Süfyâniyet çağı, toplumsal cinnet ve hukuk mücadelesi
Hak kapısının tokmağını çal dur ama kullardan asla lütuf bekleme; yoksa hiç farkına varmadan sen de peylenmiş olabilirsin!..
Hiç durmadan iste!.. Öyle bir kapıdan istiyorsun ki, O (celle celâluhu), Kendisinden isteyenleri geriye boş döndürmüyor. Evet, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ “Acele etmezse, (sizden) herkesin duasına icabet buyurulur.” “Acele” nasıl oluyor? يَقُولُ: دَعَوْتُ (دَعَوْتُ) فَلَمْ يُسْتَجَبْ لِي “Der ki: Yalvarıyorum, yalvarıyorum, bir türlü arzu ettiğim şeye nâil olamıyorum!”
Menkıbe ya, o büyüklere ait; Hazreti Cüneyd-i Bağdâdî bir şey için tam altmış sene Cenâb-ı Hakk’a yalvardı. Tam altmış sene… “Altmış sene sonra verdi bana onu!” diyor. Ama o yalvarmalar, dua olarak -Allah kapısında, o kapının tokmağına dokunma şeklinde, (أَجِبْ (اِسْتَجِبْ “İcabet buyur Allah’ım!” şeklinde- onun defter-i hasenâtına kaydoldu. Öbür tarafta, o defter teşhir edilince bir meşher-i a’zamda, “Allah Allah! Ne kadar çok istemiş, hiç durmadan! Hiç ümitsizliğe kapılmamış, ye’se düşmemiş; ümitsizliği mâni-i her-kemal bilmiş, bataklık görmüş; uzağında durmuş ye’sin/ümitsizliğin.”
Çünkü yeis, kâfir sıfatıdır. وَلاَ تَيْئَسُوا مِنْ رَوْحِ اللهِ إِنَّهُ لاَ يَيْئَسُ مِنْ رَوْحِ اللهِ إِلاَّ الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ “Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyin. Şurası bir gerçek ki, O’na inanmayan kâfirler güruhu dışında hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yûsuf, 12/87) Evet, ümitsizlik kâfir sıfatıdır ama bazen mü’minde de bulunabilir. Çünkü her mü’minin her sıfatı mü’min değildir, bazı sıfatları kâfir olabilir; bazı kâfirlerin, mü’min sıfatları bulunduğu gibi. Bunu da o çağın bülbülü/andelib-i zîşânı söylüyor.
Duamız: اَللَّهُمَّ لُطْفًا مِنْ لَدُنْكَ تُغْنِينَا بِهِ عَنْ أَلْطَافِ مَنْ سِوَاكَ “Allah’ım! Ulu Dergâhından bizlere öyle bir lütufta bulun ki, Sen’den gayrı bütün mâsivâdan gelebilecek iyilik ve lütuflardan bizleri müstağni kılsın!”
Falandan/filandan utûfet bekleme, lütuf bekleme!.. Farkına varmadan, peylenmiş olabilirsin. İnsan hiç farkına varmaz, satılmış olur, peylenmiş olur. Sonra bu defa onların borazanı haline gelir. Onlar ne derlerse, onu yapar. Ama bir insanın eli hep Hak kapısının tokmağında ise, o asla satılmaz. “Subhânallah!..” ile, “Elhamdülillah!..” ile, “Allahu Ekber!..” ile o tokmağa dokunuyorsa… Fakat hadis-i şerifte önce “Allahu Ekber” ifade ediliyor: اللَّهُ أَكْبَرُ كَبِيرًا، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ كَثِيرًا، وَسُبْحَانَ اللَّهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا İşte o tokmak, o; o dil, bu. Bununla o kapıda olduğunu ifade edeceksin!..
O’nun kapısı, her yerde, herkese açık.. O (celle celâluhu), mekandan münezzeh.. ne cisim, ne araz, ne cevher, ne mütehayyiz.. ne yer, ne içer, ne zaman geçer. Cümlesinden berîdir Allah! “Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir / Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah. // Tebeddülden, tagayyürden dahi elvân ü eşkâlden / Muhakkak ol müberrâdır budur selbî sıfâtullah.” (Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri) Densizler, nâdanlar, vandallar, birilerinin direktifi ile bazı şeyleri çarpıtarak, -hâşâ- Zât-ı Ulûhiyete zaman, mekan, tahavvül, tebeddül, tagayyür isnad ediyor gibi gösterseler bile, o türlü şeylerin rüyasına dahi “Bin defa estağfirullah!” deriz; rüyasına bile bin defa estağfirullah!..
Hasedi imanın önüne geçtiğinden, samimi mü’minleri karalamayı bile meslek edinen, Süfyâniyet çağının taylasanlılarını da Allah’a bırakın!..
