Peygamberler yolunda ibadetten aşka
Çoklarının kayıp gittiği Süfyâniyet asrında kalblerimizi dinde sâbit kılması için Allah’a sığınmalı ve çok dua etmeliyiz!..
Allah (celle celâluhu), kimsenin ayağını kaydırmasın! (Amin!..) Kunût’ta her zaman okunduğu gibi, belki namazın secdesinde de onu tekrar edip durmak lazım: رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i Imrân, 3/8) Allah’ım! Bizi hidayete erdirdikten sonra, kalblerimizi kaydırma! Başka hedef arkasında sürüklenme fırsatı verme veya bizi o duruma düşürme! إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ Sen, karşılıksız, meccânen lütfeden bir Rabb ü Rahîm’sin, bir Gafûr u Kerîm’sin, bir Hannân u Mennân’sın, bir Rahîm u Rahmân’sın!..
Çok iyi bildiğiniz gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) vird-i zebân ettiği bir dua da şuydu: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دَيْنِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Benim kalbimi dininde sabitleyip perçinle!” O (sallallâhu aleyhi ve sellem), vazifeli; O, durduğu yerin, konumunun, Allah karşısında durumunun da farkında. Ve aynı zamanda hususî bir donanım ile gönderilmiş; herkesin elinden tutma istidâd, kabiliyet ve donanımıyla gönderilmiş. Ama bazen yüz defa “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Sen, benim kalbimi dinin İslamiyet’te sâbit kıl!” buyuruyor.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle diyor. Şimdi O dediğine göre!.. Bu, O’nun rehberliğinin muktezası olabilir; kendi ufku açısından da onu söylemiş olabilir. O, kalbinin ne türlü evrilip çevrilmesinden endişe duyuyorsa… Belki bir “ân-ı seyyâle”, hemen -böyle- gelip geçici bir saniye; “O ölçüde beni, Sen’den gâfil kılma!” manasında diyor olabilir. Yatarken, kalkarken, uyurken… Zaten öyle; “Gözlerim uyur, ama kalbim uyumaz!” buyuruyor. Demek orada bile o vird-i zebânı O’nun. Fakat hangi ufkun ifadesi olarak onu diyor?!. يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دَيْنِكَ O ne manada söylerse söylesin, bunun daha çok arkasında kemerbeste-i ubudiyet içinde saf bağlamış insanlara rehberlik olduğuna inanıyorum. Adeta “Hâ böyle deyin işte! ‘Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Sen, kalbimizi İslamiyet’te sabit kıl!’ deyin.” buyuruyor.
Bazı sahabe efendilerimiz soruyorlar; Hazreti Âişe validemiz de aynı soruyu tevcih ediyor: “Yâ Rasûlallah, bu duayı ne kadar da çok tekrar ediyorsunuz?” Buyuruyorlar ki اَلْقَلْبُ بَيْنَ اِصْبَعَيْنِ مِنْ اَصَابِعِ الرَّحْمَنِ يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ “Kalb beyne isba’ayni min esâbi’ı’r-Rahmân’dır, onu istediği gibi evirir, çevirir.” Bunlar, müteşabih ifadeler: Evet, kalb, Cenâb-ı Hakk’ın parmakları arasındadır; onu durmadan evirir, çevirir, döndürür. Hafizanallah, hiç farkına varılmadık bir şey ile insanın kalbi öyle bir kayma yaşar ki!..
Günümüzde gördüğünüz gibi… Bu döneme “Sâhib-i zaman”, belli bir devirde “Süfyân dönemi” demiş. Süfyan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından haber verilmiş. Ayrıca, “Kıyamet kopacağı âna kadar -Bu da kesretten kinaye midir?- otuz küsur tane Deccâl zuhur edecek.” buyurulmuş. Bunlar, söyledikleri “yalan”lara kendileri bile “doğru” olarak inanan insanlar, demek. Deccâl’e “mübalağalı yalancı” diyebilirsiniz; zira hadiste de “kezzâb” tabiri geçiyor ki, “mübalağalı ism-i fâil”dir. Mübalağalı yalancı; öyle yalancı ki, yalan söyler, yalanının farkında değildir. Yalan söyler, yalanı doğru söylüyor gibi zanneder, “Doğru söylüyorum!” zanneder; yalanı insanlığın yararına faydalı olacak diye söyler.
İnsan, Rabbine en yakın olduğu secde hâlinde en çok değer verdiği hususları O’ndan talep etmelidir!..
Bu açıdan, kendimizi Rabbimize en yakın hissettiğimiz anlarda bu bu en önemli, hayatî konularda dua etmeli, O’na sığınmalıyız. Neyi çok hayatî biliyorsak, onları Rabbimize en yakın olduğumuz zaman dile getirmeliyiz. Buraya girdiğimde elektronik levhada o vardı; biraz da ondan mülhem söylüyorum: İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun Rabbine en yakın olduğu an secde hâlidir.” buyuruyor. Kulun, Allah’a en yakın olduğu hal ve dem… “Baş-ayak aynı yerde / Öper alnı seccâde / İşte insanı yakına/yakınlığa taşıyan cadde.” Kestirmeden Allah’a ulaşmak istiyorsanız, başınızı yere koyduğunuz, ayaklarınızı koyduğunuz aynı yere başınızı koyduğunuz, başın-ayağın bir araya geldiği anda.. ve secdenin de “Ah, ben de sana ne hasretim; iyi ki başın beni okşadı!” deyip başınızı öptüğü anda…
Bir de bu sevinçten dolayı gözyaşı döküyorsanız, kalbinizin sesini orada dillendiriyorsanız, mızrap yemiş bir kalb ile orada inliyorsanız: اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ “Allahım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkarana (Yaratan’a) secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allah’ım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.”
