Vicdan Genişliği ve Gerçek Şefkat
"Gönlünüzde herkesin oturabileceği bir sandalye olmalı." buyuruyorsunuz. Dine ve dindarlara karşı mesafeli duranlar için de aynı mülahaza geçerli midir? Bu sözün çerçevesi adına neler söylenebilir?
- Adamın biri, Mevlânâ Celaleddîn Rûmî hazretlerine, "Sen Hristiyanlara bile kucak açıyorsun, Yahudilerle biraraya geliyorsun; günah işleyenlere dahi "gel" diyorsun, sarhoşa el uzatıyorsun... Böyle yapmakla İslam'ın onurunu iki paralık ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun. Sen zındıkın tekisin, seni Cehennem bile kabul etmez!.." diyerek bir düzine hakarette bulunur. Hazreti Mevlânâ ona sadece "Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!" demekle iktifa eder. (01.14)
- Cenâb-ı Hak, insan kalbini herkese karşı -bir ölçüde- alâka duyacak kadar geniş yaratmıştır. (02.27)
- Mü'minler, evvelen ve bizzat Allah'ı, sonra da O'ndan ötürü diğer inananları severler; başkalarına karşı da, Allah'ın birer sanatı olmaları itibarıyla yine O'ndan ötürü alâka duyarlar. Hakk'ın tecelli ve teveccühlerinin hatırına herkesle ve her nesneyle bir çeşit münasebete geçer, bütün varlığı O'nun isim ve sıfatlarının değişik renk, değişik desen ve değişik edada birer tecellisi olarak takdirlerle alkışlar ve temâşâ ettikleri her şeye "Bu da Senden." diyerek -ilahî sanata karşı hayranlık hisleri içinde- bakarlar. (03.40)
- İnsanların İslam'ın ulvî hakikatleriyle tanışamamaları konusunda müslümanlar olarak biz de suçluyuz; zira, dinimizi gerektiği gibi temsil edemedik ve onu dünyanın dört bir yanına hal diliyle taşıyamadık. Dolayısıyla, bir nevi fetret devri diyebileceğimiz bu dönemde, gaddar bir savcı misillü kesip atmamalı; Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin enginliğini düşünüp insanlara biraz müsamaha nazarıyla bakarak hep bir avukat gibi davranmalıyız. (05.57)
- Evet, gönlünüzde herkesin oturabileceği bir sandalye bulunmalıdır; fakat, kimi nereye oturtacağınız ve kimlere öncelik tanıyacağınız hususunda ölçü muhataplarınızın Allah'a kurbeti olmalıdır. (10.58)
Mevzuyla alâkalı bazı sohbetlerinizde "vicdan genişliği" ifadesini kullanıyorsunuz. Kendilerini bekleyen âkıbetten dolayı mücrimlere acımak ve onların âhirette azaba uğrayacaklarını düşünerek mahzun olmak da vicdan genişliğinin sınırları içerisine girer mi? "Şefkat" hissini bir de bu zaviyeden değerlendirir misiniz?
- Mü'minin kalbine "arş-ı Rahman" denilmiş; o bir "beyt-i Hudâ" olarak görülmüştür. İbrahim Hakkı Hazretleri, "Dil beyt-i Hudâdır ânı pak eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde." derken, bir başka Hak dostu da, "Kalb-i mü'min arş-ı Rahmân'dır / Onu yıkmak vebaldir, tuğyandır." sözleriyle onun kıymetine vurguda bulunmuştur. Bu itibarla, Arş ve Kürsî gibi, arş-ı Rahman olan kalb de çok geniş ve engindir. (13.57)
- "Vicdan genişliği" iman, ilim, marifet, muhabbet, mehâfet ve diğergâmlık hisleriyle mamur bir gönlün, engin bir himmetle bütün insanlığı kucaklaması, kalb kapılarını herkese açması, hep affedici, bağışlayıcı, mürüvvetkâr olması ve özellikle de bütün insanların hidayetini dileyip herkesin ebedî mutluluğunu istemesi şeklinde tarif edebileceğimiz bir ruh yüceliğidir. (16.15)
- Vicdan asıl itibarıyla çok geniştir ama kötü ahlak, insanda darlık hasıl eder. Vicdan, cehalet, kibir, gurur, bencillik, kıskançlık gibi fenalıklar sebebiyle daralır, büzüşür ve bir hodgâmlık dehlizine dönüşür. (17.20)
- İlahî Beyan'da raûf ve rahim olarak tavsif edilen Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları ebedî hüsrandan kurtarma dâvasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur'ân-ı Kerim, O'nun bu konudaki ızdıraplarını, "Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur'âna) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin" (Kehf, 18/6) diyerek dile getiriyordu. Hem ta'dil ve tembih hem de takdir ve iltifat ifade eden bir başka ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah, Resûl-ü Ekrem'ine "Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin" (Şuara, 26/3) şeklinde hitap ediyordu. İşte, Resûl-ü Ekrem Efendimiz'in herkese ulaşma azim ve gayreti bir yönüyle ondaki vicdan genişliğinin tezahürüydü. (20.00)
- Günaha karşı tavır almak ayrı bir meseledir, günahkâra karşı tavır almak ise daha başka bir meseledir. Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz günahlar karşısında tavizsiz yaşamıştır; fakat, günahkâr insanlara karşı hep müsamaha ve merhametle muamelede bulunmuştur. Bu konuda Mâiz ve Gâmidiyeli kadın hadiseleri ibret verici ve ufuk açıcı birer misaldir. (21.28)
- Cehenneme müstehak insanlara acımak ve onlara şefkat göstermek, bu dünya itibarıyla ve hâlâ fırsat varken onları da kurtarma açısından olmalıdır. Kastamonu Lâhikası'nda denilir ki: "Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-âlemîn Zât'ın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir. (...) Küfür ve dalâlet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref'ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, "İstirahatimizin selbine sebep oldular" diye rivâyet-i sahiha vardır. O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkata lâyık hadsiz mâsumlara acımıyor ve şefkat etmeyip hadsiz merhametsizlik ediyor demektir." (25.26)
- tarihinde hazırlandı.