Dolayısıyla, yalan söyleyenleri, iftira edenleri Allah’a bırakın. Cenâb-ı Hak, فَذَرْنِي وَمَنْ يُكَذِّبُ بِهَذَا الْحَدِيثِ سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لاَ يَعْلَمُونَ “O halde, bu şerefli Söz’ü yalanlayanla Beni başbaşa bırak. Öylelerini bilmedikleri, farkına varmadıkları yerden derece derece helâke sürükleyeceğiz.” (Kalem, 68/44) buyuruyor; “O yalan söyleyenleri Bana bırak!” diyor Allah Rasûlü’ne. Yalan söyleyenleri, iftira edenleri, tezviratta bulunanları, insanları karalamaya çalışanları… Utanmadan “Okudum!” diyenleri, okumadıkları halde; her şeyi çarpıtanları, altını-üstünü kesip biçip şekillendirenleri… Bunlarla dine hizmet eden insanları itibarsızlaştırmayı hedef alanları, bırakın Allah’a!.. اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ “Allah’ım onları Sana havale ediyoruz!” deyin, bırakın Allah’a!.. O (celle celâluhu) görüyor. Siz, sabrınızla test ediliyorsunuz; yani, sizi size gösteriyor; yoksa O (celle celâluhu) biliyor; Semî’, Basîr, Karîb…
Cenab-ı Hak, وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) diyor. وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ Yine, وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ “Nerede olursanız olun, O (celle celâluhu), sizinle beraberdir!” (Hadîd, 57/4) buyuruyor. Kur’an-ı Kerim, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Hiç tasalanma, Allah bizimle beraberdir!” (Tevbe, 9/40) dediğini anlatıyor. Mekan mı nispet ediliyor Allah’a?!. Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor: لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا Keza, وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ Mekan mı isnad ediliyor? Ama gel gör ki, diplomalı cahiller, nâdânlar meseleleri çarpıtıp bir camiayı karalamaya çalışıyorlar. Hizmet edemediklerinden dolayı, “Neden onlar hizmet ediyor, biz edemiyoruz?!.” dercesine bir haset sergiliyorlar.
Antrparantez: Haset ve çekememezlik öldürücü bir marazdır; başkalarının yaptıklarını yapamayanlar, küfür ölçüsünde cinayetlere girerler. Bunun kestirmeden ifadesi şudur, birine göre: “Hased, bazen küfrün yaptırtmadığını yaptırtır!” Onun içindir ki, Hak dostu, “Ben, hâsidden daha ziyade mazluma benzeyen bir zâlim görmüş değilim!” diyor. Kim söylüyor bunu? Tâbiîn’in büyüğü, Hasan Basri Hazretleri. “Ben, hâsidden (hased edenden) daha ziyade mazluma benzeyen bir zâlim görmedim!” Hazreti Pîr, izah sadedinde, hasedin evvela hâsidi/hased edeni yakıp bitireceğini belirtiyor; “Hased ve kıskançlıkta öyle bir muaccel ceza var ki, o hased, hased edeni yakar.” diyor. Kendisinin yapmadığı/yapamadığı şey biri tarafından yapılıyorsa, hasetçi bir kere daha yanar, bir kere daha yanar.
Biliyor musunuz, bu yalanlar, tezvirler ve İbn Selûl’lerin direktifleri ile iş yapanlar var ya!.. Bunların topu birden hayatlarında beş tane insana kendi değerlerimizi anlatamamış ve sevdirememişlerdir. Burada yemin edebilirim. Onlar (tarafımızdan kaleme alınmış olan kitapların hepsini, Din İşleri Yüksek Kurulu olarak dikkatlice okuduklarını söyleyip tenkit edenler) yetmiş kitabı okuduklarına yemin edemezler, çünkü yalan. Ama ben yetmiş defa yemin edebilirim; beş tane insana Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevdirememişlerdir; “Edille-i şer’iyye-i asliye”yi sevdirememişlerdir; “Edille-i şer’iyye-i fer’iyye”yi -geleneklerimizi, an’anelerimizi, din tarafından belki bir yönüyle elenen/elenerek bize kadar gelen, intikal eden örflerimizi ve âdetlerimizi- sevdirememişlerdir. Mübarek ülkemizi, analarla dolu o mübarek ülkenin güzelliğini -ütopyalarda olduğu gibi- beş tane insana sevdirememişlerdir. Bundan dolayı hased ile yanıyor ve kavruluyorlar. Nezaketim müsaade etseydi, “geberiyorlar” derdim. Fakat size saygısızlık olur diye, kendi küstahlığımı burada perde altına alıyorum; onu dememişim kabul edin. Ölüyorlar…
Saçları var, sakalları var… Ama Süfyân’a uyan, arkasından sürüklenen taylasanlı yetmiş bin tane Horasanlı… Asya milletlerinden gelip Süfyân’a uymuş, Deccal’e uymuş insanların olacağını Kitabü’l-Fiten ve’l-Melâhim’de Hazreti Sâdık u Masdûk (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyor. Çağ; bir Süfyân çağı, enâniyet çağı, bencillik çağı, gurur çağı, saltanat çağı, villa çağı, filo çağı, saray çağı… Ve çokları bunlar ile tıpkı pazarlardaki behâim gibi peyleniyorlar.
Fazilet hissi insanlarda mehâbetullahtandır
Bu peylenen insanlar içindir ki Kur’an-ı Kerim, أَمْ تَحْسَبُ أَنَّ أَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ أَوْ يَعْقِلُونَ إِنْ هُمْ إِلاَّ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلاً “Yoksa sen onlardan çoğunun söz dinlediğini yahut aklını çalıştırdığını mı sanıyorsun? Doğrusu onlar yolu şaşırmada davarlar gibi, hatta daha da şaşkındırlar.” (Furkân, 25/44) buyurur. Onlar, yol-yöntem bakımından hayvandan daha aşağıdırlar.
