Ebedî Saadet Yolunda
Bizim oralarda vardı, büyük insanlar hep onu okurlardı: (el-Cezûlî’nin) “Delâilü’l-Hayrât”ı. Üstadımız da değişik yerlerde hep ondan salât u selamları almış. Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) “mizana konacak şeylerden” buyuruyor, “salât u selam” hakkında. O, bir yönüyle kendi şefaatine mazhariyetin, şefaatine nâiliyetin bir vesilesi gibi görüyor onu. Herkesin okuması suretiyle, Cenâb-ı Hak o şefaat kapılarını kale kapıları gibi ardına kadar açar ve okuyan ondan istifade eder, varacağı yere varır, Allah’ın izni-inayetiyle.
El-Kulûbu’d-Dâria’da, bunlar muhtelif yerlerde hep ifade edildiğinden dolayı, o taksim edilerek okunduğunda, her gün insan o kadar salât u selamı okumuş sayılır. “İştirâk-i a’mâl-i uhreviye” tabiriyle Hazreti Üstad ifade buyuruyor bunu. Yani, her gün siz, el-Kulûbu’d-Dâria’dan on sayfa okusanız, altmış-yetmiş insana taksim edilse, her gün bütün el-Kulûbu’d-Dâria’yı okumuş sayılırsınız. Ve aynı zamanda her gün o kadar salât u selamı da terdâd etmiş olursunuz. O kadar mizana sermaye -evet, mizana sermaye- göndermiş olursunuz, Allah’ın izni-inâyeti ile.
Şimdi, Cenâb-ı Hakk’a hamd olsun, arkadaşlarımız zaten bölüşmüşler, el-Kulûbu’d-Dâria’yı da okuyorlar; Cevşen taksimi vardı arkadaşlarla, aksatmadan zannediyorum okunuyor; Evrâd-ı Kudsiye öyle okunuyor; Salât-ı Tefriciyeler öyle okunuyor. Yani, arkadaşlarımızın her gün duaya ayırdıkları vakit -zannediyorum- bir-iki saat sürer.
Bunlar ile aidiyet mülahazasına meseleyi bağlayıp fahirlenmemek lazım. Cenâb-ı Hak, belki çok ihtiyacımıza binaen o hâle sevk etmiş bizi. Ama “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de cana safa / Lütfu da hoş, kahrı da hoş!”
Doğru yolda olunca, esasen, bu yolda bulunanlar, değişik musibetlere maruz kalmışlar. Kat’iyyen bunu yanlış bir şey yaptıklarına vermemeliler. Allah’a hamd etmeliler ve demeliler ki: “Allah’ım, Sana binlerce hamd u senâ olsun, ya burada olmayıp da orada olsaydık! Allah’ım! Sana binlerce hamd u senâ olsun, ya burada olmayıp da orada olsaydık!”
Evet, burada olmak, peygamberlerin yolu… Enbiyâ-i ızâmdan hangi nebi var ki, ehl-i delâletten, ehl-i küfürden, ehl-i nifaktan çekmemiş?!. Hazreti Âdem’den (aleyhisselam) -ki, oğullarında başlamış çekmeye- Hazreti Nuh’a (aleyhisselam)… Hazreti Nuh’tan (aleyhisselam) Hûd (aleyhisselam)’a, Sâlih (aleyhisselam)’a, İbrahim (aleyhisselam)’a kadar. Bunlar bilinenler… Bilinenler söylenmek suretiyle, bilinmeyenlere işarette bulunuluyor burada. Ve şayet bunların hepsine vâkıf değilseniz, tarihin ve Siyer’in kaydettiğine göre, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektiği şeylere bakın!..
