamen her şeyin tersiyle karşılaşması, tek bir insana bile bir şey dinletememesi, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne kadar ağır gelmiştir?!. Bir de Uhud’da kendisine gelen teselliler henüz orada gelmemiştir.
Hele bir de “Mekke’ye giremezsin!” denmiş Efendimiz’e. Henüz Medine’nin kapıları da aralanmamış; Allah, “Oraya gideceksin!” dememiş. Önünü kesmişler, “Mekke’ye giremezsin!” demişler. Tev’emi (ikizi) olan Beytullah’tan O’nu uzak tutmuşlar; tev’emi olan, eşi ve ikizi olan Beytullah’tan uzak tutmuşlar. أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı, benim nurumdur..” buyurduğu gibi, yeryüzünde de ilk bina da Beytullah’tır; أَوَّلُ مَا بَنَى اللهُ فِي اْلأَرْضِ بَيْتُ اللهِ “Allah’ın yeryüzünde ilk bina ettiği/ettirdiği yer, -Beyt-i Mamur’un izdüşümü olması itibarıyla- Beytullah’tır.” Dolayısıyla Kâbe ile böyle bir eş ve ikiz olma var. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ufku açısından meseleyi değerlendirmek; o gez, o göz, o arpacık zaviyesinden meseleye bakmak lazım ve kendisine ne kadar ağır geldiğini anlamaya çalışmak lazım.
(Hadis kitaplarında nakledildiğine göre; Hazreti Âişe validemiz, Peygamber Efendimiz’e hitaben: “Sana Uhud gününden daha şiddetli olan bir gün erişti mi?” diye sormuş; O da “Yemin olsun ki kavmin Kureyş’ten gelen birçok zorluklarla karşılaştım. Fakat onlardan Akabe günü (Tâif’e gidişte) karşılaştığım zorluk hepsinden şiddetli idi.” buyurmuştur.) Hazreti Âişe validemize dediği şey, hakikaten senet açısından sağlamsa ve metin hakkında da bir şey demeyeceksek, bu mülahazalara bağlanabilir. O meselenin makul mahmîlini bulmaya çalıştım, kendimce burada. Hâşâ, O’nun ufkunu idrak etmişlik açısından değil, o iki hadisenin enginliğini idrak etmişlik açısından değil; ben kim, onları kavramak kim?!. Ama O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kıtmîr’i, kuyruğunu sallayan, öbür tarafta da kuyruk sallayıp ayaklarının önünde, “Ben, Sen’i anlatmaya çalışmıştım, anlatamadım. Dolayısıyla da Sana ihanet ettim; ihanetimi şefaatçi yaparak Sana sığınıyorum!” deme mülahazalarını taşıyan birisiyim.
Evet, gözlerimi açıp-kapayıp, hep O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hülyalarıyla yaşıyorum. Kavuşur muyum, ayaklarına yüzümü sürebilir miyim?!. Ayağını bastığı yerde başımı kaldırım taşı gibi ayaklarının altına koyabilir miyim?!. Geçtiği izlerin toprağını alıp yüzüme sürüp “O Kıtmîr’in yüzünde, Sen’in toprağın, ayağının tozu-toprağı tûtiyâdır!” diyebilir miyim?!. Bu mülahaza ile doluyum. Fakat… Bir kısım densizler, kendi kendilerine bir kısım kuruntulara girerek, bir kısım şeyleri icat etseler bile, kendi mülahazam hep o oldu. Değil O (sallallâhu aleyhi ve sellem), O’na iki bardak su taşıyan bir hizmetçisinin yanında bile başımı çok rahatlıkla ayaklarının altına kaldırım taşı gibi koymaya teşne bulunduğumu her zaman ifade ettim, yine de ifade ederim.
“Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin, benim de Rabbimsin; beni kime bırakıyorsun?!.”