Zira fazilet hissi insanlarda, Allah korkusundandır. “Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır / Fazilet hissi insanlarda, Allah korkusundandır.” “Korku” meselesi biraz bazılarını ürküttüğünden dolayı, vezne dokunuyor ama vezne dokunma günahını işleyerek, diyorum ki “mehâbetullahtandır”; fazilet hissi insanlarda, mehâbetullahtandır. “Yüreklerden silinsin -farz edelim- havfı Yezdân’ın / Ne irfanın kalır tesiri katiyen, ne vicdanın. // Hayat, artık behâimdir; hayır, ondan da alçaktır…” Böyle bir çağda yaşıyoruz. Bu konu, uzun boylu olarak, kalemi işlek birisinin ele alıp bunu kalem ile kâğıtlar üzerine işleyeceği bir konudur. Enâniyet çağı; bencillik, egoizm, egosantrizm, narsizm çağı… Herkes, o bir parçacık enâniyetini, erimeyen aysberg gibi görüyor. Ateşlere koysanız bile erimiyor. Dolayısıyla Allah, eriyecekleri yerlerde eritecek onları. Aldırmayın bunlara!..
Elektronik tabloda اَلرَّشِيدُ ism-i şerifi çıktı. اَللَّهُمَّ رُشْدًا تَامًّا، تُغْنِينَا بِهِ عَنْ إِرْشَادِ مَنْ سِوَاكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Allah’ım! Dergâh-ı Ulûhiyetinden bizleri öyle kâmil bir rüşd ile, istikamet ve muvaffakiyet ile serfirâz kıl ki, her türlü sürçme ve kaymalara karşı bizleri korusun ve Sen’den gayrısının irşadından bizi müstağni kılsın; ey Erhamerrâhimîn!.. “Reşîd” ism-i şerifin hürmetine, bizi gözü kapalı, kulağı tıkalı, kalbi perişan o zavallılardan eyleme!.. Bugüne kadar ayakta tuttuğun, sâbit kadem eylediğin, çok büyük hayırlara vesile kıldığın gibi… Vifâka ve ittifaka teveccühünün sonucu, birliğe-beraberliğe iltifatının sonucu olarak; yoksa ne bizim haddimize ne de o cemaatin haddine!..
Kimse, O’nun (celle celâluhu) kudret eliyle meydana gelen şeylere sahip çıkmadı; herkes “Allah yapıyor!” dedi. يَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَاءُ، وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ * مَا شَاءَ اللَّهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ * أَعْلَمُ أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَأَنَّ اللَّهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا “Allah, her ne dilerse onu yapar. Şüphesiz Allah dilediği hükmü verir ve onu infaz eder. Allah neyi dilerse, o mutlaka olur; O’nun olmamasını dilediği de asla olmaz. Bilir ve inanırım ki, şüphesiz Allah her şeye gücü yeten Kadîr’dir ve muhakkak ki, Allah, ilim bakımından da her şeyi kuşatmıştır.” Bu, Söz Sultanı’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı. كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلَامِ الْبَشَرِ “İnsanlığın Efendisi’nin sözü, beşer sözlerinin efendisidir.” O, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm öyle buyuruyor.
Bu bahsi bir dua ile tamamlayıp başka bir konuya geçelim: اَللَّهُمَّ دَعْوَةً مُسْتَجَابَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ أَيِّ أَسْبَابٍ سِوَاكَ، تُغْنِينَا بِهَا عَنْ أَيِّ أَسْبَابٍ سِوَاكَ Allah’ım, hakkımızda hayırlı neticelerin vukuu için muztarr kaldığımız anlarda, inayetinin esbâb-üstü müdahalesi adına yaptığımız istek ve dileklerimize cevap ver, yakarışlarımıza icabet buyur. Dualarımıza öyle bir karşılık ver ki; faydalı gördüğümüz şeylere nail olma veya problemlerimizi çözme hususlarında Sen’den gayrısına dil dökmekten, mâsivâyı yardıma çağırmaktan bizleri müstağni kılacak ölçüde olsun!.. Dualarımıza icabet buyur, bizi herhangi bir sebebe muhtaç eyleme! Bizi sebeplere bel bağlamaktan müstağni kıl!..
Milletimizin parlak çehresini kirlettikleri gibi, ülkemizde hukuk sistemini de adeta felç ettiler
Milletimiz, tarihte hakikaten ibret alınacak, ibret levhaları sergilemiş, takdir meşherleri sergilemiş mübarek bir millettir. Biraz evvel bir yanına işaret ederek “analarla dolu” dedim; yani bir yönüyle, şefkatin buhur buhur tüttüğü, bir buhurdanlıkta püfür püfür yukarıya doğru yükseldiği mübarek bir ülke. Değişik vesilelerle arz ettiğim gibi, Campanella, “Güneş Devleti” ütopyasını yazdığı zaman, Devlet-i Aliyye’den haberdar oluyor; “Ben, beyhude bir şeyin çerçevesini çizmeye çalışmışım! Meğer bir yerde bu, yaşanıyormuş!” diyor. Öyle mübarek bir ülke; belli bir dönemde, mübarek insanlarıyla, kadınıyla-erkeğiyle, genciyle-ihtiyarıyla böyle güzellikler meşheri, imrendiren bir ülke; herkesin bağrına koştuğu bir ülke. Bir dönemde o güzellikleriyle, o güzellik meşherleriyle hep yâd ediliyordu. İnsanlar, imreniyordu, bağrına koşuyordu. Hani Fransız Prensi, Kanunî’nin himayesine koşuyor, düşünün. Kim bilir daha niceleri!.. Bugün, falanın-filanın vesayetinde olan insanlar, gelip onun himayesine ve vesayetine giriyorlardı. Ve kocaman bir ülkede muvâsala ve muhabere imkânları -bağışlayın- atın-katırın sırtında yapılıyordu; bir yerden bir yere problemi halletmek için gitmek istediğiniz zaman, aylar alıyordu. Ama böyle bir örnek olmuştu.