Bakın: Bu ağzı yarattı, bu dudakları yarattı, bu dili yarattı, bu gözleri yarattı… Riyazî düşünce ile bunu ihtimal hesaplarına vurduğunuz zaman, bu meselenin büyüklüğünü anlarsınız. Sistematik olarak sadece gözler, trilyonda bir ihtimalle ya olur ya olmaz. Ya ağız, ya dil, ya burun, ya kulak?!. Sadece kulak, burun, boğaz açısından meseleyi ele aldığınız zaman, onu her şeyi bilen bir ilm-i muhît sahibi, bir meşîet-i tâmme sahibi, bir irade-i tâmme sahibi Zât-ı Ecell u A’lâ’ya (celle celâluhu) vermediğiniz takdirde, izah etmek mümkün değildir. Görüyor musunuz materyalistlerin nasıl bir çıkmaz içinde bocaladıklarını, naturalistlerin nasıl bir çıkmaz içinde bocaladıklarını ve meseleyi evolüsyon ile irtibatlandırmaya çalışan insanların nasıl bir çıkmaz içinde bulunduklarını?!. Mümkün değil bu!.. Evet, ona girmeyeceğim, ben o meseleye girmeyeceğim.
“Baş-ayak, aynı yerde, öper alnı seccâde.” Bu işte onun manası: أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) buyuruyor. “Orada çok dua edin!” Sizin için en önemli şey nedir? Bir: Benim gibi sıradan kulluk seviyesine göre meseleyi ele alacak olursanız, dünyada yapacağınız şeylerin, işlerinizin mamur gitmesi, öbür tarafta da şöyle-böyle Cenâb-ı Hakk’ın alıp sizi Cennet’lerde bir otağın içine oturtması, aynı zamanda ayaklarınızın dibinden de ırmaklardan bir ırmağın akması… Bu, sıradan insanların, bendeniz gibi sıradan insanların isteyeceği bir şey.
Bunun üstünde bir şey vardır: Çok defa burayı bütün bütün siler veya çok defa siler, elinin tersiyle iter, “Dû cihandan el yudum, hânümânım kalmadı!” filan deyip siler elinin tersiyle; fakat yine gözünü diker ahiretteki o çaylara, o ırmaklara, o villalara ve bir de Kur’an-ı Kerim’de anlatılan hûrîlere. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis-i şeriflerinde onlardan bahsedilirken, güzellikten ve şirinlikten kinaye olarak denilir ki: “Hûrilerden birisi, nikabını açıp dünyaya tecelli etse, aydınlanır doğu-batı arası her yer.” Bunlardan bahsedilince, insanda ciddî imrenme olur. Evet, bu ikinci derecedeki biri de bunlara imrenir ama “ubûdiyet”ini tam yerine getirir, “ibadet”in biraz üstünde, bir aşkınlık içinde, içten yapar.
Kur’an’ın ifadesiyle, قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ “Mü’minler, muhakkak kurtuldu ve gerçek mazhariyete ulaştılar. Onlar, namazlarında (Allah’ın huzurunda bulunuyor olmanın şuuruyla) tam bir saygı, tevazu, içtenlik ve teslimiyet içindedirler. Onlar, her türlü boş, faydasız ve manâsız sözlerden ve davranışlardan yüz çevirir ve uzak dururlar.” (Mü’minûn, 23/1-3) O, biri birinin zıddı; biri, “namazı hüşû içinde kılarlar”; ikincisi, “faydasız sözlerden ve davranışlardan yüz çevirir.” Kalbleri tir tir titriyordur. O titreme, namaz halinde kendisini ortaya koyar. “Eğer kalbinde haşyet olsa, Allah’a karşı derin bir saygı olsa, o, bütün davranışlarından, tavırlarından da dökülür.” fehvasınca, okursunuz onu orada. Resmini çizeceğiniz zaman, haşyete göre bir şey çizersiniz onda. Âdeta Cenâb-ı Hakk’ın teveccühleri sağanak sağanak başından aşağıya yağıyor gibi görürsünüz onu. Bu da meselenin “ubûdiyet” yanıdır.
“Leyla’nındır Mecnun, Şirin’in Ferhat / Ben dîvâne aşkın bînevasiyem.”
Bir de bunun ötesinde bunun “ubûdet” yanı var ki, zannediyorum, enbiyâ-ı ızâm, hep o istikamete kendilerini salmışlardı ve o akıntı ile hep “Ehadiyet”, “Samediyet”, “Vâhidiyet” ummanına doğru akıp gidiyorlardı. Gözlerinden her şeyi silip atmışlardı, sadece O’nu (celle celâluhu) düşünüyorlardı. Cennet bile, hûrî bile, gılman bile akıllarına gelmiyordu.