Evet, أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu ve en amansızı başta enbiyaya, sonra da imanının derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” Belanın en çetini, en zorlusu, en aşılmazı, enbiyâ-i ızâma; ondan sonra da derecesine göre, herkesin mertebesine göre…
O açıdan da din-i mübîn-i İslam yolunda olup da bir belaya maruz kalmayan insan, onu kendi talihsizliğine vermeli! “Din-i mübîn-i İslam’a hizmet ediyorum, ben onu ikâme etmeye çalışıyorum!” deyip de Enbiyâ-ı ızâmın, Hazreti Ebu Bekir’in, Ammâr b. Yâsir’in, Yâsir’in, Sümeyye’nin maruz kaldıkları şeylere maruz kalmamış ise, Bilal’in maruz kaldığı şeye maruz kalmamış ise, esasen, kendi talihsizliğini yaşıyor demektir. Esasen bu dünyevî debdebe, ihtişam, âlâyiş… Bunları görünce, benim yazılmamış romanımın adı: “…Ve insan aldandı!” Evet, aldanıyorlar. Dünya, her şey imiş gibi yarınsız yaşayanlar, öbür günsüz yaşayanlar, zırhlı arabalar içinde yaşayanlar, aldanıyorlar.
Habbâb b. Erett’in, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) iç döküşünü hatırlayın: Demek ki şiddetin zirve yaptığı bir dönemde, tahammül edilemez hâle geldiği bir zamanda gelip halini arz ediyor. Daha işin başındalar orada ve O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle inanıyorlar ki!.. -O’na öyle inanmayı Allah hepimize lütfetsin!..- O’na öyle inanıyorlar ki, ellerini kaldırsa, “Ya Rabbi! Bu küre-i arzın yerini değiştir, yörüngesini değiştir!” dese, anında değişir. Ee canım yapmamış mı? Parmağı ile işaret edince, Kamer şâk olmamış mı? Daha neler neler?!. O “Mucizât”ta Hazreti Pîr’in seçtiği şeyler… Sadece onlara bakınca, bütün tabiat kanunları, O’nun bir işareti ile alt-üst oluyor, hepsi değişiyor. Şimdi onlar, O’na öyle inanıyorlar.
O da “Ben gidip diyeceğim, halimi arz edeceğim; artık dayanamıyorum, tahammül-fersâ bir hal aldı bu!..” diye düşünüyor ihtimal. Nihayet birinin kapısında hizmetçi, mevâlîden; o çalışıyor, efendisi ona işkence ediyor, başkaları ona işkence ediyor. Mü’minlere işkence etme, onlar için âdetâ bir ibadet neşvesi içinde irtikâp ediliyor; “Kemâ kâne el-yevm!” (كَمَا كَانَ الْيَوْم – Tıpkı bugün olduğu gibi.) Evet, “Yâ Rasûlallah! Dua etmez misin Cenâb-ı Hakk’a?!.”
İşin başındalar daha… On tane sûre belki nâzil olmuş; onun ile Müslüman olmuşlar. Ama öyle kenetlenmişler, öyle bağlanmışlar ki!.. Seyyidinâ Hazreti Ebu Bekir gibi… Daha bir ayeti görünce, “Kime?!.” “Bana yâ Rasûlallah!” diyecek kadar o mevzuda ön yargısız, ön şartsız; denen her şeye hemen “Baş-göz üstüne!”
Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ben dua edeyim de sizden bu belâlar, musibetler savulsun!” demiyor da Ashâb-ı Uhdûd’u anlatıyor: İnsanlar, sizden evvel alınırlardı; böyle etleri kemikleri birbirinden ayrılırdı… Keser, biçer, doğrarlardı; insanlara karşı kasaplar gibi davranırlardı. Fakat onlar yine de dinlerinden dönmezlerdi. İşte, وَالسَّمَاءِ ذَاتِ الْبُرُوجِ beyanı ile başlayan Burûc Sûresi’nde, Ashâb-ı Uhdûd’u resmeden ayetlere bakın; sonra tefsirlerde, o bahsin ifade edildiği bölümlere bakın!.. Çocukları bile yapıyorlar; aynen çocukları bile yapıyorlar. Efendim, çocuk ağlıyor orada, anasını çukura atıyorlar… Böyle bunlar resmediliyor. Allah Rasûlü bunu anlatmak suretiyle, “Bu yol, uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var!” diyor, esasen.
