Nifak ve Enâniyet Çağında, İhlâs ve İstikâmet Vesileleri
Hakikî Müslüman, aldansa da aldatmaz; şu fani hayat için asla yalana ve nifaka tenezzül etmez.
Münafık, Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile de çok iyi bildiğiniz gibi, Cehennem’de en aşağı derekede, kâfirlerin de altındadır: إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا “Münafıklar, Cehennem’de, kâfirlerin de altında, en derin derekededirler!” (Nisâ Sûresi, 4/145) İki yüzlülük yaptığından, dindar görünüp dinsizlik hesabına yarış atı gibi koştuğundan, hatta dinî değerleri, kutsalları kendi düşüncesi hesabına birer argüman olarak kullandığından, kâfirden daha tehlikelidir münafık.
Günümüzün insanına düşen şey, nifaktan uzak olmak ve münafıklara karşı teyakkuzda bulunmaktır. Dünyanın değişik yerlerinde her zaman, her yerde karşılarına da çıkabilir bunlar. Fakat zannediyorum, münafıklar, daha çok İslamî duygunun ve düşüncenin hâkim olduğu bir zeminde boy atıp gelişmişlerdir. Zira inkârcılar, güçlü ve kuvvetli oldukları yerde küfürlerini açıkça ortaya koymuşlardır. Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, İbn Ebî Muayt, Velid gibi kimseler nifak gibi bir şey yapma lüzumunu duymamışlardır; çünkü hâkimdirler, güçlüdürler, istediklerini yapmaktadırlar, kendileri gibi düşünmeyenleri zincire vurmaktadırlar. Fakat Medine-i Münevvere’de, Müslümanlar, güçlü hale gelince nifak düşüncesi de boy atmaya başlamıştır.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yesrib’i Medine yapıp medeniyet merkezi haline getireceği âna kadar, münafıklar kendileri için ciddî, çok büyük pâyeler intizarı içinde idiler. Onların bekledikleri şey -esasen- bir taç idi, taçta sorguç idi; fakat o, Gerçek Sahibini (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunca, bunu katiyen sindiremediler, hazmedemediler.
Bu, bir kriterdir her zaman; birileri çok ciddî şeyler beklerler. Beklerler ki âlem, onları alkışlasın, takdir etsin; ister İslam dünyasında, isterse Müslüman olmayan dünyada… Fakat, Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “bu çağ, enâniyet çağı” ve dolayısıyla da münafıklar asrı olduğundan, bunlar da daha ziyade İslamî duygu ve düşüncenin şöyle-böyle hâkim olduğu ve değerlendirmede bir misyon, bir fonksiyon edâ ettiği yerde bulunurlar. Yani, o duygular istikametinde bazı tavırlar sergileyince, insanları sürü gibi arkalarından sürükleyebilecekleri yerlerde -daha ziyade bu türlü yerlerde- boy atar-gelişirler; zemin buna çok müsaittir. Dolayısıyla bu argümanları değerlendirirler ve Müslümanlar, münafıklara çok aldanırlar.
Onun için Hazreti Pîr şöyle der: “İşte sulh-u umumî, afv-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lâzım; tâ ki biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın, derim: Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz.” Bence, elli defa aldansak bile “hüsnüzan, adem-i itimâd” demeli; bizi bugüne kadar aldatan insanlara yine hüsnüzan ile bakmalı ama hançerleniriz diye sırtımızı da dönmemeliyiz!..