Evet, kimileri için de ahiret lezzetleri önemli olabilir; onlar da onu dilerler. Fakat bazıları da -işte- tamamen “ubûdet” dairesi içinde o meseleyi yaparken, birer âşık u sâdık gibi hep “Cennet, Cennet dedikleri / Üç-beş saray, üç-beş hûrî / İsteyene ver Sen anı / Bana Seni gerek Seni.” derler ki bu söz Yunus Emre’ye aittir. Daha niceleri, aynı istikamette neler demiş, neler demişlerdir. Ezcümle, Niyazî-i Mısrî gibi, “Sağ u solum gözler idim / Dost yüzünü görsem deyü / Ben taşrada arar idim / Ol cân içinde cân imiş.” demişler. “İşit Niyâzî’nin sözün / Bir nesne örtmez Hakk yüzün / Hak’tan ayân bir nesne yok / Gözsüzlere pinhân imiş.” Şiddet-i zuhûrundan muhtefî, zıddı olmadığından, muhtefî; zira eşya-varlık, zıddıyla -esas- bilinir. “Eşya” (“şey”in çoğulu) dedim. Zât-ı Ulûhiyet’e de “şey” denebilir. نُسَمِّي اللهَ “شَيْئًا”، لاَ كَاْلأَشْيَاءِ denir Bed’ü’l-Emâlî’de; “Allah da bir ‘şey’dir ama sizin ‘şey’ dediğiniz şeyler türünden değildir.”
Evet, onlar da gönüllerini -isterseniz “kaptırma” deyin- O’na kaptırmışlardır. Bütün enbiyâ-ı ızâmı aynı kategoride mütalaa edebilirsiniz. Onların vârislerini, aynı kategoride mütalaa edebilirsiniz. Fakat bazılarında “aşk” ağır basar; onlar, tıpkı “lav”lar gibi hep fışkırır dururlar. Bazılarında da “sadâkat” hâkimdir, aynı zamanda o his, o heyecan, o ihsas ve o ihtisaslarını, o sürekli kaynayıp durmalarını, Hazreti Ebu Bekir gibi, içlerinde saklarlar, dışarıya vurmazlar. Eğer başınızı onların iç dünyalarına bir soksanız, âdetâ Cehennem alevleri gibi her şeyin kaynayıp durduğunu görürsünüz. O kadar “sadâkat” ile Allah’a karşı bağlıdırlar.
Tâife-i nisa içinde de öyleleri çoktur. “Sıddîk”in kerime-i mükerremesi ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zevce-i mübeccelesi, onlardan birisidir. “Âişe-i Sıddîka” demişler; “âşık u sâdıka” diyebilirsiniz ona da veya “Âşıka-i Sâdıka”. “Âşıka” tabirini de hiç kullanmamışlar. Sanki kadınlardan hiç âşık olan olmamış gibi!.. Oysa Şirin Ferhat’a, Ferhat Şirin’e; Leyla Mecnun’a, Mecnun Leyla’ya; Vâmık Azra’ya, Azra Vâmık’a aynı şekilde âşıktı; birbirlerine karşı tutkun idi bunlar. Daha niceleri; çağın Vâmık’ları, Azra’ları, Leyla’ları, Mecnun’ları… Ama farklı şeylere, basit şeylere tutkunlukları var. İnsanın bir şeye tutkunluğu varsa, tutkun olması gerekli olan şeylerden de kopmuş olur. Onlar, zarurî ihtiyaçlardır; yeme, içme gibi zarurî ihtiyaçlardır. Onları engellemek, tabiata karşı savaş ilan etmek demektir. Onlar, yerine getirilmelidir fakat kalbin atışları, hep O’nun (celle celâluhu) için olmalıdır.
Kalb her zaman لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ diye atmalı, sinede onun tonu duyulmalıdır. Bu ses tonuyla derdi Hazreti Alvar İmamı Muhammed Lütfi Efendi. Derken, kalbi, hep o ritme uyardı, öyle derdi. Kim bilir bizim görmediğimiz, bilmediğimiz daha nice âşık u sâdıklar, soluklarında bile hep O’nu ifade ederler. “Öyle soluk almalıyım ki ben, onu Picasso gibi birisi, tecrîd ruhu ile resmetse, ‘Allah’ lafzı çıkmalı oradan; öyle soluk almalıyım!..” derler. Sizin de meslek itibarıyla, hedefe aldığınız şey, budur. Dünya sultanlığı değil, bir yerdeki bir hükümranlık değil.
Bunlar, çok gerilerde, basit şeylerdir. Belki kulluklarını bile “ibadet” şeklinde, takliden yerine getirenlerin hedefidir. Onlar, yetiştikleri ortam -esasen- imana açık bir ortam olması itibarıyla inanmışlardır. Takliden yatıp kalkıyorlardır sadece. Alınlarını yere koyuyorlardır ama secdenin şuurunda değillerdir. Eğilip rükûa gidiyorlardır ama orada birilerini kandırma plan ve projeleri yapıyorlardır. Allah’a en yakın oldukları lahzada zihinlerinin o istikamete daha iyi çalışacağını düşünerek; “Şimdi burada, tam düşünülecek şey!” filan diye, belki onu düşünüyorlardır. El-pençe divan dururken orada, dünyaya ait hesaplar peşinde koşuyorlardır. Zavallılar… Böyle koşanlar, koşar koşar, doğru yolda takılır kalırlar.
Fakat gönlü Allah için çarpan insanlar, Allah’ın izniyle, Cenâb-ı Hakk’a doğru yükselir dururlar. Daha doğrusu, kendi uzaklıklarını aşma istikametinde mesafe kat’ ederler. O (celle celâluhu), bize, bizden yakındır. “Hak’tan ayân bir nesne yok / Gözsüzlere pinhân imiş.” O (celle celâluhu) da buyuruyor: وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) “Ben, insanlara şah damarlarından daha yakınım!” Evet, o uzaklık, bize ait. Cismanî arzular, garîze-i beşeriye, nefsânî hisler, şehevânî duygular, dünyaperestlikler, kinler, nefretler; bizi O’ndan (celle celâluhu) uzaklaştıran şeyler. O bizim yakınımızda, çok yakınımızda olduğu halde, biz, kendimizi uzaklığa atıyoruz. Yapacağımız şey de o uzaklığı aşarak -esasen- o Yakın’a (celle celâluhu) yakın olmak; kalblere, şah damarından daha yakın olan Zât’a yakın olmak, O’nu öylece duymak.