İnsanlığın İftihar Tablosu, Allah ile irtibatı açısından iz’an üstü iz’ana sahipti. Daha ilk dönemlerde bile Cenâb-ı Hakk’ın O’nu bırakmayacağına kanaat-i kat’iyyesi vardı. Fakat zannediyorum, öncelikle “Bu iş gecikir mi? Bu insanların hak ve hakikati kabul etmeleri mevzuunda takvimde bir ertelenme/ötelenme olur mu?” bunu düşünüyordu. İkinci olarak da o temerrüd eden insanlar -bir yönüyle- kendilerini bir çağlayana salmışlar; dışarıya çıkmaya ihtimal ve imkân vermeyen bir çağlayana salmışlar, Cehennem’e doğru yuvarlanıyorlar. O İnce Ruh’ta (sallallâhu aleyhi ve sellem) o meselelerin hâsıl ettiği acı ve ızdırap idi bu. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Beni kime bırakıyorsun?!.” derken de misyonu itibarıyla diyordu: “Bir şey anlatacaktım onlara. Başımı yarıyorlardı, tepeme biniyorlardı, boynumu sıkıyorlardı öldürmek için. Sırtıma deve işkembesi koyuyorlardı, Kâbe’nin karşısında alnımı yere koyup أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ ‘Kulun Rabbine en yakın olduğu an secdede bulunduğu vakittir.’ hakikatinden istifade etmeye çalışırken. Her şeye rağmen, başımı yere koyuyor, yalvarıyor, iç döküyordum Sana. Yoksa bunlar biraz ertelenecek mi, ötelenecek mi? Sürüklenip o çağlayanın içine Cehennem’e yuvarlananlar, daha çok olacak mı?!.” mülahazalarını taşıyordu. Engin ruhu mülahazasıyla meselelere bakınca, böyle düşünmek lazım; misyonu açısından meseleye bakmak lazım.
Bilindiği üzere, şöyle demişti orada: اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ “Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin, benim de Rabbimsin; beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Veçhine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”
Diyor ki, إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي “Beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa işime müdahil düşmana mı?” Ama hemen ekliyor: إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي “Üzerime çöken bu musibet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim.” Eğer, Benim başıma gelen bu şeyler, Sen’in hoşuna gitmeyen bir şeyden dolayı ise, o olmasın isterim; isterim ki o olmasın!” Hepimizin diyeceği şey; “Kâle almam o zaman!” diyor. وَلَكِنَّ عَافِيَتَكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي “Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir.” Ama afiyetin Sen’in, afv ü âfiyetin Sen’in, her şeye vâsi’dir ki, وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Çünkü rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” (A’râf, 7/156) buyuruyorsun.”
Evet, o zaviyeden orada çok temkinlice niyazda bulunuyor. Hani bu duanın, değişik nakilleri açısından, sıhhati ve farklı rivayetleri mevzuunda münakaşa yapılabilir; çünkü farklı rivayetler var, farklı söylentiler var o mevzuda. Fakat genel mazmuna bakınca, bu duanın o lâl ü güher-i Nebevî’den dökülmüş olduğu her kelimeden anlaşılıyor. Çok dikkatlice, çok temkin üsluplu ve Allah’a karşı çok saygı edalı olarak döküldüğü anlaşılıyor. Ve nitekim sonunda لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ diyor, hem de Rabbimizi muhatap alarak; çünkü o cümle, لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ، فَإِنَّهَا كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” Fakat orada Cenâb-ı Hakk’ı muhatap alarak, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “(Allahım!) Ancak Sana ibadet eder, ancak Sen’den yardım bekler ve dileniriz.” (Fatiha, 1/5) der gibi diyor. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ “Bir havl, bir kuvvet yok; ancak varsa, Seninle vardır, Senin havl, Senin kuvvetin!” demek suretiyle Cenâb-ı Hakk’ı muhatap alarak doğrudan doğruya, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ beyanındaki iç dökme gibi, içini döküyor O’na (celle celâluhu).
İnsanlık semasında ay ve güneş tutulmaları her dönemde meydana gelmiştir ama hiçbir hüsûf ve hiçbir küsûf kalıcı olmamıştır.