Evet, Hazreti Pîr “hüsnüzan, adem-i itimâd” diyor. Bir taraftan, biz ki Müslümanız, aldanırız; fakat aldatmayız. Neden? Yani, biraz dışa göre hareket ederiz; dil, söylüyorsa, ses ve soluk, o istikâmette çıkıyorsa, “yarıp kalbe bakma”ya kimsenin gücü yetmez. Bunu da Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur. Hem de kime? Çok sevdiği Zeyd İbn Hârise’nin oğlu Hazreti Üsâme’ye ki o, gözü gibi aziz bildiği birisidir. Hazreti Üsame, bir müşriği sıkıştırdığı zaman bir ağacın altında, o adam sıkışınca, “Lâ ilâhe illallah, Muhammedun rasûlullah!..” der. O Hazret (radıyallâhu anh) kendi şahsî içtihadı ile, “Bu, korkusundan dolayı söyledi bunu. Savaşıyorduk; düşman bu!” der, onu öldürür orada. Bu haber, Efendimiz’e ulaşınca, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sorar: “Niye öldürdün onu?” Hazreti Üsâme “Sıkıştığından dolayı öyle dedi!” cevabını verince, Efendimiz buyururlar ki, “Yarıp kalbine mi baktın!”
Bakın; bu, sizin için de, bizim için de her zaman söz konusudur. Ağzı “Allah!” diyorsa, “Peygamber!” diyorsa, “Din!” diyorsa, “Diyanet!” diyorsa, “Ben sana inanmıyorum!” diyemezsin. Çünkü sana derler ki, O der ki, gök ehli der ki “Yarıp kalbine mi baktın? Ne biliyorsun belki kalbinden dedi!” İşte bu, hüsnüzan. Fakat hakikaten kalbinden mi dedi, yoksa meseleyi dile-dudağa emanet edip öyle mi söyledi?!. O zaman da “hüsnüzan, adem-i itimâd”. Test etmeden, birkaç defa onu imbikten geçirmeden sırtını dönmemelisin; hançer yiyebilirsin sırtından!.. Evet,, sırtını dönmemelisin, hançer yiyebilirsin sırtından!.. Elinden tutup bir Şah İsmail koltuğuna oturtmamalısın, sırtından yiyebilirsin bir hançer!..
Münafığı tanımak çok zordur, çünkü o her zaman sinsi ve birkaç yüzlü davranır
Onun için münafığı idare etmek, tanımak, onu duyguları ile analiz etmek çok zordur. Onu tam analiz edemeyince de bir karara varamazsınız, düşünceleri hakkında bir sentezde bulunamazsınız. Evvela bir tahlil lazım ki, ondan sonra terkibe gidilebilsin. O tavra göre tahlilde bulunmada çok zorlanırsınız: Bazen Kâbe’de, Mültezim’e yüzünü koymuş ağlarken görürsünüz. Bazen Hacerü’l-Es’ad’e yüzünü sürüyor bulursunuz; “Sana kurban olayım!” der. Fakat kalbi, Ebu Cehil’den daha kirlidir, Utbe’den daha kirlidir, Şeybe’den daha kirlidir. Kâbe’de bile ıslık çalınıp alkışlanmayı bekler; orada da herkes takdir etsin, “Yaşa, senin gibisi yok! Eşin yok, menendin yok; kâkül-i gülberglerinin tek kılına bütün acem mülkü fedadır!” desin. Çevresindekiler böyle yapıp edince, o da kabarır onunla, hindiler gibi.
Geriye dönüyorum: “Bu çağ, münafık çağıdır, enâniyet çağıdır.” İnsanlar, bir damla iken, kendilerini derya görünmeye salmışlardır; bir zerre iken, güneş gibi görünme sevdasına tutulmuşlardır. Ve dolayısıyla da beklentileri, hep öyle büyük olmuştur: “Gittiğimiz her yerde, alkışlarla karşılanalım; âlem, ayağa kalksın, el-pençe divan dursun, Allah karşısında durduğu gibi!..”
Neûzu billah, bir kendilerine “Allah” demeleri kalıyor. Firavun, onu da demişti, çünkü bunlardan daha mert (!) idi; küstahlığını açıktan açığa ortaya koyduğundan dolayı Kârûn da biliyordu, Hâmân da biliyordu, seyyidinâ Hazreti Musa da biliyordu, Hârun da biliyordu.