İşte, secde, bu yakınlığın en güzel şekilde ifade edildiği, “ubûdet”e ait, “ubûdiyet”e ait, “ibadet”e ait bir tavrın unvanıdır. Şimdi herkes secdede kendisi için ne önemli ise, onu ister. Arz ettim: “İbadet” seviyesindekiler, onu isterler; “ubûdiyet” seviyesindekiler, onu isterler; “ubûdet” seviyesindekiler de onu isterler. Tabir-i diğerle, meseleyi müşahhaslaştıracak olursak; “âbid”ler, onu isterler; “zâhid”ler, onu isterler; “âşık”lar da onu isterler. Bu son ikisini (zâhid ve âşıkları) mukayese yapanlar diyor ki: “Zâhidin gönlünde, Cennet’tir temennâ ettiği / Âşık-ı dilhastenin gönlündeki Dildâr’ıdır.” O (zâhid), “Cennet!” diyor sadece; “Cennet!” deyip oturuyor, “Cennet!” deyip kalkıyor. Öbürüne (ârif-i billah âşıka) gelince, o “Ne edeyim Cennet’i, O’nun (celle celâluhu) Cemâlini müşahade etme ve Rıdvan’ına erme olmadıktan sonra!..” diyor.
Biz dualarımızda her zaman, ister kelâm-ı lafzî isterse de kelâm-ı nefsî ile, her şeyden önce Hakk’ın rızasını ve onun en önemli vesilesi olan i’lâ-i kelimetullahı talep etmeliyiz.
Allah ile aramızdaki münasebetler açısından bizim için en değerli şey ne ise şayet, o değerli şeylere cevab-ı sevabın verildiği yerde, secdede, onu istemeliyiz Allah’tan… İsteğe mutlaka cevap verildiği yerde, onu istemeliyiz.
Sizin için de bugün en önemli mesele: “İ’lâ-yı Kelimetullah” adına, اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا لِمَا تُحِبُّ وَتَرْضَى “Allahım, sevdiğin ve hoşnut olduğun şeylerde bizi muvaffak eyle!” اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ، وَكَلِمَةَ الْحَقِّ وَاْلإِسْلاَمِ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ “Allahım! Nâm-ı Celîl’ini, dünyanın değişik yerlerinde bayrak gibi dalgalandırmaya bizi muvaffak eyle!” Şimdi birileri, ondan rahatsızlık duyuyor; bu işi derpîş etmiş (göz önünde bulundurup gereğini yapmış) arkadaşlarımızın önünü kesmek istiyorlar. Allahım, Sen, o zavallılara, o gafillere, o câhillere de fırsat verme!..
Değişik adlar/namlar takarak, bir kısım şom ağızlar “Terör örgütü!” diyerek ve başka yerlerde para dökerek Hizmet gönüllülerini karalamaya ve bu işin önünü almaya çalışıyorlar. Fakat siz böyle bir meseleye dilbeste olmuş iseniz.. “Nâm-ı Celîl-i İlahî, minarelerden daha yüksek minarelerde bir bayrak, bir sancak gibi dalgalansın, başka bir şey istemiyoruz.” diyorsanız.. “Nâm-ı Celîl-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) gittiğimiz her yerde bir bayrak gibi dalgalanmasını arzu ediyor, başka bir şey istemiyoruz.” diyorsanız.. “Bütün bu temel esaslara bağlı geleneklerimiz, göreneklerimiz, an’anelerimiz, örflerimiz var; bunları âleme tanıtmalıyız!” diyorsanız… Allah’a en yakın olduğunuz anlarda bir taraftan bu taleplerinizi seslendirmeli, diğer yandan da önünüzü kesmek isteyenlerin şerlerinden O’na sığınmalısınız.
Değişik İslam ülkelerinde temel kaynakları İslam olan, farklı örf, âdet ve gelenekler ortaya çıkmıştır. Sizin de esası dininize dayanan kendinize ait örf, adet ve gelenekleriniz vardır. Ve dünyanın -belki- çok yerinin bunlardan haberi yoktur. Şimdi adınız duyulunca, nâmınıza millet az muttali olunca, hakikaten merak ile sizi okumaya çalışıyorlar. Dün de burada misafir insanlar vardı, farklı bir yerden gelmişler. Adını sonradan duyduğumuz, buraya geldiğimiz zaman “Böyle bir ülke varmış!” diye öğrendiğimiz bir ülkeden insanlardı. Sabah, “Az dersi de temaşa edelim.” diye geldi, burada oturdular. Ama inanın sanki elli sene sizin ile beraber camiye gelmiş, yanınızda durmuş, başlarını sizinle beraber secdeye koymuş insanlar gibi. Sizin bütün değerlerinize karşı saygılı ve bu değerlerin zedelenmemesi adına yürekleri çarpıyor heyecanla. Yaptıklarını yapmışlar, elli defa üzerlerine -size ait müesseselerin yıkılması için- giden insanlara karşı, -Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle- kollarını makas gibi açmış ve “Burası, çıkmaz sokak!” demişler, “Bunlara ilişemezsiniz!” demişler. Bayanı öyle demiş, erkeği öyle demiş; öyle demişler. Şimdi bu kadar bilindikten sonra, duyulduktan sonra, -bence- başınızı yere koyduğumuz zaman, kelâm-ı nefsî ile veya kelâm-ı lafzî ile onu dilemelisiniz.