Allah Rasûlü, misyonunun sevdalısı bir insan. İlle de bir şey olacaksa, o misyonunu edâ etmekle olacak; vazifesinin şuurunda. Konumu rantabl olarak değerlendirme istikametinde gecesi-gündüzü belli değil; iç içe giriyor, karışıyor, birbirine karışıyor. O mevzuda bütün dünyevî zevkler ve lezzetler, ayağının altına alınacak hale geliyor böyle. İşte çok tekerrür eden bir mesele: Miraç gibi bir pâye ile serfirâz kılındıktan sonra, yine o misyonun hatırına geriye dönüyor; insanların elinden tutmak; gezdiği, dolaştığı, seyrettiği o âlemleri onlara da seyrettirmek için dönüyor. Bu istikamette, misyonu karşısında o kadar sâdık, o kadar müstakîm bir insan. “Müstakîm” sözü, ifade etmez; “esdak” kelimesini kullanmak lazım O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem); “Sâdıklar Sâdıkı” demek lazım. Evet “Müstakimler Müstakimi” demek lazım o mevzuda; misyonunu eda etme adına öyle Sadıklar Sâdıkı, Müstakimler Müstakimi, Davalılar Davalısı!.. Öyle bir insandı; Allah, hususi olarak o iş için yaratmıştı. Ve gönlüne göre de Cenâb-ı Hak verdi, Reşahât’ta ifade edildiği gibi. Hani Akif’in de şu sözlerle nazara verdiği o misyon:
“On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, hâlbuki, bekleşmedelerdi!
…
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada kurtardı insanlığı o ma’sum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl akılına gelmezdi, geberdi!”
O (sallallâhu aleyhi ve sellem), o misyonu bihakkın edâ etti. Onca ihmalkâr insanın elinde ihmale uğramasına rağmen, hâlâ şöyle-böyle O’nun -bir yönüyle- o dantelayı örerken kullandığı o desenin, dikkatle bakanlar için, hâlâ yeryüzünün değişik yerlerinde nümâyân olduğu söylenebilir. Bir yönüyle değişik yerlerde ihanete uğramasına rağmen; bazı yerlerde “siyaset”e kurban edilmesine, bazı yerlerde “saltanat”a kurban edilmesine, bazı yerlerde “kuvvet”e kurban edilmesine, bazı yerlerde “tûl-i emel”e kurban edilmesine, bazı yerlerde “tevehhümü ebediyet”e kurban edilmesine rağmen; hâlâ im’ân-ı nazar ile, çok ciddî bir konsantrasyon ile bakıldığı zaman, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o mübarek elinden çıkan dantelanın, o günkü nakışlarıyla hâlâ gözünüzün önünde tüllendiğini görebilirsiniz.
Bu da şudur: Her şey tamamen hiç bitmemiştir ve bütün renklerini bütün bütün kaybetmemiştir. Güneş, bütün bütün batmamıştır; ay, bütün bütün husufa uğramamıştır. Muvakkat bir hüsûf/küsûf olmuştur o meselede; bir yönüyle hâiller, perdeler olmuştur. O işi karartmak isteyen kapkaranlık ruhlar -yaptıkları işlere “ak”lıklar ilave etseler de “kapkaranlık” ruhlar- ona elli türlü, elli taraftan ihanet etseler ve onu elli taraftan dağıtmaya çalışsalar bile, Allah’ın izni ve inayetiyle, mevsimi gelince, o yeniden bir kere daha dolunay gibi tulû edecektir, hem de hâlesi ile beraber.
Bela ve musibetler karşısında manevî anatominin sıhhati çok hayati öneme sahiptir; herkes, “immün sistemi”nin sağlamlığı ölçüsünde belalara karşı dayanıklı olur.