Ama günümüzdekilere gelince, bunlar, “mine’l-kalâliş”. Evet, Türkçe’den Arapça’ya çevrilmiş mükesser bir cemi; Arapça bilenlere sorarsınız, “kalâliş” ne manaya geliyor? (Kalâliş, burada “kalleş”in çoğulu olarak kullanılıyor.) Dolayısıyla sürekli başkalarını aldatma, kapıkulu yapma, halka -kast sistemine göre- parya nazarıyla bakma; “Sen, benden aşağıda, tâ onuncu basamakta oturan bir varlıksın!” deme, onların huylarıdır.
Böyleleri, mesela biri kalkıp da “Sana dokunmak, ibadettir!” falan, dediğinde, “Sana -Thank you very much!- teşekkür ederim; ne kadar kadirşinas bir insansın!” derler. “Allah’ın bütün vasıflarını hâizdir!” dendiği zaman, “Aman ne kadar takdirkâr, ne kadar kadirşinassın!” mülahazası ile karşılarlar; “Yahu bunu söyleyenlerin ikisi de kâfir oldu!” diyemezler. Fakat Hizmet eden.. Allah rızası için dünyanın dört bir yanına yayılan.. bayrağımızı, millî kültürümüzü, dinimizi ve diyanetimizi bayraklaştırmak isteyen.. Rûh-u Revân-i Muhammedî’nin şehbal açmasını isteyen insanlara, çok rahatlıkla küfür ve dalalet isnat ederler. Bir yerde konuşurken, bir tek insana da demiyor, “Osman hoca!” demiyor, “Ergün hoca!” demiyor, “Reşit hoca!” demiyor, “Ben, bunların dininden şüphe ediyorum!” diyor. Nâm-ı Celîl-i İlahî’yi bayraklaştıranların dininden şüphe ediyor. Fakat Kur’an’a “bakara-makara” diyenin dininden şüphe etmiyor; “Ona dokunmak, ibadettir!” diyenin dininden şüphe etmiyor!..
Dolayısıyla -zannediyorum- bunlara bakarak, “münafık”ı okuyabilirsiniz. Okursunuz ve bir gün aldansanız bile, ertesi gün aldanma çağlayanına kendinizi salmamış olursunuz.
Ama her şeye rağmen, وَاللهُ أَعْلَمُ بِأَعْدَائِكُمْ وَكَفَى بِاللهِ وَلِيًّا وَكَفَى بِاللهِ نَصِيرًا “Allah düşmanlarınızı pek iyi bilir. Allah size dost ve koruyucu olarak yeter; Allah, size yardımcı olarak yeter.” (Nisâ, 4/45) Allah, size veli olarak yeter!.. Allah, size vekil olarak yeter!.. Ebu Hasan eş-Şâzilî hazretleri, kendi virdinde, وَكَفَى بِاللهِ وَلِيًّا وَكَفَى بِاللهِ نَصِيرًا beyanının on defa tekrarını söylüyor. Onun hikmetini ben bilemem; fakat, يَا غَارَةَ اللهِ، حُثِّي السَّيْرَ مُسْرِعَةً “Ey Allah’ın gayreti, ey gayretullah, çabuk yetiş imdadımıza!..” dedikten sonra, müteakip iki mısranın sonunda, وَكَفَى بِاللهِ وَلِيًّا وَكَفَى بِاللهِ نَصِيرًا diyor; on defa tekrar ediyor bunu. Allah, size yardımcı olarak yeter; Allah, size vekil olarak yeter!.. “Allah’a güven, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa, budur; bilmiyorum başka çıkar yol!” Bunu söyleyen de görünüşü ruhu kadar derin, ruhu görünüşü kadar engin, çağın güçlü şairi Mehmet Akif, rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten.
“Dininizi görünüşte âlimlerden değil iç dünyası derin ulemadan öğreniniz.”
Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e nisbet edilen bir beyan şöyledir: “Dininizi ulemadan öğreniniz, hukemâ ile hemhal olunuz, kalb ve ruh insanlarıyla içli-dışlı bulunmaya çalışınız.” Öncelikle, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne buyuruyorsa, O, söz sultanı olduğu gibi sözleri de sözlerin sultanıdır. O’nun söylediği her şey -bir yönüyle- “Cevâmiü’l-kelim” kabilindendir ama cevâmiü’l-kelîm dediğimiz çok mana ifade eden üç-beş kelimelik beyanları, daha ziyade İmam Tirmizî, kendi Sünen’inde nakleder. Buhârî’den, Müslim’den, Ebu Davud-i Sicistânî’den, Nesâî’den, İbn Mâce’den daha ziyade Tirmizî, bunlar üzerinde durur. Mütalaa etmiş olanlar, bilirler bunu. Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne demiş ise, hakikaten çok kestirmeden, çok az kelimeyle, çok muhtevalı sözler söylemiştir. Dolayısıyla, benim aklım, O’nun dediği o derin şeylere çok ermez ama sığ aklım ve idrakimle, mezkûr beyanla ilgili aklıma gelen hususları diyeyim:
“Dininizi, ulemâdan öğrenin!” diyor. Ulemâ, ulemâ-i zâhir değil. Sâdî’nin ifadesi ile, bildiğiyle amel edene âlim denir. Âlim; bildiği şeyleri, okuduğu şeyleri, kitap satırlarında, paragraflarında, sayfalarında, mücelletlerinde gördüğü şeyleri tabiatına mal eden, doğrudan doğruya kitaplaşan insandır. İnsanlar ona baktıkları zaman, ilmi pratiğe döktüğünü görürler. “Ben, Buhârî’yi, Müslim’i, Ebu Davud’un Sünen’ini okudum; Ebu Hanife’nin Fıkh-ı Ekber’ini okudum; Ebu Yusuf’un şu kitabını, İmam Muhammed’in şu kitabını okudum!” filan… Asıl mesele, o değil; okuma değil esasen, okuduğun gibi olmaktır. İmam Muhammed’i okudun ise, İmam Muhammed gibi olmak; Ebu Hanife’yi okudun ise, Ebu Hanife gibi olmak; İmam Ebu Yusuf’u okudun ise, İmam Ebu Yusuf gibi olmak… “Kitaplaşma” derken, esas olan budur. Dolayısıyla “ulemâ-i zâhir” değil, esas “ulemâ-i bâtın”, kitap ne diyorsa, ona göre yaşayan âlimler…
Onun için Sâdî, Gülistan’ında der ki: “Bir zat, okuduğu ilimlerle, o ilimlere göre, amel etmiyorsa, o, câhilin tekidir!” İsterse otuz tane diploması olsun, ona “diplomalı cahil” derler; isterse Ord. Prof. (ordinaryüs profesör) olsun, o, cahilin zil-zurna tekidir. “Zil-zurna” biraz avamca oldu; rahatsız oldunuz mu? Bazı şeyler, “muktezâ-i hâle” değil, “muktezâ-i zâhir”e öyle mutabık düştüğünden dolayı… Evet, bu ikisi arasında, İlm-i Beyan’da bir farklılık vardır; yoksa öbürü ile söyleseniz, tam denk gelmiyor; kelime, sizin ifade etmek istediğiniz manaya uygun düşmüyor.
Bu itibarla, “Dininizi, ulemâdan öğreniniz!” deyince, kitaplaşmış insanlar akla gelmelidir; Allah huzurunda dururken, evvelâ kemerbeste-i ubudiyet ile, ihsan şuuru ile, ihlâs mülahazası ile, aşk u iştiyak heyecanı ile Allah huzurunda duran insanlar ki bunlara “ulemâ-i benâm” (seçkin, namlı, ünlü, parmakla gösterilen âlimler) denir. Hakka, hakikate açık insanlar… Sadece “ihlâs” değil, aynı zamanda Cibrîl hadisinde ifade edildiği gibi, “İman”, “İslam” ve “İhsan”; Allah’ı görüyor gibi Allah’a kulluk yapma veya lâakall Allah tarafından görülüyor olma mülahazası ile eğilip-kalkma, O’na kulluğunu ifade etme… İşte dininizi böyle/bu türlü ulemadan öğreniniz.