Peygamberler yolunda olanlar hep böyle çekecek… O zaman, çekmeyen bahtsızlar, talihsizler, şatafat ve debdebe içinde hayatlarını sürdüren bahtsız insanlar, كَاْلأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Hâsılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkın.” (A’râf, 7/179) olanlar… Bence onlar, hallerine ağlasınlar!.. Siz de sevinin hâlinize!..
Bir iki gün evvel, o mağdurlardan, muhacirlerden, dünyada her şeyi elinden alınmış, zirvede vazifeler yapıyorken her şeyi elinden alınmış insanlardan birkaçı ile görüştüm. Telefonda konuşurken, öyle bir inşirah içinde konuştular ki, işin doğrusu ben kendimden utandım. Üzülüyorum ben onlar adına; bütün kardeşlerim adına üzülüyorum, uykularım kaçıyor. Biz insanız nihayet… “Ben usanmam gözümün nuru cefadan / Ama ne de olmasa usanır, candır bu!” diyor İzzet Molla. Elde değil; üzülmemek elde değil.
İnsanlığın İftihar Tablosu da (sallallâhu aleyhi ve sellem) mutlaka üzülüyordu. Ama kadere karşı itiraz mahiyetinde sözler söylemek ve sabırsızlık yapmaktan -hafizanallah- fersah fersah uzaktı. Her şeyi sineye çekiyor ve katlanıyordu, Allah’ın izni-inayetiyle. Zira O, buyuruyor ki: إِنَّ اللهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ بِالْبَلاءِ كَمَا يُجَرِّبُ أَحَدُكُمْ ذَهَبَهُ بِالنَّارِ “Bir sarrafın altını potada eritip saflaştırması gibi, Allah da sizi belalarla imtihan edip bir kıvama getirir.” Ben eksiden gördüğümde, bu hadis-i şerifte إِنَّ اللَّهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ بِالْبَلاءِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِهِ kaydını görmemiştim. Fakat sonra bir yerde gördüm وَهُوَ أَعْلَمُ بِهِ de var. Bu, bir yönüyle tavzih, kayd-ı ittifâkî; yani, “Allah bilir zaten”. İşte o kayd-ı ittifâkîyi ifade ediyor. Yani, zannetmeyin ki, Cenâb-ı Hak bunu imtihan ediyor tâ nedir ne değildir, onu bilsin! “Nedir, ne değildir?” olduğunu biliyor Allah (celle celâluhu) ama senin gibi insanlara göstermek için… إِنَّ اللَّهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ بِالْبَلاءِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِهِ، كَمَا يُجَرِّبُ أَحَدُكُمْ ذَهَبَهُ بِالنَّارِ Sizin herhangi biriniz, bir sarraf, potada altını, gümüşü erittiği gibi, ateşin içinde erittiği gibi, mahiyet değiştirdiği gibi, Allah (celle celâluhu) sizi böyle imtihan eder; mahiyetinizi, gerçek mahiyetinizi bulmanız için, gerçek şeklinizi elde etmeniz için, gerçek yapınızı elde etmeniz için…
Demek ki, hani bu türlü şeylere maruz kalmayan kimseler, yapı bozukluğu içinde öbür tarafa gidiyorlar. Ee kabirde görecekleri şey bellidir bunların; yapı bozukluğu… Berzah’ta görecekleri şey bellidir bunların; Mahşer’de görecekleri şeyler bellidir bunların… Ee neye ağlıyorsun, neye sızlıyorsun sen?!.