Nâbî ne hoş der: “Ârifin gönlün Hudâ gam-gîn eder, şâd eylemez / Bende-i makbûlünü mevlâsı âzâd eylemez.” O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın öyle bir bendesi ki; “abdühû”, O’nun halis kulu. Allah da (celle celâluhu), en yüksek bir pâye ile pâyelendirdiği zaman “bende” tabiriyle ifade ediyor. سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الْأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّه هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ “Kulu (Muhammed’i Ulûhiyet ve Rubûbiyetimizle ilgili) bazı büyük işaret ve delilleri kendisine göstermek için bir gece Mescid-i Haram’dan etrafını bereketlerle donattığımız ve katımızda mübarekliği bulunan Mescid-i Aksâ’ya götüren O şanı yüce Zât, her türlü noksanlıktan, âcizlikten ve ihtiyaçtan uzaktır. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ, 17/1) Şerefli bendesini, kulunu… Şerefli bendesini bir gece “mekân üstü mekanlar”a, “zaman üstü zamanlar”a ulaştırdı; “Kâb-ı Kavseyni ev ednâ” ile şereflendirdi, “Rü’yet”i ile şereflendirdi, hiç kimseye müyesser olmayan şeyler ile şereflendirdi. O, gittiği yollarda bütün Enbiyâ-ı ızâmı, yolun değişik merhalelerinde oturmuş O’nu bekliyor gördü. Ama geldi-geçti, durma bilmeden; yürüdü sonsuza. Biliyordu sonsuz istikametinde yürümenin sonsuzca olacağını; biliyordu ve “seyr”ini sonsuzca yapıyordu.
Hiç kimseye müyesser olmayan şeyleri Allah (celle celâluhu), O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) lütfediyordu. Bu pâyelerle serfirâz kıldığı abdini de عَبْدِهِ “kulunu” sözüyle ifade ediyordu İsrâ sûre-i celîlesinde. Fakat gördüğünüz gibi, sürekli imtihan da ediyordu o Güzide Kul’unu. Onun için, أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ “Belanın en şiddetlisi, Enbiyâ-ı ızâma, sonra seviyesine/derecesine göre diğer insanlara.” Mertebeleri itibarıyla… Evet, o nazmı hatırlayın, Hak dostu diyor ki: “Ârifin gönlün Hudâ gam-gîn eder, şâd eylemez / Bende-i makbûlünü mevlâsı âzâd eylemez.”
Herkes, “immün sistemi”nin sağlamlığı ölçüsünde belalara karşı dayanıklı olur. “İman-ı billah”, “marifetullah”, “muhabbetullah”, “zevk-i ruhânî”, “hâlis aşk u iştiyâk-ı likâullah”; insanın manevî anatomisinin immün sistemi budur. Bu ne kadar güçlü ise, başa gelen belalara karşı da insan o kadar mukavemetli olur, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bin tane virüs gelse, musallat olsa, onların hepsini darman duman eder, Allah’ın izni ve inayetiyle. “Uf, puf!..” diyen insanlarda bu immün sistemi çökmüş demektir. Anatomik yapıda immün sistemi çöktüğünde, vücûd nasıl hastalıklara açık hale, mikroplara açık hale, virüslere açık hale geliyor; artık koruyucu sistem kalmıyor. Aynen öyle de… Bu açıdan onlardaki o immün sistemi, çok güçlü; “Enbiyâ”da, “Mukarrabîn”de, “Asfiyâ”da, “Evliyâ”da ve “ibâdullah-ı sâlihîn”de.
Belki bir kısım elemler çekiyorsunuz fakat unutmayın ki, küfre, şirke, zulme saplananların hoşuna gitmese de Allah nurunu tamamlayacaktır!..