Sakın onların diplomalarına bakıp aldanmayınız; onlar, günümüzde çoklarını aldattıkları gibi, sizi de aldatırlar. Geceleri sabahlara kadar namaz kılanlara bakınız!.. Teheccüdünü kaçırdığı zaman, kalkıp gündüz kaza edenlere bakınız!.. Yok teheccüdü kaza etme mevzuu ama ben sizin arkadaşlarınızdan gece teheccüdünü kaçırınca gündüz onu kaza edenleri biliyorum; sizin arkadaşlarınızdan. Evet, “Aman, ben bir Evvâbîn’i kaçırırım!” diye endişelenen; “Çünkü bunu ulemâ-i benâm kılıyordu. Yoksa ben nasıl Efendimiz’in sünnetlerine iktidâ ettiğimden bahsederim; O, bunları yapıyordu; O, sabaha kadar ayakta duruyordu. Yahu ben de hiç olmazsa, Müzzemmil Sûresi’nde ifade buyrulduğu gibi, gecenin üçte ikisinde mi, onun yarısında mı, gecenin son üçte birinde mi, hiç olmazsa bir süre kalkıp, kemerbeste-i ubudiyet içinde, Allah karşısında, arz-ı ubudiyette bulunmalıyım!..” mülahazasıyla dolu olan; böyle ulemadan dininizi öğrenin.
Ara sıra camiye gelen.. gelirken de abdestli mi, değil mi, belli değil.. “Bir an evvel hutbeyi bitirse de namazı kılıp ayrılsak!” diyen.. hatta orada, Cuma namazlarında, Zuhr-i âhir gibi veya vaktin son sünneti gibi kısımları terk eden… -Ki İbn-i Âbidîn, değişik fukahâ-i kiramın büyüklerinden nakillerde bulunarak, Devlet-i Aliyye’nin hâkim olduğu, baştaki insanların Cuma kıldıracak kadar, hutbe okuyacak kadar -bir yönüyle- kıvamda bulunduğu bir dönemde, “Esasen o son sünneti kılmak da gereklidir!” diyor. İsterseniz bakın İbn-i Âbidîn’e, Cuma bahsine bakın.- Evet, Fıkıh’tan dem vuran ama Fıkıh bilmeyen o diplomalı cahiller… Basit cahil değil, muzaaf cahil de değil, mük’ab cahiller, üç buutlu cahiller. Allah, şerlerinden muhafaza buyursun! Serkârları, şirazeden çıkaranlar da bunlar. Tesbihin bağını koparıp, dânelerin sağa-sola saçılmasını arzu eden de bunlar. “Haklarından gel!” diyen de bunlar. Ve bunların sözüne bakarak, birileri de zulümlerini muzaaf, hatta mük’ab hale getirerek irtikâp ediyorlar.
Öyle ulemadan değil; elinizi-ayağınızı öpüyorum, dininizi öyle ulemadan öğrenme değil!.. Gece, sabahlara kadar ibadet yapan.. lâakall Pazartesi-Perşembe oruç tutan.. işi, biraz daha düşük götürerek, Eyyâm-ı Bîd’de, her ay 13. gün, 14. gün, 15. günde oruç tutan.. teheccüdünü kaçırmayan.. Evvâbîn’i kaçırmayan.. İşrâk’ını, Kuşluğunu kaçırmayan.. değil beş vakit namaz, nafileleri de ihmal etmeyen… Bir Kudsî hadiste buyuruyor ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ، وَمَا يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ، فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ، وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ، وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا، وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا “Kulum Bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfilelerle Bana yaklaşmaya devam eder; nihayet Ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” İnsan, farzlarla Allah’a yaklaşır. Nevâfil ve zevâid sayılan ibadetler de “cebren li’n-noksan” edâ edilir; farzlarda kusur var ise, yırtığı bunlar yamarlar demektir. Cebren li’n-noksan, kırığı sargılama ve noksanı tamir etme manasına geliyor. Onun için, Allah buyuruyor ki, “Ben o mü’minin gören gözü, işiten kulağı ve aynı zaman da konuşan ağzı olurum.” Bir de “Yürüyen ayağı olurum!” diyor. Ne demek? “Onu doğruya yürütürüm Ben! Artık, ayaklarını/adımlarını atarken bile, Benim dediğim gibi atar!” demektir bu. Başka şekilde anlamayın onu; müteşâbih bunlar. O “…gören gözü, işiten kulağı, konuşan ağzı…” ifadeleri de müteşâbih. Bu, sizin uzaklığınızı aşmanız demektir; ibadet u taat ile, hassasiyet ile, size sizden daha yakın olan Zat’a, sizin uzaklığınızı aşmanız, sizin uzakta bulunmanızı aşmanız demektir. Böyle uzaklığını aşmış ve aynı zamanda yakınlardan yakın olan Zat’a yaklaşmış bulunan, ulemâ-i benâmdan dininizi öğrenin. Evet, icmal bu, icmal; doğrusunu bilen, daha çok şey söyleyebilir burada.