Şimdi ise en kötü örnek; problemler sarmalı içinde; her taraftan bakınca -zannediyorum- insanların mânen istifrağ edesileri geliyor. Biraz evvel, onun bir dönemdeki güzelliğinin resmini vermeye çalıştım ama o resmi benden beklemeyin. O gün yaşananları Picasso’ya verseydiniz ve resim çizseydi, Şecere-i Numaniye’de Muhyiddin İbn-i Arabî hazretlerinin dediği gibi, “Râşid Halifeler ve Osmanlı Devleti” çıkardı; tecrîd mülahazası ile öyle bir şey çıkardı ve herkesin -bağışlayın- ağzının suyu akardı. Şimdi ise, midedeki potansiyel, istifrağ; ülkeye karşı, insanımıza karşı… Ve bunu, biz, bize karşı bir saygısızlık olarak alıyoruz; “Benim milletim, böyle bir saygısızlığa maruz kalmamalıydı!” diyoruz.
Ama gelin görün ki, o milletin dırahşan çehresini kirlettiler, mide bulandırıcı hale getirdiler. Öyle ki ülkeyi kirletmekle kalmadılar, dünyanın değişik yerlerinde -esasen- geçmişten tevarüs eden güzelliklerin meşherlerini hazırlayan insanların bile yaptıklarını yıkmak için, yani -bir manada- mabetlere dinamit koymak için seferber oldular. Burada bir yalancıya -bağışlayın- beş yüz bin dolar verdiler. Başka bir ülkede birine okulları kapattırmak için her ay beş yüz bin dolar verdiler. Tek, bu yapılan şeyler yıkılsın diye. Neden? Biraz evvel arz ettim; hased, küfrün yaptırtmadığını yaptırtıyor insanlara. Bakın, değişik yerlerde Allah’a inanmayan Ateistler var, Deistler var, Pozitivistler var, Natüralistler var; var oğlu var. Fakat hiçbiri bu şenaate, bu denâete teşebbüs etmiyor. Fakat genel manzara bu, Türkiye’de.
Ülkemizde adalet sistemi meflûç; meflûç değil, yoğun bakımda. Adalet sistemi, yoğun bakıma alınmış. “Oksijenle, dıştan oksijen üflemek suretiyle, acaba kaç gün daha yaşatabiliriz?!.” Öyle, o hale gelmiş; oksijenlik… Serkârların çoğunun aklı başında değil. Aklı başında bir psikiyatrist -ki, onun da kahtı yaşanıyor- görse bunları, aklı başında biri görse, “Bunların çoğu deli!” der.
Evet, antrparantez bir şey arz edeyim; Bir gün biri gelmişti; bugün yine kalemini deliler hesabına kullanan birisi, o zaman Kıtmîr’i ziyaret etmişti. Türkiye’deydim daha, Beşinci katta. Beş, dört, üç; hepsi bunların sıfırlandı, bildiğiniz gibi. Masada oturuyoruz, çay mı içiyoruz, yemek mi yiyoruz; ben dedim, “Yahu bu mübarek ülkede paranoya yaşanıyor!” O, benim dediğimi az hafife alırcasına… Şimdi sağ olsun, kalemini o istikamette kullanıyor, sağ olsun, Allah uzun ömür versin; şu anda yaptığı şeyi sevap zannediyor, defter-i hasenâtına günah döktürüyor. Evet, isim söylemek memnu’, gıybet olur; çünkü gıybetten korkarım ben. “Yahu hocam! Allah aşkına ne paranoyası? Düpedüz ülkede cinnet yaşanıyor!” dedi. Fakat herkes deli olduğundan, farkında değiller bu meselenin.
Bir antrparantez ile bir hikâye daha anlatayım; bahsetmişimdir: Hepatit oldum askerlikte. Onların Amerika’da kesilmiş etlerini yemediğimden, gıdasızlıktan falan, çok zayıf düştüm; altmış küsur kilo; düşünün, sadece galiba kemik kalmıştı. Dolasıyla hastaneye yatırdılar orada. Hatta beni hastaneye sevk eden doktor subay dedi ki, “Senin işin bitik!” Hastaneden çıktıktan sonra da “Nasıl olsa öleceksin, kendi memleketine gitsen iyi olur!” diye ekledi. Üç ay hava değişimi verdiler. Orada bizim yattığımız Dâhiliye koğuşundan bir koridor ile Asabiye koğuşuna geçiş oluyordu. Asabiye koğuşundan birisi, sık sık bizi ziyarete geliyordu. O, kendi koğuşundakileri deli görmüyor, bizi deli görüyordu. Özür dilerim, bağışlar mısınız? Evvela bağışlamanızı alayım. Evet, “Merhaba deliler, zır deliler, zır zır deliler, hınzır deliler!” diye bizi -Dâhiliyedekileri- selamlardı.