Evet, يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler. Allah ise, nurunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar!” (Tevbe, 9/32) Tevbe sûre-i celîlesinde böyle buyuruyor; hem يُرِيدُونَ diyor. Muzârî kipi olunca, demek ki; bugün onu diliyorlar, söndürmek istiyorlar; söndürmede bir türlü doyma bilmiyorlar, “Bir daha! Bir daha!” diyorlar. “Bir daha!.. Şunu kapattık; şunu da kapatsak, şunu da kapatsak!.. Şu çelmeyi yaptık; şunu yere serdik; fakat hâlâ var, ayakta bazıları duruyor; şunları da bir el-ense ile yere sersek! Şunu da bir künde ile yere sersek! Şunun da başına bir bomba olsak, patlasak! Şunun da getirip başında bir helikopter uçursak, morallerini bozsak!..” Şeytan akıllarına ne getiriyorsa, o ışığı söndürmek için hemen hepsini yapmaya, akıllarına gelen her şeyi, geceyi-gündüzü beklemeden yapmaya çalışıyorlar. Gece, akıllarına geliyorsa, “Aman fevt etmeyelim!”; gündüz akıllarına geliyorsa, “Aman, gece bastırır, fevt etmeyelim!” demelerine rağmen… أَنْ يُطْفِئُوا “Yutfiû” da yine muzârî kipi; “Sürekli üfleyip duruyorlar: Söndürelim! Söndürelim! Söndürelim! Söndürelim! Söndürelim!..” diyorlar. Neyi söndürmeye çalışıyorlar?!. أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ “Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar.” Oysa “Takdîr-i Hudâ, kuvve-i bâzû ile dönmez / Bir şem’â ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez!”
Ne var ki, وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ Yine muzârî kipi ile ifade ediyor: Onların her söndürme cehtlerine karşı Allah (celle celâluhu) -isterseniz kendi ifademizle diyelim- ‘I ıh!’ diyor. Zavallılar; beyhude şeylere takılmışsınız siz, beyhude uğraşıyorsunuz, emeğiniz zâyi oluyor. وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ Allah (celle celâluhu) ona ‘Hayır!’ diyor ve nurunu tamamlama istikametinde İrade-i Sübhâniyesini, Meşîet-i Kudsiyesini, aynı zamanda havlini ve kuvvetini ortaya koyuyor. Onların her şeylerini alt-üst ediyor, alt-üst etti, alt-üst edecek; onlara hadlerini bildirecek dünyada, yeniden bir kere daha.
Allahu a’lem, bu minvaldeki ayetlerden birisi (Tevbe, 9/32) o dönemdeki hadiselere bakıyor; diğeri de özellikle umuma: يُرِيدُونَ لِيُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyerek söndürmek isterler. Fakat kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah nurunu tamamlayıcıdır, (tamamlayıp dünyanın her tarafına ulaştıracaktır).” (Saff, 61/8) diyor. “İsm-i fâil kipi” ile ifade etmek suretiyle, “Allah, onlara rağmen, tamamlıyor ha tamamlıyor; tamamlıyor ha tamamlıyor; tamamlıyor ha tamamlıyor!”
Onlar, bir yerde önünü kesiyorlar; fakat o, bir çağlayan gibi. Önüne bir kaya iterlerse şayet, üstünden akıyor. Üstü geçilmez olursa, kenarından kıvrılıp geçiyor. Kenarından geçilmezse, deliyor, alttan geçiyor: وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Nankörler istemeseler bile!..” Her yere nûr söndürücüler gönderseler bile!.. Değişik ad ve unvanlar ile sizin -bir yönüyle- mumları tutuşturduğunuz yerlerde, o mumları söndürmek için ellerinden gelen her şeyi yapsalar bile… Allah (celle celâluhu), sürekli onların o oyunlarını bozuyor ve onlara üst üste, iç içe falso, fiyasko fâsid daireleri yaşatıyor. İnkisar içinde kıvranıp duruyorlar, yutkunup duruyorlar: “Şu Allah’ın yaktığı nuru bir türlü söndüremedik!” falan diyorlar ve beyhude yoruluyorlar.