“Hikmet ehli ile hemhal olunuz, kalb ve ruh insanlarıyla içli-dışlı bulunmaya çalışınız.”
İkinci husus olarak, “Hukemâ ile hemhâl olunuz!” diyor. Hikmet ehli ile.. söylediği şeyler arasında bir tutarlılık olan.. dünü-bugünü birbirinden farklı olmayan.. dün ne dedi ise, hakikati elli defa araştırmış, elli defa bulmuş, öyle söylemiş.. dün başka, bugün başka; sabah başka, akşam başka; bir ay evvel başka, bir ay sonra başka; öyle değil.. esasen, otuz sene evvel dediği şeyi, otuz sene sonra aynen öyle söyleyen.. çünkü “tenâsüb-i illiyet” prensibi ile, ne demiş ise şayet, o “sebeb”i çok iyi belirlemiş; o sebebe terettüp eden kaç tane sonuç var ise, onları da çok iyi bellemiş; Frenkçe ifadesiyle, meseleleri kozalite mülahazasıyla ele almış, sebep-sonuç mülahazasına göre meseleleri vaz’ etmiş. Bu zaviyeden, “Dininizi ulemadan öğreniniz!”; aynı zamanda böyle “Hukemâ ile hemhal olunuz!” Biraz evvel zikri geçen sözünde Akif’in dediği gibi, “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol.” Hekimler ile otur-kalk!..
Vakıa “hekim” derken, biz, feylesofları daha ziyade, yüksek düşünce insanlarını, kalbiyle beraber kafasını çalıştıran.. Latife-i Rabbâniyesi ile beraber ruhunu çalıştıran.. ruhunu, Sır ufkuna tevcih etmesini bilen.. Sır ufkunu, Hafi ufkuna tevcih etmesini bilen.. Hafi ufkunu, Ahfâ ufkuna tevcih etmesini bilen.. Esmâ dairesinden Sıfât dairesine yönelen.. Sıfât dairesinden Zât-ı Baht dairesine yönelen insanları kastediyoruz. İşte öyle hukemâ ile hemhâl olunuz, postnişin olunuz; onlarla oturup kalkınız. Dolayısıyla, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ buyuruyor Söz Sultanı, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kişi, sevdiği ile beraberdir.” Kiminle postnişin iseniz, aynı postta oturuyorsanız, öbür tarafta da beraber haşrolursunuz. Cenâb-ı Hak, öyle oturmaya, öbür tarafta da öyle haşredilmeye bizleri muvaffak eylesin!.. Meccânen, fazlı ile, lütfu ile, keremi ile!.. Bizi, bizim yaptıklarımızla değil, Kendi büyüklüğü ile, ululuğu ile, fazlının enginliği ile ona muvaffak eylesin!.. Bu da onun duası olsun. Başınızı ağrıttım!..