Dolayısıyla o arkadaşlarımız, o meselenin esprisini kavradıklarından dolayı, sevinç içinde anlatıyorlar; diyorlar ki: “Allah’a hamd u senâ olsun, kendimizi burada bulduk!” Evet, bütün hayatı boyunca çalışmış, okumuş, bir yere gelmiş; sonra elinden tutulmuş, bir tohum gibi saçılmış. Ama gittiği yerde, ye’sin ve ümitsizliğin kuraklığına kendini teslim etmemiş, toprağın bağrına düşen bir tohum gibi, on tane başağa, yirmi tane başağa yürümenin yollarını araştırmış. Ve gün gelmiş, o, yetmiş, hatta yedi yüz başak halinde dışarıya çıkmış. Kur’an-ı Kerim’in buyurduğu gibi: مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِئَةُ حَبَّةٍ وَاللهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir tohum gibidir. Allah, kime dilerse ona kat kat verir. Allah, (rahmet ve lütfuyla her varlığı) kucaklayan, (merhametiyle kullarına) genişlik gösterendir; (kullarının halini) hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/261) Evet, o hesap…
Meseleye, belâ ve musibetlere bu şekilde bakarsanız, Allah’ın izni-inayetiyle, Cenâb-ı Hak, burada sizi siz yapıyor esasen; yontuyor, şekillendiriyor, böyle öbür tarafa ehil, öbür tarafa lâyık, öbür tarafın bütün görünümlerine uygun hale getiriyor. Ötede her şey Kudret dairesi içinde fevkaladeden zuhur edecek. Ee siz öyle olmazsanız, orada, mekân ile mekân sahibi arasında, hâl ile mahall arasında bir uygunluk olmayacak. Hal-mahall uygunluğu, eğer bunlar ile olacaksa, Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, Allah (celle celâluhu) bizi imtihan dairesinde kılmış; öbürlerini de şatafat, debdebe, ihtişam, baş döndürücü dünyevî güzellikler içinde… Sarhoş yaşıyorlar, sarhoş yürüyorlar, sarhoş olarak kabre girecekler, Münker-Nekir’in suallerine de sarhoş gibi cevap verecekler. Dolayısıyla halimize binlerce şükretmek, hamd ü senâda bulunmak ve bu mevzuda dağınıklığa düşmemek lazım
Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir
Bir de, buna bağlı olarak, esasen, onların yaptıkları şeyleri, çok müzakere mevzuu yapmak suretiyle, bence, kuvvet ve enerjimizi dağıtmamamız lazım. Hazreti Pîr diyor ki: “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir.” Demek ki daha kaç elimiz olsa, ancak bu işe yeter. Ama Allah (celle celâluhu) insanı, iki eliyle yaratmış ama bin tane eli varmış gibi çok önemli şeyleri, Allah’ın izniyle, becermeye muktedir; evet, öyle bir donanımda yaratmış. “Ahsen-i Takvîm” diyor, öyle bir donanımda yaratmış.
Evet, kendi meselelerimiz ile meşgul olalım, onları düşünmeyelim. Hatta onlar aklımıza geldiği zaman… Bir şey diyeyim ben: Kalkar birisi, onlardan bir kendini bilmez, bir zavallı, cahil, zilzurna cahil, echell, kalkıp hani “terörist” diyebilir size. “İlle mukabele-i bi’l-misil yapalım biz! ‘Terörist sensin!’ falan diyelim!..” Ne diye ağzını kirletiyorsun yahu! O, zaten kirli adam; kirliliğin gereğini yapıyor. Başka türlü olamaz ki; o, onu diyecek. Sen ne diye dilini, ağzını, gözünü kirletiyorsun; öyle diyorsun ona?!. Bırak; ille de bir şey yapacaksa, Cenâb-ı Hak, yapar. Allah, “Allâmu’l-guyûb”tur, Allah, “Âdil-i Mutlak”tır. Küfür devam eder, zulüm devam etmez. Allah (celle celâluhu) bir gün onları tepetaklak getirir. Ne diye sen meseleyi büyütüyorsun; onlar hakkında da öyle diyorsun. Sonra bir gün onları tepetaklak gördüğün zaman, “Keşke demeseydim bunu!” diyeceksin, yüreğin yanacak senin orada.