Bu zaviyeden bakınca, insanın onlara acıyası geliyor; çünkü o kadar şeyi hak, hakikat, istikamet istikametinde kullansalar, bir yönüyle veliler ile hem-hâl hale gelebilirler. Keşke o enerjilerini, o dinamizmlerini, o metafizik gerilimlerini “ihlas”, “rıza” ve “iştiyak-ı likâullah” istikametinde kullanabilselerdi! Şu kahrolası dünyayı ayaklarının altına alabilselerdi! Ruh dünyalarını karartan o kapkara sarayların yüzüne tükürebilselerdi! O filoları için “Keşke Allah batırsa!” diyebilselerdi. Takılıp kaldıkları o saltanatlar için “Keşke Kârûn’un hazineleri gibi yerin dibine batsaydı!” diyebilselerdi. O zaman kurtulmuş olacaklardı. Fakat sürekli tepe taklak gidiyorlar, farkında değiller.
Siz, bir elem çekiyorsunuz, fakat… إِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَ وَتَرْجُونَ مِنَ اللهِ مَا لاَ يَرْجُونَ وَكَانَ اللهُ عَلِيمًا حَكِيمًا “Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar. Kaldı ki Siz Allah’tan, onların ümit edemeyecekleri birçok şeyleri umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ, 4/104) Sürekli, her gün bir şey yapıyorlar. Her gün yeni yeni elem argümanları kullanıldığından dolayı, yeni bir mızrak yer gibi oluyorsunuz. Birinde Mus’ab gibi bir kolunuz, öbür defasında başka bir kolunuz, öbür defasında ayağınız, öbür defasında başka bir ayağınız yaralanıyor; kütükte doğranır gibi doğranıyorsunuz. Ben kaynaklarda görmedim ama vaaz eden, ilim adamı birisinin sohbetinde dinlemiştim: Mus’ab İbn-i Umeyr hazretleri, Uhud savaşında çok yara almış fakat hâlâ ölmemiş. Böyle kıpırdıyor, sonra yüz üstü düşüyor yere. Boynunu da uzatmış, ondan da yara almış; yüzünü saklıyor. Cenâb-ı Hak, “Senin hâlâ boynun varken, nasıl oluyor da Rasûl-i Ekrem’in dişi kırılıyor?!” der diye orada üzüntü ile yüzünü saklıyor. Evet, إِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَ وَتَرْجُونَ مِنَ اللهِ مَا لاَ يَرْجُونَ وَكَانَ اللهُ عَلِيمًا حَكِيمًا Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar; hatta onlar, daha fazla elem duyuyorlar.
Ne olur, “Yalvarıyorum, yalvarıyorum, bir türlü arzuma nâil olamıyorum!” demeyiniz; zira “Acele etmezse, sizden herkesin duasına icabet buyurulur.” diyor Rehber-i Ekmel Efendimiz!..
Siz, -elhamdülillah- öyle bir şeye talipsiniz ki, kaybetme meselesi söz konusu değil. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقِ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi ve Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyorum!..” diyorsunuz. “Allah’ım, Rü’yetin!.. Allah’ım, Habib’inin rü’yeti!.. Allah’ım, Rıdvan’ın!..” diyorsunuz. Ve böyle diyorsanız şayet, Allah (celle celâluhu) ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ “Bana dua edin, size cevap vereyim.” (Mü’min, 60/40) “Dua edin, icabet edeyim!” buyuruyor. وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ “Ve ahdimi yerine getirin ki, Ben de size olan vaadimi yerine getireyim.” (Bakara, 2/40) buyuruyor. وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُوا لِي وَلْيُؤْمِنُوا بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ “(Ey Rasûlüm,) kullarım sana Ben’den sorduklarında, (bilsinler ki) Ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına cevap veririm. Onlar da Benim çağrıma müspet cevap versin ve Bana hakkıyla iman etsinler ki, zihnen ve ruhen kemâle ulaşma yoluna girmiş olsunlar.” (Bakara, 2/186) buyuruyor. İç musiki açısından da mazmunu ne kadar güzel ifade ediyor!.. Heyecan verici!.. O’nun hakkında takdir, zait olur. Geçtim…