Kelam-ı nefsî ve kelam-ı lafzî tabirleri bir yönüyle Yahya İbn Ma’în hazretlerine aittir. Ahmed İbn Hanbel’in muasırı. İmam Buhari, Müslim gibi kimselerin, Ebu Davud gibi kimselerin, Ahmed İbn Hanbel gibi kimselerin de aynı zamanda Hadis’te üstadıdır, Yahya İbn Ma’în. O dönemde, Ahmed İbn Hanbel, kırbaçlar altına inliyor; “Kur’an, mahlûktur, diyeceksin!” diye zulmediyorlar. Müslümanlar yapıyor bunu; “Kur’an, mahlûktur!” demesi için zorluyorlar. Yani, Kur’ân’ın yaratılmış bir şey, Allah’ın yarattığı bir şey olduğunu kabul etmesini istiyorlar. Oysa Kur’ân, kelâm-ı ezelîdir; o, mahlûk değildir esasen. Fakat Yahya İbn Ma’în, işin içinden sıyrılmak için, bir ictihadda bulunuyor. İctihadda hata da olabilir. “Kelam-ı lafzî” itibarıyla, yani bizim ağzımızdan çıkan şekli itibarıyla, kalemimizle sayfalara yazılması itibarıyla, kitap haline getirilmesi itibarıyla kelâm-ı lafzî olduğunu söylüyor. “Bu itibarla mahlûktur.” diyor; “Ama aslı itibarıyla, Allah’ın emri olarak, Cibrîl vasıtasıyla veya vasıtasız, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mir’ât-ı mücellâ olan kalbine aksetmesi itibarıyla, o, mahlûk değildir!”
Bu kadarına bile tahammülü olmayan Ahmed İbn Hanbel, kırbaçlar altında, vücudunda yaralanmadık yer kalmamış ama onlara üzülmüyor ve “Off!” demiyor da çok yakın arkadaşının, Yahya İbn Ma’în’in böyle demesi karşısında çok üzülüyor. Onu taviz sayıyor, “Evyah!” diyor, “Evyah! Taviz verildi bu mevzuda!” Oysaki Yahya İbn Ma’în ictihad yapıyor o mevzuda. Ve zannediyorum biraz evvel, onun o mülahazasını size yarım yamalak arz etmeye çalışırken, siz de mahzursuz görüyor gibisinizdir o meseleyi. Fakat Ahmed İbn Hanbel, kendi temel değerlerine öyle saygılı ki, ondan bir santim bile taviz vermek istemiyor.
Hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemeyen ve önce kendisi dosdoğru yolda hidayet üzere yürüyen insanlardır gerçek rehberler.
Hazreti Gazzali’nin, İhya-i Ulumiddîn adlı eserini okuyoruz. Onun bahisleri ele alırken “vera” meselesini ifadesi sadedinde meseleye bakabilirsiniz. Elinizi bir şeye uzatacağınız zaman, mesela, “Bu bardak benim mi acaba? Bu tabak benim mi?!. Bu çay benim miydi acaba? Bu suyun parasını da ben vermiş miydim?” kuşkularını yaşama. Veya birine bağışladığınız bir kitabı, onun odasına gittiğiniz zaman, yine ona sormadan almama; “O kitabı acaba elime alabilir miyim?!” deme. Sen vermiştin başta, fakat artık onun mülkü olmuş o. “Ona elimi sürebilir miyim?!.” Ona elini uzatırken tereddüt yaşama. Vera… Bu ölçüde bir hassasiyet ile meselelere yaklaşma meselesi. İşte o ubûdiyetten ubûdete sıçrama basamağıdır, miracıdır, asansörüdür. Birinin hakkını tam vermeyince, bir yukarısına sıçrayamazsınız.
Bu açıdan da -geriye dönüyorum- sizin yaptığınız şeyler, enbiyâ-ı ızam’ın yaptığı şeylerdir. Onun için yolunuza “peygamberler yolu” deniyor. Çünkü peygamberler, yaptıkları şeyler karşılığında dünyevî hiçbir şeye o işi bağlamamışlar, hiçbir beklentiye bağlamamışlar. Dünyevî değişik şeylere bağlantılı olarak kutsal şeyler yapanlar bile, başarılı olamamışlardır ve ortaya koydukları başarılı gibi görünen şeyler de devam etmemiştir. Onun için onlar -bir kısım farklılıklarla pek çok ayet-i kerimede vurgulandığı üzere- إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللهِ “Benim ücretimi verecek olan ancak Allah’tır.” beklentisizliğini seslendirmişlerdir.
Aynı şeyi Yâsîn Sûresi’nde, Habîb-i Neccâr diyor: اتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ “Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yâsîn, 36/21) Kendileri hidayet yolunda, peygamberler yolunda yürüyorlar ve aynı zamanda karşılığında da sizden bir şey istemiyorlar. Eğer bir gömlek ile bu işe girmişlerse, mezara gidileceği ân bile, “Yahu kefen parası da yok, bunu bu gömlek ile mi gömsek acaba?!.” dedirtecek kadar o mevzuda istiğnâ ruhu ile hareket ediyorlar.