Toplum, bu hale gelince, bu sürüleşmiş demektir. Ve sürüklenip birilerinin arkasından giderler. Nasıl itibar kaybettiklerinin farkında değillerdir. Belli bir dönemde şuna-buna bazı şeyler yedirmek suretiyle ca’lî ve sun’î kredilerini/itibarlarını korumaya çalışırlar; fakat o, bir yere kadar.
Adalet mekanizmasını da bir cinnet sistemine dönüştürdüler; fakat, asla ümitsizliğe düşmemek ve hukuk mücadelesinden vazgeçmemek lazım!..
“Adalet, meflûç!” dediniz. Hayır, yeni bir sistem oluşturmuşlar, yeni bir cinnet sistemi, farklı. Esasen Anayasa Mahkemesine gidemezsiniz, diğer mahkemeler işliyorsa, Adliye işliyorsa. Yargıtay işliyorsa, orada da hakkınızı arayacaksınız. Yargıtay’da da aleyhinizde çıktıysa, Anayasa Mahkemesine müracaat edeceksiniz. Orada da aleyhinizde bir şey çıktıysa, sonra da İnsan Hakları Mahkemesine müracaat edeceksiniz.
Bir kere Yargıtay’ın önüne setler oluşturmuşlar, gidemiyorsun orada. İki sene insanları içeride tutuyorlar, ifadelerini almıyorlar, iddianame hazırlamıyorlar, “Bekleyin!” diyorlar, “Müstahak size; çünkü ‘hak’ dediniz siz. ‘Hak’ diyenlere, yaptığımız şeyler bunlar, size müstahak!” Bu da, onların hukuk mantığı… “Hak!” diyorsunuz, maruz kaldığınız şeylere “müstahak” oluyorsunuz. “Kıyak” değil mi? Özür dilerim, halk dili oldu biraz, hakkınızı helal edin! Oradan, mahkemeden sıyrılsanız, gideceksiniz bir o kadar da, iki sene, üç sene, Yargıtay’da bekleyeceksiniz. Oradakiler de zaten korkuyorlar; başta onlar hakkında iki defa, üç defa, dört defa müebbet isteniyor. Kime? Kime müebbet isteniyor? Belli bir dönemde ya bir makale yazmış, ya bilmem ne yapmış, ya falan, ona.
Efendim, Karakuşî karar… Hırsız girmiş eve, talan etmiş. Sonra çıkarken, “Kapıdan çıkacağıma pencereden ineyim!” demiş. Evin penceresine de o günlerde bir boya çalmışlar, az kayganmış. Sonra hırsız, oradan, pencereden aşağıya doğru atlarken, düşmüş, ayağı kırılmış. Gitmiş muhakemeye; Kadı Karakuş’a ev sahibini şikâyet etmiş. Sonra, Karakuş da ev sahibini mahkûm etmiş, idama mahkûm etmiş. Hırsızın ayağı kırıldı; o kırık ayağıyla artık nasıl hırsızlık yapacak, nasıl rüşvet alacak; nasıl bir kısım fetva eminleri bulacak, onlara para döktürecek, onları peyleyecek, satın alacak, sonra dediğini güçlendirecek, elini güçlendirecek?!. Bütün bunlar, onun ayağının sağlam olmasına bağlı; Karakuşî mantığı. “Asın bu adamı!” diyor, “Hırsızın ayağının kırılmasına sebebiyet verdi!” Önceden bir darağacı koymuşlar oraya. Götürüyorlar ev sahibini asmaya. Efendim, bu defa adamın boyu biraz uzun geliyor, darağacı yetmiyor ona. Gelip diyorlar ki, “Efendim, darağacı biraz alçak düşmüş, adamın boyu da uzun, asıyoruz asılmıyor!” Kadı Karakuş, “Götürün onu, getirin başka birisini asın!” diyor. Karakuşî karar…
Hukuk, böyle… Yargıtay, böyle… Bütün bunları geçerseniz şayet -Kaf dağını geçmek gibi bir şey- Anayasa Mahkemesine gideceksiniz. Anayasa Mahkemesinin bu mevzuda bir şey yapması için de yine evvela onların kurduğu süs mahkemesine müracaat edeceksiniz. Lüks muhâkeme o, lüks; Anayasanın da üstünde, lüks muhakeme. Efendim, oradan da bir şey çıkarsa şayet, bu defa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaat edeceksiniz. Dolayısıyla, burada dendiği gibi, hakikaten ümitsizliğe düşebilir hak arayan insanlar.
Fakat Üstad’ın ifadesiyle, “Yeis, mâni-i her kemâldir.” Mehmet Akif aynı hakikati şöyle seslendirir:
“Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
…
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?
…
Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olan ruhunu, vicdânını bağlar.”