Cenâb-ı Hak böyle buyuruyor; siz de durmadan dua ediyorsunuz. Durmadan: اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق diyorsunuz. Hani son zamanlarda daha genişçe dile getirdiğiniz gibi; اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَقُرْبَكَ، وَمَحَبَّتَكَ، وَمَعِيَّتَكَ، وَعِنَايَتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنَكَ الْحَصِينَ، وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا كَائِنًا مَنْ كَانَ، وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا كَائِنًا مَنْ كَانَ مِنَ الْعَسْكَرِيِّينَ وَالْعَسْكَرِيَّاتِ، وَالسِّيَاسِيِّينَ وَالسِّيَاسِيَّاتِ، وَاْلاِسْتِخْبَارِيِّينَ وَاْلاِسْتِخْبَارِيَّاتِ، وَالشُّرْطِيِّينَ وَالشُّرْطِيَّاتِ، وَالْخَارِجِيينَ وَالْخَارِجِيَّاتِ، وَالدَّاخِلِيينَ وَالدَّاخِلِيَّاتِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Allahım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı; vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı, hıfz u sıyanetinle korumanı, aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı; bütün düşmanlarımıza karşı bizi yardımınla destekleyip zafere ulaştırmanı diliyoruz. Bize düşmanlık yapan, kadın-erkek asker, siyasetçi, istihbarat elemanı, polis, hariciyeci ve içişleri personeli her kim varsa, hepsine karşı bize yardım ve nusret lütfeyle!.. Ey yegâne merhametli, Erhamürrâhimîn!..” diyorsunuz.
Ee canım, el-âlem dua ederken, o duanın kabul edileceğine -şayet- inanıyorsa, siz de bunları hep mırıldanıp duruyorsunuz; estağfirullah, vird-i zeban edip duruyorsunuz; dilinize dolamış, sürekli tekrar edip duruyorsunuz. Allah, kabul vaad etmiş, Allah kabul etmez mi?!. اَللَّهُمَّ اَلْإِيمَانَ الْكَامِلَ “Allahım kamil iman lütfet!..” diyorsunuz. اَللَّهُمَّ اَلْإِسْلاَمَ اْلأَكْمَلَ “Allah’ım İslamiyet’i en mükemmel şekilde yaşamaya muvaffak eyle!” diyorsunuz. Kur’an-ı Kerim’de, الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي “İşte bugün sizin için (bütün kaideleri, hükümleri ve evrenselliğiyle) dininizi kemale erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım!” (Mâide, 5/3) denildiğine, kemal ve ekmel ufku gösterildiğine göre, اَللَّهُمَّ اَلْإِيمَانَ الْأَكْمَلَ، وَاْلإِسْلاَمَ اْلأَكْمَلَ، وَاْلإِحْسَانَ اْلأَكْمَلَ، وَاْلإِخْلاَصَ اْلأَكْمَلَ، وَالْمَعْرِفَةَ التَّامَّةَ، وَالْمَحَبَّةَ التَّامَّةَ، وَالصَّدَاقَةَ التَّامَّةَ، وَاْلاِسْتِقَامَةَ التَّامَّةَ، وَالتَّوَكُّلَ التَّامَّ، وَالتَّسْلِيمَ التَّامَّ، وَالتَّفْوِيضَ التَّامَّ، وَالثِّقَةَ التَّامَّةَ “Allah’ım iman, İslam, ihsan ve ihlası en mükemmel şekilde yaşamaya muvaffak eyle; her yönüyle tam, kusursuz ve eksiksiz marifet, muhabbet, sadakat, istikamet, tevekkül, teslim, tefviz ve sikayı bize müyesser kıl!..” diyorsunuz ve bunu vird-i zebân etmişsiniz. Bunları derken, aynı zamanda o duanızın kabul olacağına inancınızla diyorsunuz; çünkü bunu O (celle celâluhu) emrediyor: Derken, kabul olacağı inancıyla diyeceksiniz. Kat’iyyen “Diyorum, diyorum ama kabul olmuyor!” demeyeceksiniz.