“Allah için yaptığım hizmet karşılığında, bir cübbe ölçüsünde bir şey alacaksam, Allah canımı alsın, yerle bir olayım!” Bu mülahaza ile hareket etme!.. Dünyevî saltanat adına kutsalları kullanma değil de gerçekten Allah yolunda bile olsa, yaptığı hizmeti asla bir beklentiye bağlamama!.. Şayet “Onunla, başımı sokacağım bir binam olsun! Onunla, benim bir arabam, bir zırhlı arabam olsun; birkaç tane zırhlı arabam olsun!” diyorsan veya biraz daha Nemrutlaşarak “Bir sarayım olsun! Birkaç yerde, gittiğim her yerde başımı sokacağım bir villam olsun!” mülahazalarına kapılmışsan ve hizmetlerini onlara bağlamışsan, peygamberler yolundan çoktan çıkmışsın sen!.. Adım adım, “Acaba tam izine bastım mı?!” diye la’în şeytanı takip ettiğinin farkında değilsin!.. La’în şeytanı takip ediyorsun!.. Arasıra camiye gelsen bile, la’în şeytanı takip ettiğinin farkında değilsin. Kur’an, ölçü veriyor: اتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ “Kendileri, adım adım peygamberler yolunda yürüyor ve karşılığında da sizden bir şey istemiyorlar!..”
Hâlis niyetle yola çıkmışsanız, hedeflediğiniz noktaya ulaşamasanız bile, Cenâb-ı Hak sizi ötede hedefi yakalamışsınız gibi mükâfatlandırır; zira ameldeki boşlukları hâlis niyet doldurur.
Bu niyeti koruduğunuz takdirde, hedeflediğiniz ufka ulaşırsınız. Tam ulaşmasanız da Allah tam ulaşmışların mükâfatıyla mükâfatlandırır. Çünkü “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır!” Buharî’nin ilk hadîsini hatırlayın. Hadîsin ilk râvisi de Efendimiz’den, kim? Hazreti Ömer. İştihar ettiği, kendisiyle meşhur olduğu râvî ise Yahya İbn Sa’îd el-Ensârî. إِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.”
Niyet, Allah ise şayet, o gider, O’na ulaşır. Allah (celle celâluhu), arada bıraktığı boşluğu doldurur: “Kulum, sen kul idin; garize-i beşeriyen vardı, cismanî baskılar altında bunları yaptın. Esasen on metrelik bir mesafe kat’ edecektin, fakat beşte kaldın. Bu beşi de Ben, lütfum ile dolduruyorum. Seni o zirveye ulaştırıyorum!” der. Allah’ın rahmetinin muktezasıdır bu. O (celle celâluhu), mecbur değildir: وَمَا إِنْ فِعْلٌ أصلح ذو افْتِرَاضٍ * عَلَى الْهَادِي الْمُقَدَّسِ ذِي التَّعَالِي “Kulun menfaatine olan hiçbir fiil, azamet ve rifat sahibi, mukaddes ve hidayet edici olan Cenâb-ı Hak üzerine farz değildir.” Bu da yine Bed’ü’l-Emâlî’den. Ehl-i i’tizâl, bu mevzuda, “Allah, güzeli yaratma mecburiyetindedir!” der; estağfirullah!.. وَيَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَاءُ “Allah, her ne dilerse onu yapar.” (İbrahîm, 14/27); إِنَّ اللهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ “Şüphesiz ki Allah, nasıl dilerse öyle hükmeder.” (Mâide, 5/1) Allah’a hiçbir şey farz değildir. Fakat rahmetinin vüs’atinin muktezası olarak, mü’minin amelindeki boşlukları onun niyetiyle doldurur.
İşte bir örneği; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı: Yatsı namazını kıldınız. Gece kalkma niyetiyle yattınız. Uykunuzdaki soluklarınız sizin, tesbih olur. Sanki sabaha kadar -Bu da Buharî’nin en son hadisidir.- كَلِمَتَانِ خَفِيفَتَانِ عَلَى اللِّسَانِ ثَقِيلَتَانِ فِي الْمِيزَانِ حَبِيبَتَانِ إِلَى الرَّحْمَنِ: سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ “İki söz vardır ki, onlar dilde hafîf, mîzanda pek ağır, Rahmân nezdinde de çok sevimlidir. Bunlar: ‘Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm’ cümleleridir.” beyanında nazara verilen tesbihleri tekrar etmiş gibi sayılır.
İki kelime vardır ki bunlar, lisanda gayet hafif… İşte gördüğünüz gibi, bu kadar, kolayca telaffuz ediliyor. كَلِمَتَانِ خَفِيفَتَانِ عَلَى اللِّسَانِ Fakat, ثَقِيلَتَانِ فِي الْمِيزَانِ Mizana konduğu zaman ağır mı ağır. Hafizanallah, Allah orada öyle yapmasın ama tonlar ile günah geldi; göz günahı, kulak günahı, ağız günahı, kötülüğe adım atma günahı, kötülüğe el uzatma günahı, kötülüğü düşünme/planlama günahı… Günahlar geldi; getirip kefeye koydular. Fakat öbür taraftan da birden bire bilemediğiniz bir şey, bir pâzubend gibi, geldi; terazinin yukarıya kalkan kefesine kondu. Birden bire dolu gördüğünüz o günahlar kefesi yukarıya kalkıp diğeri aşağıya indi. Diyeceksiniz ki, “Allah’ım, bu da nedir?” سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ tesbihi. Çünkü bu iki kelime ثَقِيلَتَانِ فِي الْمِيزَانِ Mizanda da her şeye ağır basan bir şeydir.
