Kelâm-ı Nefsî ve Tahdîs-i Nimet
"Kelâm-ı nefsî" ne demektir? Cenâb-ı Hakk'ın bir sıfatı olarak zikredilen "kelâm-ı nefsî" tabiri insanlar hakkında kullanıldığında nasıl anlaşılmalıdır?
- Ayrı ayrı dil ve lehçelerle meramını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hazreti Allah (celle celâluhû) aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anlatır; insan ve kâinatı şerh eder; yarattıklarından sözler alır, mîsâklar yapar ve mukavelelerde bulunur ki, lâfzî kelâm ve beyanla yapılan bu konuşmaların hepsi "kelâm-ı lâfzî" cümlesindendir.
- "Kelâm-ı nefsî" ise, sesin ve harflerin yardımıyla söylenen söz cinsinden olmayan, fakat ses ve harflerle ifade edilen sözün asıl mânâsını ihtiva eden içten konuşma demektir; esas itibarıyla, irâde ve kudret sıfatları gibi ezelde Allah Teâlâ ile kâim hakîkî bir sıfattır. Bize göre kelâm ve beyan olduğu açık bulunmayan, hayvanlara olan ilhamdan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitap tarzına kadar, Hakk'ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, "kelâm-ı nefsî"nin ayrı bir tezâhür ve tecellîsidir.
- Selef-i salihîn döneminde, Kur'ân mahluk mu değil mi gibi mülâhazalar asla söz konusu değildi. Onlar, Kur'ân'a, "Allah onu bize nasıl gönderdi ve Peygamber Efendimiz nasıl talim buyurduysa" öylece inanır; onu, iniş keyfiyeti, o andaki veya hâlihazırdaki durumunun Allah'ın Kelâm sıfatıyla münasebeti ve "kelâm-ı nefsî mi, kelâm-ı lafzî mi" olduğu gibi konuların hiç münakaşasını yapmadan, "Kelâmullah" deyip kabul ederlerdi. Ne zaman ki birileri çıkıp, bu münakaşayı ortaya attı; işte o vakit, İmam Ebû Mansur el-Maturidî, Ebû'l-Hasan el-Eş'arî gibi muhakkik zatlar, ihtimal temel prensipleri Hasan Basrî Hazretleri, İmam Sevrî ve Ebû Hanife'nin düşüncelerinden alarak, Kur'ân'ın, kelâm-ı nefsî olması itibarıyla Kelâm sıfatının bir yönünü teşkil ettiğini ve bu zaviyeden ona "mahluk" denemeyeceğini; ancak mahlukata taalluku itibarıyla yazılmış hâline "mahluk" denebileceğini söyleyip meseleyi kapamak istediler. (01.00)
- Kur'ân'a ait bu gerçeği koruma uğrunda pek çok insan, işkenceye uğradı. Bunlar arasında, büyük hadisçi, "Müsned" gibi dev bir eserin müellifi ve mezhep sahibi Ahmed b. Hanbel de vardı. Bu konuda, itizalî düşünceye meyilli Abbasi idaresinin işkencesine maruz kalan âlimlerden biri de İbn Maîn'di. O, değişik bir mülâhaza ile "Kur'ân mahluktur" dedi ve bu mihnetten sıyrıldı. Ahmed b. Hanbel, bunu duyunca çok üzülmüş ve İbn Maîn'in kendisine yazık ettiğini, çünkü, böyle davranmakla önemli bir fitne kapısını araladığını söylemiş; bu yanlışın bir imamın referansıyla kendine mevzi bulup yayılabileceği endişesiyle sarsılmıştı. Ona göre, bu uğurda değil işkencelere katlanmak, gerekirse can da verilebilirdi ve verilmeliydi... (03.43)
- Konuşma, söyleme, bir şey anlatma anlamındaki "kelâm" da Allah'ın kemal ifade eden sübûtî sıfatlarındandır. Bütün teşriî emirler, vahiy ve peygamber ilhamı türünden değişik tecellî dalga boyundaki bilumum emir ve istekler, keyfiyetler üstü keyfiyetiyle hep o kelâm sıfatından gelmiştir. Kur'ân-ı Kerim, o kelâm-ı ilâhînin, çağ, nebi ve ümmet çizgisinde bir tecellî ve tezahürüdür. Her ümmete o kelâm-ı rabbânînin bir tezahürü olmuştur; bu tecellînin arkasındaki sıfat ezelî olduğu gibi mesaj da ezelîdir ve mahlûk değildir. Ehl-i Sünnet ulemasınca bu ezeliyet "kelâm-ı nefsî" itibarıyladır; bizim kıraatlerimizdeki harf ve kelimeleriyle, kitaplardaki yazılarıyla değil. Böylesi kelâma, "kelâm-ı lâfzî" denmiş ve mahlûk sayılmıştır. (05.41)
- Sıfât-ı sübhaniye ne aynıdır ne de gayrı; onlar Zât-ı İlâhî'ye hem bir hicap hem bir ayna, Zât-ı Akdes de onlara göre nâkabil-i idrak bir Asıllar Aslı.. ne O'nun Zât'ı başka zatlarla mukayese edilebilir ne de sıfatları başka sıfatlarla. O, Kendi Zâtıyla kaim, başkaları ise O'nun kayyûmiyetiyle kâimdir. O'nun sıfatları kadîm, ezelî, hayy ve asla ait mukaddesiyetle serfirazdırlar. Mahlûkatın evsafı ise, zatları itibarıyla câmid, hükümleri açısından da itibarîdirler; bunların ne hakikî mevcudiyetleri, ne hayatları ne de ilimleri söz konusudur. Ne var ki, bütün bu farklılıkları tefrik ve temyiz de huzurî bir ilme vâbeste olduğundan işin hakikatini idrak herkesin kârı değildir. (08.47)