Çok defa birisi öyle diyor, sizin bildiğiniz arkadaşlardan birisi: “Mahşerde gözümün önünde bazıları goril gibi, bazıları maymun gibi, bazıları bilmem ne gibi, tepetaklak Cehennem’e atıldıklarında yüreğim yanıyor.” Demek hayalinde görüyor; hayalde görüyor, yüreği yanıyor. Ne diye yüreğini yakacak şeyler istiyorsun sen Allah’tan! Allah, hidayete de kâdirdir: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet.” El-Kulûbu’d-Dâria’da okuyorsunuz, hep demiyor mu orada: اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لَنَا وَلِجَمِيعِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ، وَالْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ “Allah’ım bizi, kadın erkek bütün mü’minleri ve kadın erkek bütün Müslümanları mağfiret eyle!” Ama bir hususiyet arıyorsanız ille خُصُوصًا/لاَسِيَمَا إِخْوَانِي وَأَخَوَاتِي، وَأَصْدِقَائِي وَصَدَائِقِي، وَأَحْبَابِي وَأَحِبَّائِي “Özellikle kadın erkek kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı…” diyebilirsiniz. Ama niye Müslümanları istisnâ ediyorsunuz?!.
Hiç tereddüdünüz olmasın
Evet, o kötülük peşinde olanlar o kadar meşguliyete, üzerlerinde durmaya değmez. Evet, boş şey… Bırakın onları, kendi halleriyle kıvranıp dursunlar, sürüklenip dursunlar. Kendi meselelerimizle meşgul olalım. Dün, öyle meşgul olmak suretiyle, koskocaman devletlerin yapamadığını, Allah, bir avuç insana, hem de devletlerinden hiç destek görmedikleri halde, bir arpa kadar destek görmedikleri halde, yaptırdı. Dünyanın yüz yetmiş ülkesinde okullar açtılar, irfan yuvaları kurdular, insanları aydınlattılar, dünya kardeşliğine giden güzergâhlar oluşturdular, Allah’ın izni-inâyeti ile. Hiç tereddüdünüz olmasın, Allah (celle celâluhu) başlattığı bir şeyi başkalarının zâlim eliyle yıkıp harap etmez!.. إِنَّ اللهَ لاَ يَظْلِمُ النَّاسَ “Allah asla insanlara zulmetmez.” Size zulmetmez Allah, celle celâluhu.
Bu açıdan da biz, kendi işlerimize konsantre olalım. Allah’ın izni-inayetiyle, dün olduğu gibi yarın da yine yüz yetmiş ülkede hizmet edilir. Bakarsınız Hizmet erleri Mars’a çıkarlar, Venüs’e çıkarlar, Güneş sisteminin dışında başka bir sisteme giderler… Bütün oralarda da o insanlara mesajlarını ulaştırırlar. Oralarda da insan var ise, canlı var ise… Kur’an-ı Kerim’de bir ayet işaret ediyor; biraz, Kıtmîr de ona inanıyor. Evet, bakarsınız oralarda da Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmiş varlıklar var, fikir katkısında bulunursunuz onlara. Onlardan alacağınız olur sizin de… Ve çok farklı bir şey olur, Allah’ın izni-inâyetiyle.
Evet, meseleyi alır tâ oraya kadar götürürsünüz. Güneşin merkezine kadar, güneşlerin merkezine kadar götürürsünüz, Allah’ın izni-inayetiyle. Öyle ise, “Gel Hakk’a tevekkül kıl / Tefvîz eyle ve rahat bul / Sen hakkına razı ol / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler! // Hak, şerleri hayreyler / Sen sanma ki gayr eyler / Ârif, ânı seyreyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler!” Bildiğiniz şeyleri söylüyorum, zaten fazla bir şey söyleyecek hâlim de yok benim. “Deme bu niçin böyle / Yerindedir ol öyle / Var sonunu seyreyle / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler!” İbrahim Hakkı hazretleri, Tefviznâme. Vesselam. Baş ağrıttım. عَفْوًا مِنْكُمْ، عُذْرًا مِنْكُمْ “Affınızı isterim, özür dilerim.”