Vakıa, Rasûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselam) hadîs-i şeriflerinde (Bitâka Hadîsi) mizanda ağır basan şey لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ ikrarı olarak anlatılıyor. Efendimiz, birisinin mahşerdeki halini ifade buyurma sadedinde böyle resmediyor. Günahlar, fevkalade ağır basıyor; sonra böyle bilinmedik bir şey, öbür kefeye konuyor. Bu defa, önce ağır basan diğer kefe yukarıya kalkıyor. Kul, “Ya Rabbi, bu nedir?!” diyor; Cenâb-ı Hak da buyuruyor ki: “O, senin dediğin لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ ikrarıdır.” Heyecan, his ve imanın bir mızrap gibi indiği kalbin çıkardığı, yürekten ses-soluk olması şartıyla لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ İşte bu, odur; bu dünyada her şeyden daha ağırdır.
Siz, o niyet ile yattığınız zaman, sabaha kadar soluklarınız, tesbih yerine geçiyor; sanki سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ * سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ * سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ Veya اَللَّهُ أَكْبَرُ كَبِيرًا، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ كَثِيرًا، وَسُبْحَانَ اللَّهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا -Bu da yine O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait.- Veya سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ -Bizim, rükûda söylediğimiz.- Veya سُبْحَانَ رَبِّيَ اْلأَعْلَى -Secdede söylediğimiz.- tesbihleri söylemişsiniz gibi. Bunların hepsi me’sûrât olması itibarıyla, bunların bütünü kastedilebilir. Ve siz, sabaha kadar bunlarla Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmişsiniz gibi yazılır.
Dolayısıyla -bakın- uyku ânı, bir boşluk ânıdır hayatınızda; karanlık bir çizgidir esasen. Fakat Allah (celle celâluhu) -adeta- diyor ki: “Ben, kulumun hayatında -böyle- karanlık bir çizgi istemiyorum. Madem Beni andı, yattı. Sonra Beni anmak üzere, kalkmaya niyet ederek yattı. Ben, o kara çizgiyi de siliyorum, oraya ak bir çizgi çiziyorum, ak bir çizgi çiziyorum!” إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ غَضَبِي “Rahmetim, gazabımın önündedir.” وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) Kendinden beklenen odur. Onun için me’sûratta -münakaşası yapılabilir- كَمَا يَنْبَغِي لِجَلاَلِ وَجْهِكَ، وَعَظِيمِ سُلْطَانِكَ “Senin azametine yakışır şekilde rahmetinin vüs’atine yakışır şekilde yâ Rabbi; Sen, bizi o lütuflar ile serfiraz kıl!” denilmektedir.
Son olarak Norveç’teki hadiseyi kara propaganda malzemesi yaptılar; hayret, bazı kimseler konumlarına bakmadan ve hiç utanmadan iftiralara ortak oluyorlar.
Bir de inşaallah peygamberler yolunda yaptığınız bu büyük işleri, Cenâb-ı Hakk’ın boşa çıkaracağını düşünmeyin; aklınızın köşesinden geçmesin! Bu mevzuda ölsek ölsek dirilsek.. her gün birkaç defa ölsek, kaç defa yine dirilsek.. -Kıtmîr o nimetten mahrum- sizi eşlerinizden mahrum etseler, eşlerinizi de sizden mahrum etseler.. çocuklarınızı anne-babadan mahrum etseler, anne-babayı çocuklarından mahrum etseler… Bence, yürüdüğünüz yolun hatırına bütün bunlara değer.
O bizim efendilerimiz (radıyallahu anhüm), Mekke’de her şeylerini bırakarak giderken böyle çekip gitmişlerdi; böylece Allah’a yürümüşlerdi. Peygamberler yolunda Allah’a yürümüşlerdi. Sevr sultanlığına doğru yürüyen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasından, Allah’a yürüyüvermişlerdi. Ve Allah da onları boşa çıkarmamıştı. Bir gün gayet sühuletle dönüp gelmişlerdi, vatan-ı aslîlerine girmişlerdi; fakat madem “Yesrib”, medeniyet merkezi “Medine” olmuştu, oradaki o Ensâr kardeşlerinin yanına dönmek, onlar için bir vefa borcu idi. Döndüler Ensâr kardeşlerinin yanına, orada imrâr-ı hayat ettiler. Vazifelilerin dışında… Vazifeliler bırakıldı orada, İslamiyet’i öğretsinler, telkin etsinler diye.
Ve böylece cihan, Müslümanların ayaklarına yüz kapattı, Hazreti Ömer devrine gelip ulaştığında. Ne kadar zaman sonra? Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicret buyurdu, on sene.. Hazreti Ebu Bekir’inkini üç sene sayarsanız, on üç sene.. Hazreti Ömer efendimizin on sene, on küsur sene. Yirmi üç sene, yirmi üç sene içinde… Bakın biz yirmi üç sene içinde, ülkenin bir köşesindeki sadece bir terör hadisesi ile başa çıkamadık. Tanklarımız var, uçaklarımız var, eğitim görmüş askerlerimiz var. Allah selamet versin, Allah asker eylesin inşaallah.
Şom ağız, gidiyor bir yerde diyor ki, “Norveç’te olan bu meseleyi de yine F… bilmem ne örgütü planlamış olabilir. Onlar planlamıştır!” Yahu adam, açıktan açığa kendi ülkesinde sana karşı burada diyor onu!.. A be utanmaz adam ya!.. En azından insan, konumu itibarıyla haya eder!.. Konum, bazen konum!.. Safların arkasında, camiye en geriden gelen bir insan, nâ-sezâ, nâ-becâ bir şey işlemişse, zaten arkadan gelen bir insan, beklenirdi bu. Ama imamın arkasında yerini almaya gelen bir insan, öyle nâ-sezâ, nâ-becâ, yakışıksız bir şey yaptığı zaman, o cemaat döner, “Yahu utan be! İmamın arkasında, saff-ı evvelde yerini alıyorsun; yakışır mı bu sana?!.” der.