Üçüncü husus: “Kalb ve ruh insanları ile içli-dışlı bulunmaya çalışınız!” Kalb ve ruh insanları… Çok defa âcizâne arz etmeye çalıştım: Sonradan değişik müesseseler oluştu; fakat Devr-i Risâletpenâhi’de, İnsanlığın İftihar Tablosu döneminde her şey bir bütünlük içinde ele alınıyor, ifade ediliyordu. Mesela, bir insan ele alındığı zaman, o, bir “maddî anatomisi” ile ele alınıyordu, bir de “manevî anatomi”sinin varlığı vurgulanıyordu. Maddî anatomisi; eli-ayağı, gözü-kulağı, dili-dudağı, içi-dışı, kalbi, em’âsı (bağırsakları), batnı, beyni, nöronları, Hipofiz bezi, Talamus bezi filan… Maddî anatomisini düşündüğünüz, bunu teşrih masasına yatırdığınız zaman karşınıza çıkacak şeyler, bunlar ve bunlara benzer şeylerdir. Bir de insanın, kalb, ruh, sır, letâif gibi şeyleri vardır; his gibi, ihtisas gibi şeyleri vardır. Bunlar da insanın manevî anatomisini teşkil eder. Bu yönüyle “kalb ve ruh insanları ile” diyor esasen.
Bu kalb ve ruhu, cismâniyetten ayırma mevzuuna, Hazreti Pîr-i Mugân dikkat çekiyor. O da Söz Sultanı’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) gölgesinde, zılliyet planında bir söz sultanıdır. Diyor ki: “Madem hakikat böyledir; hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel!” Çünkü kalb ve ruhun derece-i hayatı, sizin bu cismanî hayatınızın çok üstündedir. Bir yönüyle, sadece cismâniyete baktığınız zaman, şayet okuyabiliyorsanız onu, bir enfüste, bir fihristte, kâinatı ne kadar okuyabilecekseniz, öyle okursunuz. Ama meseleye “kalb gözü” ile, “ruh gözü” ile baktığınız zaman, insanı bir fihrist gibi görürsünüz, kâinatı da bir kitap gibi okursunuz ve Kur’an’ın kâinatı vird-i zebân ettiğine şâhid olursunuz. Yine onun dediği gibi: “Sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen, hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.”
Kalb ve ruh… Böyle kalb ve ruh insanları ile içli-dışlı bulunmaya çalışınız, sadece dar cismaniyet dürbünüyle bakan kimselerle değil!.. Kalb ve ruh rasathanesi ile, Esma’dan hemen Sıfât dairesine yükseldiğin, Sıfât dairesinden Zât-ı Baht mülahazasına kendini bağladığın zaman, mest ve sermest olursun; orada “hayret” yaşarsın, orada “heymân” yaşarsın, orada “dehşet” yaşarsın, orada kendinden geçersin!.. Dolayısıyla, bu türlü kalb ve ruh insanlarını bulduğunuz zaman, onlarla oturup-kalkmayı ihmal etmeyin!..
İslam dünyası irşad ve rehabilitasyona muhtaç
Evet, devr-i Risâletpenâhi’de insan ve mahiyeti bir bütün olarak ele alınıyordu. Kur’an-ı Kerim’in İnsanlığın İftihar Tablosu’na nüzul ettiği dönemde, O’nun tarafından, nurâniyeti ile bir kere bu neşrediliyordu. Bir taraftan, şekil olarak ibadet ü taat anlatılıyordu; ibadet ü taat, yani medresenin verdiği ilimler anlatılıyordu. Bir taraftan, meselenin ruhu, ruhlara ifâza buyuruluyordu. Bir taraftan da günümüzde fünûn-i müsbete diyebileceğimiz meseleler, zihne, dimağa, nöronlara emanet ediliyordu. O insanlar, bunları toptan alıyorlardı ki, bu meseleler, insanın “ekânim-i selâse”si, “üç uknum”u, “üç temel unsuru” (üçlü sacayağı) idi. Kalbî ve ruhî hayat.. ondan sonra, bir yönüyle bedenî mükellefiyetler.. bir taraftan da muhakemeye müteallik meseleler, hikmete müteallik meseleler. Bunlar, o devirde, fiilen yaşandığından dolayı, Rehber’inden (sallallâhu aleyhi ve sellem) fiilen alınıyordu. Ha, “Bu, şudur; bu, şudur; bu, şudur!” denmiyordu; onlar, iç içe, hiç farkına varmadan yaşanıyordu.