- Bir meseleyi hayalden geçirme, tasavvur çerçevesinde değerlendirme, zihinde kurgulayıp şekillendirme, fakat bu iç kurguları söze dökmeme şeklindeki içten konuşmalara da bir yönüyle "kelâm-ı nefsî" denebilir. Şu kadar var ki, kelâm-ı nefsî şeklinde sudûr eden "sebb u şetm"ler; yani, dile dökülmese bile bir düşünce şeklinde belirip kalbi ve kafayı meşgul eden yakışıksız sözler, çirkin laflar, karalama ve kınamalar da kalb ve ruha zarar verebilir. (12.30)
- Zararlı kelam-ı nefsîlerden sıyrılmanın en müessir yolu tavır değişikliğidir. Psikologlar da, insanın kendini yenilemesi ve üzerindeki sıkıntıyı atabilmesi için bir hal ve tavır değişikliğini salık vermektedirler. Resûlullah'ın, "Sizden biriniz ayakta iken öfkelenirse otursun, öfkesi geçerse ne âlâ, öfkesi geçmezse uzansın." nasihati de bu zaviyeden değerlendirilebilir. Nihayet, kötü sözden ve dünyevî kavgalardan bütün bütün uzaklaşmanın biricik yolu olan namaz da bu konuda bir iksir olarak Rehber-i Ekmel'in tavsiyeleri arasındadır: "Her türlü öfke ve ağız kavgasının ilacı, iki rekat namazdır." (15.45)
Bir sohbetinizde "tahdîs-i nimeti kelâm-ı nefsîye emanet etmek"ten bahsetmiştiniz. Tahdîs-i nimetin gürül gürül seslendirilmesi ya da kelâm-ı nefsiye havale edilip bir duygu seli halinde kalbe hapsedilmesi gereken yerlerin tesbitinde ölçü ne olmalıdır?
- Şeytanın gem vurmak istediği insanlar.. ve İblis'in en çok nefret ettiği şahıs... (19.28)
- Tahdîs-i nimet, Allah'ın nimetlerine karşı şükür duygusuyla dolmak ve O'nun lütuflarını ilan etmektir. Bir başka ifadeyle, Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verilen nimetleri düşünmemiz neticesinde onları bahşeden Rabbimize karşı içimizde minnet hislerinin coşması ve bu hamd ü senâ duygusunun şükür nağmeleri olarak dudaklarımızdan dökülmesidir. Ne var ki, -şeytan ve nefis gibi iki azılı düşman en masum meselelerde bile tuzaklar kurduğundan dolayı- tahdîs-i nimetin gürül gürül seslendirileceği yerler de vardır, kelâm-ı nefsiye havale edilip bir duygu seli halinde kalbe hapsedilmesi gereken yerler de. (20.50)
- Bazı kimseler tahdîs-i nimette bulunurken hiç farkına varmadan başkalarına "estağfirullah" dedirtmeyi de mülahazaya almış olabilir. Eğer, tevazu görünümlü süklüm püklüm olmalar, eğilmeler, temennâ durmalar, tahdis-i nimet televvünlü sözler, ifadeler insanın tabiatının bir neticesi ve gönlün dışarıya aksetmesinin bir sonucu değilse, bunlar şirk işmam eden "estağfirullah" yatırımlarıdır. (21.10)
Peygamber Efendimiz'in Huneyn'de yaptığı gibi nimetleri kelam-ı lafzî ile söylemenin gerektiği yerler de var mıdır?
- Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Huneyn sonrasında tahdîs-i nimeti gürül gürül seslendirmesi, bazı genç sahabilere konumlarını hatırlatmak, onların ikna olmalarını sağlamak ve kalblerinin itminana ermesini temin etmek içindi. (23.35)
- Küfrân-ı nimetten kaçınmalı, bir damla nimet karşısında bile yüz defa şükürle gürleyerek hep minnet hisleriyle oturup kalkmalısınız; ne var ki, meziyet, kemâlât ve hususi iltifatların varlığını kabul etmekle beraber onlara sahip çıkmamalı, kendinize mal etmemeli ve hepsinin Allah'ın lütufları olduğunu gönlünüzde duymalısınız. Yerine ve şartlara göre, özellikle gurur ve kibre kapılıp şirk şaibesine bulaşmaların söz konusu olduğu demlerde şahs-ı manevinin mazhar kılındığı ilahi iltifatları gürül gürül ilan etmeli, fakat, bilhassa kendi şahsınıza müteveccih ihsanları ve onlar karşısındaki hamd ü senâ hislerinizi herkese açmamalı, onları kelâm-ı nefsîye emanet etmekle yetinmelisiniz. (26.20)
Çay Faslından Hakikat Damlaları...
- Mübarek gecelere has bir ibadet yoktur; o günlerde asıl olan "hatırlama" ve derin bir muhasebeyle "yeni bir başlangıç" yapmadır. (28.18)
- Bazen hayır görünümlü neticeler de insanı yanıltabilir; mesela; bir iş muvaffakiyetle neticelendirilmiş olabilir; fakat o başarıdan dolayı şımarıp küstahlaşmak büyük bir zarara sebebiyet verir. (30.20)
- Bizi Allah'tan uzaklaştıran nimet, nimet suretinde bir nıkmettir. (32.14)
- Eğer insan, güneşe doğru yürürse, gölgesini arkasına almış olur; sırtını güneşe dönerse bu defa da gölgesinin arkasında kalmış olur. Bu itibarla gözlerimiz hep sonsuz ışık kaynağında olmalıdır. (32.55)
- tarihinde hazırlandı.