Hem dünyalarını hem de âhiretlerini karartmakta olan insanlar bir gün burada veya ötede kolu kanadı kırık bir vaziyette karşınıza çıkarlarsa -rica ederim- tebessüm sadakalarınızı onlardan esirgemeyiniz!..
Şimdi onlar -böyle- boşluğun ateşi içinde yanıp kavruladursunlar; siz, Allah’ın izni ve inayetiyle, daha baştan niyetinizle kazanmış oluyorsunuz. Evet, ondan sonra oraya gittiğiniz zaman da, إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلاَئِكَةُ أَلاَّ تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ “Buna karşılık, ‘Rabbimiz Allah’tır’ diye ikrarda bulunup sonra da (bu ikrarın gereği olarak inanç, düşünce ve davranışta) sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine zaman zaman melekler iner. (O melekler, dünyada onları korur, Âhiret’te ise hem dostluk izharında bulunur, hem de onlara şu mesajı iletirler:) (Azap görür müyüz diye) endişe etmeyin, (dünyada iken işlediğiniz ya da işlediğinizi düşündüğünüz günahlar, yapamadığınız iyilikler sebebiyle de) üzülmeyin; size va’d olunan Cennet’le sevinin!..” (Fussilet, 30/41)
Kabirden itibaren… Meleklerin inişi.. “Tetenezzelü” deniyor; ceste ceste melekler inerler: “Ya Rabbi, biz de inip bunu karşılayalım, istikbal edelim!..” Hani insanların ricâl-i devleti istikbal ettikleri gibi… إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا “Rabbimiz, Allah’tır!” dediler ve muktezasını yerine getirdiler. Sonra ruhlarının ufkuna yürüdüler. تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلاَئِكَةُ Melekler inerler, ağızlarındaki vird-i zebanlarıyla… Hani birileri için alkış tutup bir şeyler söylüyorlar; marşlar söylüyorlar, türküler söylüyorlar. أَلَّا تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا Korkmayın, tasalanmayım!.. وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ Size vaadedilen Cennet’lerle müjdeliyoruz sizi, müjdelenin. Muştular olsun size!.. O Cennet’e, Allah’ın müjdelediği, muştuladığı o Cennet’e gidiyorsunuz, öyle bir yoldasınız sizler!..
Böyle diyecekler. O zaman, geriye dönüp o çektiğiniz şeylere bakınca, göreceksiniz ki sinek kanadına bile tekabül etmiyor. Zaten hadis-i şerifte de ifade buyuruluyor: “Dünyanın sineğın kanadı kadar kıymeti olsaydı, Allah’ı inkâr eden bir insan, bir yudum su içemezdi.”
Size zulmedenler ise, hiç farkına varmadan, âhiretlerini dünyada çiğneye çiğneye yiyip bitiriyorlar.. gıybet edip bitiriyorlar.. yalan söyleyip bitiriyorlar.. iftira edip bitiriyorlar.. cami yıkıp bitiriyorlar.. okul yıkıp bitiriyorlar.. okul kapatıp bitiriyorlar.. insanlara işkence edip bitiriyorlar… Bitiriyorlar, bitmiş insanlar!.. Amma size bu kadar kötülük yapan insanlara, sizin son yapacağınız iyilik şudur; yapacağınız şeyleri yapacaksınız, sonra…
Katiyen bütün ruhumun derinliğiyle inanıyorum ki.. sizin samimiyet ve saffetinize güvenerek.. Allah yolunda, başınızı eğmeden, eğilmeden, dünya karşısında yüzünüzü yere sürmeden yürüdüğünüzden ve yüzünüzü sadece Allah karşısında yere sürdüğünüzden dolayı inanıyorum ki.. size bakarak inanıyorum ki.. bir gün o insanlar, ister dünyada ister ukbâda, hayal ettikleri şeylerin ellerinden uçup gittiğini görünce, siz kendi karakterinize göre davranacaksınız!.. Kolu kanadı kırık o insanlar, orada veya burada, orada veya burada, karşınıza çıktığı zaman, Kıtmîr’in ricası olsun: -O kadar reca hakkım var mı sizden, bilemiyorum ve o kadar rica nezd-i Ulûhiyet’te bir şey ifade eder mi, etmez mi, bilemiyorum.- Rica ederim, tebessüm sadakalarınızı onlardan esirgemeyiniz!..
Kötülük yaptılar diye, ne dünyada ne de ukbâda, onlar için kötülük planları içine girmeyiniz!.. Dünyada kalbinizi o türlü şeyler ile kirletmeyiniz! Madem enbiyâ-ı ızâm yolundasınız, onların (aleyhimüsselâm) ahlakı ile ahlaklanarak, öbür tarafta da böyle bir civanmertlik ve böyle bir cömertliği onlardan esirgemeyiniz! Karakterinizin gereği bu!.. Sizi bu mevzuda sâbit-kadem kılan Allah (celle celâluhu), sizi gerçek insaniyet mazhariyetiyle, ahsen-i takvîm mazhariyetiyle serfiraz kılmış demektir. Bence onun gereği, öyle hareket etmektir. Siz, burada da, orada da öyle hareket ediniz, Allah’ın izni ve inayetiyle.
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.