Hazreti Sâhib-i Zî-şan, Andelîb-i Zî-şan (sallallâhu aleyhi ve sellem) يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ يَقُولُ: دَعَوْتُ فَلَمْ يُسْتَجَبْ لِي “Acele etmezse, (sizden) herkesin duasına icabet buyurulur.” (Acele nasıl mı olur?) “Der ki: Yalvarıyorum, yalvarıyorum, bir türlü arzu ettiğim şeye nâil olamıyorum!” buyuruyor. يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ “Acele etmezse, (sizden) herkesin duasına icabet buyurulur.” Nasıl acele ediyor? يَقُولُ: دَعَوْتُ دَعَوْتُ “Der ki: Yalvarıyorum, yalvarıyorum…” Tekrar edebilirsiniz, iki defa buyuruyor O (sallallâhu aleyhi ve sellem) دَعَوْتُ، دَعَوْتُ، دَعَوْتُ، فَلَمْ يُسْتَجَبْ لِي “Yalvarıyorum, yalvarıyorum, dua edip duruyorum ama bir türlü arzu ettiğim şeye nâil olamıyorum!” Böyle bir ruh haleti içine girmiyorsanız, Allah, dediğiniz şeylere icabet buyurur.
Ee siz hep, bunu dediniz. Çoğunuz, zannediyorum, alın teriyle kazandığınız şeylerle -ki فَنِعْمَ وَبِهَا “Ne hoş.. Ne kadar güzel! Baş-göz üstüne!”- okullar yaptınız, burslar verdiniz, فَنِعْمَ وَبِهَا ne kadar hoş!.. Gayr-ı meşru bir şey, bir rüşvet almadınız. Değişik spekülasyonlara girmediniz. İrtikâplara, ihtilaslara yelken açmadınız. Dünya, hezâfiriyle karşınıza dikildiği zaman, ona bir tekme vurdunuz. Allah Rasûlü’nün, mübarek eliyle, dünyanın temessülünü ittiği gibi, “Git, Bana kendini kabul ettiremezsin!” dediniz. Ee canım, sizin en günahkârınız Kıtmîr… Hani insan günahkâr olunca, dünyaya tâlip olur. “Dünya talebi”, saltanat, debdebe, ihtişam, günah ile mebsûten mütenâsiptir. Ne kadar âhiret hesabına kaybetmiş ve ne kadar Allah namına kaybetmiş ise, o kadar Kârûn gibi balıklamasına dünyaya dalmıştır bir insan. Ee sizin Kıtmîr’iniz; içinizde bulunmak suretiyle Hazreti Rasûl-i Zî-şana kavuşabilme ümidini hep taşımış birisi… Ama yeryüzünde bir dikili taşı olmamış. Binlerce, milyonlarca seveni olmuş; “Yahu, benim de bir odam olsa!” dememiş.
Vakıa bir yerde bir tahta kulübe yapmışlardı. Fakat bir hased tsunamisi geldi, onu da aldı götürdü oradan. Dünyanın değişik yerlerinden gelenler, “Bir de bakalım bu tahta kulübe ne imiş!” diyorlardı. Çünkü iki metre böyle, iki metre de böyle… Altı seneye yakın talebelere hizmetçilik yaptım orada; beş-altı sene. Sağ olsun, yine dindar görünen insanlar, oradan uzaklaştırılmam mevzuunda Uhud savaşı veriyor gibi -âdeta- savaş verdiler. Sonra kala kala bir tahta kulübe kaldı; gelenler “Hele bakalım ne imiş bu tahta kulübe!” diyorlardı. Görmesinler, etmesinler diye, onu da söktü, attılar. Evet, sağ olsunlar; Selefîlerin mezarları dümdüz yaptıkları gibi, onlar da Selefîlikten hissedar olmuş olacaklar ki, öyle yaptılar. Evet, şahsım adına hakkım helal olsun!.. Vesselam.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.