Gecelerimizi teheccüd ile taçlandıralım
Evet, salât u selâma devam, duaya devam. Her gün bir saat kadar duamız var idiyse, elimizden geliyorsa, iki saate yükseltelim. Teheccüd’ü kaçırmayalım. Müslümanlıkta Teheccüd’ü kaçırma, tembel insanların işidir. Evet, sizin bir arkadaşınızı duydum ben; bir gün teheccüdü kaçırmış, sonra kalkmış, galiba onu kaza etmiş fakat diyor ki: “Hâlâ kafamdan çıkmıyor, ben o terbiyesizliği nasıl yaptım?!” “Teheccüd”süz, dolayısıyla da “tecehhüd”süz! Teheccüd’ü olmayanın tecehhüdü de olmaz; o kendisini cân ü gönülden, ölesiye hizmete veremez. Tembel tembel, yan gelir yatar kulağı üzerine.
Gecelerimizi Teheccüd ile taçlandıralım. Bu da yine İbrahim Hakk’ı hazretlerinindir: “Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde / Kevkeplerin et seyrini, seyrân gecelerde / Bak hey’et-i âlemde, bu hikmetleri seyret / Bul Sâni’ini, ol âna mihman gecelerde!..” -Hazreti Pîr de dağın başında, yıldızları sayarcasına hususiyetleriyle anlatmıyor mu?!.- “Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gâfil / Ko gafleti, Dildârdan bari utan gecelerde!..” Az ye, az uyu, az iç, hayrete var, fâni ol; bul beka, ol O’na mihman gecelerde!.. O’na misafir olmak istemez misiniz, geceleri?!. Uyuyan insanlar, O’na (celle celâluhu) misafir olamaz; Keremkâni’nin keremine misafir olamaz.
Cenâb-ı Hak, öyle eylesin; zamanımızın bir zerresini bile israf ettirmesin! Biz âhiret içiniz, âhirete namzediz. Dünya, bizim neyimize? Efendimiz’in ifadesiyle, مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا “Ne alakam var benim dünya ile?!. Benim durumum, tıpkı bir yolda giderken bir ağacın altında muvakkaten ârâm eden bir insana benzer. Sonra o kalkar, bineğine biner, göçer gider.” Dünya, altında muvakkaten dinlenilen, istirahat edilen bir ağaç gibi bir şeydir. Esas gideceğimiz yer, öbür âlemdir, bütün ihtişam ve debdebesi ile. Allah, orayla sevindirsin, memnun ve mesrur eylesin!..
“Talim ve Müteallim” diye bir kitap vardı. Biz medresedeyken bu kitabı verirlerdi herkese, okusun diye. Onun başındaydı bu, zannediyorum: تَعَلَّمْ يَا فَتَى فَالْجَهْلُ عَارٌ، وَلاَ يَرْضَى بِهِ إِلاَّ حِمَارٌ “Ey delikanlı, oku! Cehalet, ârdır, ayıptır. Ona, eşekten başkası da razı olmaz!”
Evet, bu kadar kem-küm ettim, hakkınızı helal edin! Allah da seyyiâtımı affeylesin! Yanlış bir şey söyledimse, Cenâb-ı Hak, mağfiretine mazhar eylesin!..
يَا غَفَّارُ، يَا سَتَّارُ، اِغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا كُلَّهَا، وَاسْتُرْ عُيُوبَنَا كُلَّهَا * يَا قَاضِيَ الْحَاجَاتِ، يَا دَافِعَ الْبَلِيَّاتِ، اِقْضِ حَوَائِجَنَا كُلَّهَا، وَادْفَعْ عَنَّا الْبَلاَيَا كُلَّهَا، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ.
“Ey Gaffâr, ey Settâr, günahlarımızın tamamını mağfiret buyur; bütün ayıplarımızı setreyle. Ey ihtiyaç ve hâcetleri gideren Rabbimiz, ey belâları def’ u ref’ eden Sultanımız! Bizim bütün ihtiyaçlarımızı gider; başımıza gelmesi muhtemel bütün belâları def’ eyle, dünyanın her yanında ve hayatın her biriminde.”
- tarihinde hazırlandı.