Bence yürekli olmak, durduğumuz yerde dimdik durmak lazım, Allah’ın izni ve inayetiyle. Yürüdüğümüz yol, bizi İnsanlığın İftihar Tablosu’na doğru götürüyor mu? Bütün işaretler hep O’nu işaretliyor mu? Hedefte O (sallallâhu aleyhi ve sellem) görünüyor mu? Mesele, Kitap’a, Sünnet’e, Selef-i Sâlihîn’in sâfiyâne içtihatlarına uyuyor mu, uymuyor mu? Müzakereli Hadis okunuyor mu okunmuyor mu; şimdi Müslim otuz Hadis kitabıyla beraber mütalaa ediliyor mu edilmiyor mu? Otuz Fıkıh kitabı beraber mütalaa ediliyor mu edilmiyor mu? Bütün bunlara rağmen, bir santim yanlışınız var ise, dönmüyorsanız, sizi Allah’a havale ederim ben! Fakat yürüdüğünüz yol, Kitap’ın, Sünnet’in, Selef-i Sâlihîn’in -bir yönüyle- şâfiyâne, sâlihâne yolu ise, inşirah veren yolu ise şayet, o yoldan dönmeye “döneklik” denir, hafizanallah. Allah, o yolda sabitkadem eylesin! Allah, Râşid Halifelerin yolundan ayırmasın bizi! Kara saraylara, filolara, villalara kalb kaptırmaktan, kalb kaptırma aşağılığından, kompleksinden sizleri, bizleri muhafaza buyursun!.. Yeryüzünde isterse bir dikili taşımız olmasın; olmasın!.. Kıtmîr, öbür tarafa yürürken, öyle yürüyecektir. Hesabını vereceği bir şeyi arkada bırakmadan, öyle yürüyecektir. Ama Allah, onların hesabını da onlardan soracaktır.
Yolun sonunda Hakk’ın rızası varsa, başımızdan aşağıya meteorlar yağsa, balyozlar inip-kalksa, bizi potalara koysalar ve madenler gibi eritseler de yine katlanmalıyız!..
Bence, ye’se kapılmamak lazım. Çünkü tarihi tekerrürler devr-i dâimi içinde hadiseler, hep böyle cereyan edegelmiş. Mehmet Âkif, “Kânun-i İlâhî, göreceksin ki, değişmez.” diyor; göreceksin ki, değişmez âdet-i İlahî. Eğer değişseydi, Ulû’l-azim Peygamberler hakkında değişirdi. “Diğerlerini bırak!” sözü ile demeyeceğim, onların hepsi başımızın tacı; fakat şimdilik bahis-mevzuu etmeyelim onları. Hazreti Nuh (aleyhisselam); Kur’an, Ulû’l-azim peygamber olarak ifade buyuruyor mu, buyurmuyor mu? Hazreti İbrahim (aleyhisselam), Hazreti Musa (aleyhisselam), Hazreti İsa (aleyhisselam) ve medâr-ı iftihar, şeref-i nev’-i insan, ferîd-i kevn u zaman, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem). Şimdi -zannediyorum- Alvar İmamı’nın ifadesiyle, “İnsanlığın İftihar Tablosu’nun başına gelenlerin onda biri eğer sizden birinizin başına düşseydi, araya kılıç girerdi!” Ne demekse?!. Ona (Alvar İmamı’na) göre böyle; ben bunu, kulaklarımla duymuştum. Fakat çevirip şöyle diyeyim; “O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) başına gelenler, Everest tepesinin başına inseydi, o tepe Lût gölünün dibine dönerdi!” Evet, O’na her şeyiyle medyunuz. “Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet / Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.”
Evet, yol bu ise, başımızdan aşağıya meteorlar yağsa, balyozlar inip-kalksa, bizi potalara koysalar ve madenler gibi eritseler, yine de katlanmalıyız. Yol bu ise, yöntem bu ise, hedefte O’nun (celle celâluhu) rızası görünüyorsa ve o hedefte işaret alametleri Kur’an’ın işaretleri ise şayet, Sünnet-i Sahiha’nın işaretleri ise şayet, bence, dişimizi sıkıp katlanmalıyız. Çünkü katlanmışlar…
Hazreti Nuh, katlanmış. Bir yerde iş son kerteye gelince, رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ “Rabbim, ben mağlup oldum, ne olur bana yardım et!” demiş. Arz-ı hâldir, bu. “Allah’ım! Yenik düştüm. Ne olur, nusretin! Nusretin!..” Tabiatıma mal edeceğim nusretin. “İfti’âl” kipinden alacak olursanız; “Tabiatıma mal edeceğim nusretin, Allah’ım!” O zaman, “Nâçâr kalacak yerde / Nâgâh açar ol perde / Dermân olur her derde / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.” (Erzurumlu İ. Hakkı hazretleri) Hazreti Nuh, رَبِّ إِنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ deyince, Cenâb-ı Hak, “o sebeple” mi, fâ-i sebebiyye veya “onu müteakip” mi, fâ-i tâkibiyye şöyle buyuruyor: فَفَتَحْنَا أَبْوَابَ السَّمَاءِ بِمَاءٍ مُنْهَمِرٍ * وَفَجَّرْنَا الْأَرْضَ عُيُونًا فَالْتَقَى الْمَاءُ عَلَى أَمْرٍ قَدْ قُدِرَ “Biz de (duasını kabul buyurup), göğün kapılarını açtık da, sular boşalmaya durdu. Yeri de göz göz yarıp, suları fışkırttık. Nihayet, (gökten boşalan, yerden fışkıran) sular, takdir buyurulan işin yerine gelmesi için yükselmesi gereken noktaya kadar yükseldi.” (Kamer, 54/11-12) Gökten boşalan, yerden fışkıran… Bunlar iltika edince, bir araya gelince, yeryüzü -bir yönüyle- seylaplara yenik düşüyor. Ancak onun (Hazreti Nuh’un) “sefine-i necât”ına binenler kurtuluyor, ona inananlar kurtuluyor.