Bir gün geldi, bunlardan bazılarında kusurlar oldu. Dolayısıyla mesele, “medrese” şeklinde ele alındı; “Ulum-i diniye, burada tedris edilmeli!” dendi. O güne kadar, medresenin yanında aynı zamanda tekke, zâviye ve halvethanelerin fonksiyonu da edâ ediliyordu; bir gün geldi, medrese ile tekke ve zâviye de birbirinden ayrıldı. Bu müesseselere, “Bakın başınızın çaresine, bakın başınızın çaresine!” dendi; bunlar talak-ı selâse ile tatlîk edildi. Hatta Doğu Anadolu’da ifade edildiği gibi, talak-ı selâse ile de değil “üçten dokuza” boşandı. Tekvinî emirlerin mütalaaya alınması, Kur’an’ın satırlarında kainat kitabının okunması; ayların, güneşlerin, yıldızların, zemin yüzünün, otun, ağacın, haşerâtın, oksijenin, karbondioksitin, havanın, çağlayan suların, yağan yağmurun, tebahhuratın; bütün bunların doğru okunması da bir yönüyle mektebe emanet edildi.
Talak-ı selâse ile boşanma duygusu yavaş yavaş Hicrî beşinci asırda başladı. İstanbul fethedilince, bir yönüyle, güç ve kuvvetin de tesiriyle “Yahu böyle de oluyormuş!” filan denilerek yavaş yavaş uzaklaşma da başladı, bunlar birbirinden daha da uzaklaştı. Sonra, son iki ve üç asra gelince, birbirinden tam uzaklaştılar. Tekke ve zâviye, babadan miras gibi bazı kimselere miras kalmaya başladı; medrese, hocaların elinde, satırlara/paragraflara emanet edildi; mektepte, fünûn-i müsbete, sadece Batı filozoflarının düşüncelerine göre işlendi veya tâbir-i diğerle, Materyalizme, Natüralizme, Pozitivizme “Alın, bunlar size emanet!” falan dendi. Ayrıldı, birbirinden koptu. Böylece devr-i Risâletpenâhi’de içli-dışlı, bir hakikatin üç yüzünden ibaret olan o vâhid parçalanmış oldu. O, parçalandı; dolayısıyla Müslümanlar da kalacakları yerde kaldı ve onlar da paramparça oldular.
Bu itibarla, yeniden bir araya gelmenin yolu, “kalb ve ruh insanları ile içli-dışlı olma”ya bağlıdır. Onlar, kafayı çalıştıracak, hikmete râm olacak; kalbi ve ruhu çalıştıracak, onlar ile oturup kalkacak ve Allah’ın izni ile, bu talak-ı selâse ile boşanmış şeyleri de bunca zevc-i âherden sonra yeniden bir araya getireceklerdir. “Yahu yeter, Allah aşkına, bu kadar zevc-i âher! Bir tanesi yetiyordu bir araya gelmek için; fakat üç asırdan beri, belki otuz defa zevc-i âher yaptınız. Yeter, Allah aşkına; birleşin ne olur!..” diyeceklerdir.
Fakat bilmem ki, sizin nesliniz bu birleşmeyi görecek mi?!. Cenâb-ı Hakk’ın inayeti, her şeyi en kısa zamanda yapabilir; damlayı derya yapar, zerreyi güneş yapar. Allah, bir vâhidin üç yüzünden ibaret olan bu üç hakikati, sizin elinizle bir araya getirmeye muvaffak kılsın! Âlim görünen, bilen görünen cahillerin tasallutundan, tahakkümünden, fikrî galebesinden sizi halâs eylesin!..
Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.