Hazreti İbrahim, nâr-ı Nemrud’a atılıyor. Hanginiz nâr-ı Nemrud’a atıldınız? Hazreti Musa -haşa ve kella- bir mücrim gibi adım adım takip ediliyor. Adım adım, tâ zalimler denizde, deryada boğulacakları âna kadar. Seyyidinâ Hazreti İsa (aleyhisselam), yine o Ulû’l-azim peygamberlerden. Nâsıralı genç. Kaçamak, oradan oraya seyahat ediyor; orada burada nasihat ediyor; adım adım takip ediliyor. En sonunda kaldığı yeri keşfediyorlar. Bir dönemde sizin evleri keşfedip baskınlar yaptıkları gibi… Şimdi evleri keşfedip, miting meydanlarında “Tanıdıklarınızı haber verin, baskını biz yapalım. Tanıdıklarınızı haber verin, baskını biz yapalım!..” dedikleri gibi. Aynen öyle…
Ondan kaç asır sonra Ashâb-ı Kehf… Esasen kimler ise?!. Bizim bazı kaynaklarımızda Yemliha, Mekselina, Mislina (veya Meselina), Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyuş. Bir de Kefeştetayyuş çobanının Kıtmîr’i var, bencileyin. Evet, nelere katlanıyorlar!.. Her sokak başında bir çarmıh; her çarmıhta -o gün için- لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، عِيسَى رَسُولُ اللهِ diyen insanlar berdâr ediliyor, asılıyor. Bütün bunlar karşısında çaresizlikle mağaraya sığınıyorlar ve Allah (celle celâluhu), onların -bir yönüyle- “ruh-i hayvânî”lerini muvakkaten alıyor, “rûh-i nefehât-ı Sübhâniye”leriyle onları diri tutuyor; çürümüyorlar. Üç yüz sene, Kur’an dokuz daha ilave ediyor oraya; bazıları bundan Kamerî ve Şemsî seneleri çıkarıyorlar; “Kamerî o kadar yapar, Şemsî de o kadar yapar!” diyorlar. Evet, Hazreti İsa’nın yolunda yürüdüklerinden dolayı, onlar da bilhassa bir kısım Ehl-i Kitap tarafından da -Dakyanus değil sadece- aynı şeylere maruz bırakılıyorlar.
Bütün bu çekilenleri üst üste yığın, bunları toplayın. Gerçi farklı şeyler toplanmaz, Matematikte. Ama siz toplayın, olsun; Matematiğe o kadar aykırılık olabilir. Toplayın; İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektiği yanında, onda bir yapar. Sizin çektikleriniz de onlardan en az çekeninin çektiği yanında onda bir yapar. Bence, Allah aşkına bu kadarına katlanın!.. Katlanın!.. Birileri Dakyanusluk yapsın; siz Yemliha, Mekselina, Meselina, Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyuş; ee bir de Kıtmîr’iniz var; olsun, ekip tamam, Allah’ın izni ve inayetiyle.
Onların sayılarının yedi olduğu söyleniyor; yedi midir, esasen? Kur’an-ı Kerim, sayıları mevzuunda, سَيَقُولُونَ ثَلاَثَةٌ رَابِعُهُمْ كَلْبُهُمْ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْمًا بِالْغَيْبِ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ “(Ashab-ı Kehf ve kıssasının verdiği dersler üzerinde düşüneceklerine, insanlar bizzat hadise üzerinde yoğunlaşıp ayrıntılara girecek ve) kimisi, ‘Üç kişiydiler, dördüncüleri köpekleriydi.’ diyecek; daha başkaları, ‘Beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi.’ diyeceklerdir. Bunların yaptıkları, gaybı taşlamaktan ibarettir. Bazıları da, ‘Yedi kişiydiler, sekizincileri köpekleriydi.’ diyecektir.” (Kehf, 18/22) dedikten sonra, قُلْ رَبِّي أَعْلَمُ بِعِدَّتِهِمْ مَا يَعْلَمُهُمْ إِلاَّ قَلِيلٌ فَلاَ تُمَارِ فِيهِمْ إِلاَّ مِرَاءً ظَاهِرًا وَلاَ تَسْتَفْتِ فِيهِمْ مِنْهُمْ أَحَدًا “(Rasûlüm,) de ki: ‘Onların kaç kişi olduğunu Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında sağlam ve doğru bilgi sahibi çok az insan vardır.’ Dolayısıyla, onlar hakkında bilinen gerçeklerin dışında herhangi bir kimse ile münakaşaya girme; onlar hakkında tartışanlardan da herhangi bir şey sorma.” (Kehf, 18/22) buyuruyor. Her dönemde bunlar olacaklarına göre, bence, işte bu kadar da olabilir. Dünyanın değişik yerlerinde de böyle olabilir. Ve bunların hepsi, değişik dağların tepelerinde/zirvelerinde Sevr Sultanlığına sığınmış gibi, Hira Sultanlığına sığınmış gibi, Allah (celle celâluhu) onların “ruh-i hayvânî”lerini alır, “ruh-i insânî”leri ile, وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي (ona ruhumdan üfledim) (Sâd, 38/72) hakikatine bağlı ruh-i insânîleri ile, onları devam ettirir.
Falana-filana hınç, kin ve nefretin ifadesi olarak değil, mazlumların kurtuluşu ve ülkemizin geleceği için, şahit olduğumuz zulümleri herkese anlatmalıyız!..
Ha, ille de her şeyin sizin döneminizde olması, o Hizmet şiirinin kafiyesinin sizin tarafınızdan konması şart değil. Sen tohum at git, kim hasat ederse etsin!.. Evet, sen tohum at git, kim hasat ederse etsin, biçerse biçsin, döğerse döğsün, değirmene götürürse götürsün!.. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), tohum attı; fakat öyle sağlam tohumlar attı ki, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdü; arkadan gelenler, aynen, O’nu adım adım izlediler; Ebu Bekr u Ömer u Osman u Ali; Hasan u Hüseyin, Aşere-i Mübeşşere… (radıyallahu anhüm ecmaîn) Kıtmîr, diyorum ben bu tabiri: Onların yüzü suyu hürmetine duamızı kabul buyur; مِنَ الْمُصْطَفَيْنَ اْلأَخْيَارِ مِنْ أَصْحَابِ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ “Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ashabından seçkin, bütünüyle temizlenmiş ve o en hayırlı zatlar hürmetine!..”
Ashâb-ı Bedir başta olmak üzere, وَمِنَ الْمُصْطَفَيْنَ اْلأَخْيَارِ مِنْ أَصْحَابِ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ashabından seçkin, bütünüyle temizlenmiş ve o en hayırlı zatlar hürmetine, Allah’ım, bizi onlara bağışla; onların yolundan ayırma!.. Bu kötülükleri yapan, Firavunların yapmadığı kötülükleri yapan insanları da, Allah’ım, hidayetlerini murad buyuruyorsan, “an karibi’z-zaman” (en yakın zamanda) hidayet eyle! Kalblerini telyîn etmeyi murad buyuruyorsan, telyîn eyle; yumuşat kalblerini Allah’ım! Kasvetten kurtar!.. O kasvetli kalb ile ne kabir aşılabilir, ne mahşer geçilebilir, ne Cennet’e girilebilir, ne de Cehennem’den âzâd olunabilir. Allah, hidayet eylesin!..
Bence bütün dünya mazlumları, mağdurları, mehcûrları, mahcupları, mazurları, mahrumları… Daha neleri?!. Efendim, bu mevzuda değişik kelimeler kullanabilirsiniz. Dünya duydu bunları ve çoğu, yapılan şeylerin mahiyet-i nefsü’l-emriyesine de muttali oldu. Muttali olmayanlara da o duymayı değerlendirmek suretiyle, sizin anlatmanız gerekiyor: Zulüm var, gadir var, feryad u figan var, bir damla ekmeğe muhtaç olan insanlar var. Binlerce insan, yüz binlerce insan gadir yaşıyor. Yüz binlerce insanın yaşaması, milyonlarca insanın içinin yanması demektir; Kıtmîr’e kadar, milyonlarca insanın içine kan damlaması demektir. Çünkü içeriye alınan yüz binlerce insan.. ihtifâ eden yüz binlerce insan.. yurdunu-yuvasını terk edip firar eden insan.. hicret eden insan… Bunların anneleri, babaları, amcaları, dayıları, evlatları vardır. Her bir insanı elli ile, yüz ile, bir de tanıdıklar ile hesap edecek olursanız, binlerle çarptığınız zaman, milyonlarca insanın içine her ân kan damlıyor. Kan damlıyor… Kanlı katiller tarafından.. kanlı katiller tarafından.
Ölenlerin hadd u hesabı yok. Çileye maruz kalanların hadd u hesabı yok. Çıplak vücutları istif halinde, değişik yerlerde teşhir edilenlerin hadd u hesabı yok. Öyle hadd u hesabı yok ki, Lenin görseydi, “Ben, bu haltı yapmamıştım!” diyecekti, “Asyalı insanlara!” O açıdan böyle bir mazlumiyeti, mağduriyeti, mahcuriyeti, mahkûmiyeti dünya duydu; duymayanlara da anlatmak lazım.
Bu falana-filana hıncın, kinin, nefretin, mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinin ifadesi olarak değil. Esasen, mübarek vatanımızın eşrârdan, füccârdan, hattârdan, -bence- kurtarılması lazımdır. Ama onların yaptıkları, kanlı katillerin yaptıkları gibi değil; “medenilere galebe, ikna iledir!” Hâlâ aklı başında beş-on tane insan varsa, onlara meseleyi anlatmak suretiyle, dünyaya meseleyi anlatmak suretiyle, derdimizi dinletmek suretiyle, Allah’ın izni ve inayetiyle, eşrârın şerrinden, füccârın keydinden, kâidûnun hıyanetinden kurtarmak, bir vecibedir. Ama demokratik yollar ile.. cumhurî yollar ile.. insanî yollar ile.. وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) fehvasınca, mukabele-i bi’l-misil’e “kâide-i zâlimâne” diyoruz; mukabele-i bi’l-misil, kâide-i zâlimânesi. “Isırdılar; biz de buna karşı diş gösterelim!” Hayır, çünkü biz, insanız, elhamdülillah.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.