Fethullah Gülen ve İslâmcılık
Yazar, Fethullah Gülen'i her ne pahasına olursa olsun siyasal İslâm'ın içinde göstermek niyetiyle, Bediüzzaman'ı İslamcı ve Fethullah Gülen'i de O'nun devamı gibi takdim ediyor. Mümtazer Türköne'den iktibaslarda bulunarak ve kendi düşüncelerini iktibasta bulunduğu kişilerin düşünceleri içine karıştırıp, sanki bunların düşünceleriymiş gibi aktarmada beis görmeme canbazlığı yaparak, Said Nursî'yi, 'Namık Kemal ve Ali Süavi ile başlayan, genel kabule göre Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh çizgisi ile geleneğini oluşturan, II. Meşrutiyet'in Mehmet Akif i, Babanzâde Ahmet Naim'i ile devam ettiği' ileri sürülen çizginin içinde ele alıyor.
Akademik düzeyde kaldığını ileri süren birisi, eğer kendisinde fikir namusu varsa, bir kişinin fikirlerine dayanarak yargıda bulunmaz. Aksine, -yeteneği varsa- ele aldığı kişilerin eserlerini ve bunlarla ilgili yazılmış eserleri ve haklarındaki daha başka değerlendirmeleri bizzat okur ve ondan sonra kararını verir. Kararında da fazla iddialı, hele hele suçlayıcı ve isnatkâr olmaz. Fakat, maksat gerçeği ortaya çıkarma değil, her ne pahasına olursa olsun, bir kişiyi mutlaka rejim ve 'zinde güçler' karşısında töhmet altında bulundurmak olunca, marksist gelenek gereği her yol mübah görülebiliyor.
Bir defa, Fethullah Gülen Said Nursi'nin devamı değildir. O'nunla ve kendilerini Said Nursi'ye bağlı görenlerle Fethullah Gülen arasındaki görüş, düşünce ve davranış farklılıkları bunun en açık kanıtıdır. İkinci olarak, Bediüzzaman'ın iddia edilen İslamcı çizgide olduğu düşüncesi de yanlıştır. Mümtazer Türköne'nin fikirleri gibi görünen (görünen diyorum, çünkü, Bulut'un kitapçığında nereler iktibas, nereler kendine ait belli değil) ifadelerde, 'II. Meşrutiyet'in Mehmet Akif'i, Babanzâde Ahmet Naim'i, Said Nursî'si ile devam eden' deniyor ki, Said Nursi, sadece II. Meşrutiyet dönemindeki faaliyetleri ile İslâmcı cereyanın içinde anılıyor.
Fakat bu da, gerçeği tam yansıtan bir düşünce değildir. Said Nursî, bazı konularda, anılan diğer kişilerle birlikte hareket etmiş ve ortak düşünceleri dile getirmiş olabilir. Fakat, Nursî'nin asıl misyonu 1925'te başlar. O, daha önceki dönemi için 'Eski Said' tabirini kullanır. 'Ben bir nur bekliyordum. Bu nur, çok geniş dairede ve siyaset aleminde çıkacak sanıyordum. Fakat hadiseler 25 yıl beni bilfiil tekzip etti. Benim beklediğim nur, iman dairesinde ve Risale-i Nur şeklinde tecelli edecekmiş' sözleri O'nun olduğu gibi; 'Eski Said ile bazı düşünürler, Avrupa felsefe ve biliminin silahlarıyla Avrupa'ya karşı mücadele ediyorlar, kökleri çok derin zannettikleri bu felsefenin dallarıyla İslâmiyet'i aşılayıp, güya takviye ediyorlardı. Fakat bu tarz mücadele, İslâmiyet'in kıymetini bir derece düşürmek olduğundan, o mesleği terk ettim. Bilfiil gösterdim ki, İslâmiyet'in esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları bile onlara yetişemez, sathî kalır' diyen de Said Nursî'dir (29. Mektup, 7. İşaret).
Yeni Said'in İslâmcılıkla alâkası olmadığı gibi, Eski Said'in de çok azdır. Bir defa, Afganî, Abduh ve bizde Akif gibi alim ve düşünürlerce temsil edilen İslâmcılık cereyanı ile Eski Said arasında bile başlıcalarını özet olarak aşağıda sunacağımız derin farklar vardır:
1. İslâmcılık cereyanına Neo-Selefilik olarak bakılabilir. İslâmcılık veya Neo-Selefilik İslâm'a bakışta 'püriten' bir mantığa sahiptir. 13 asırlık, içinde İslâm'ın çok değişik şartlarda temsil edilip yaşandığı ve muazzam bir gelenek oluşturduğu, ayrıca fıkhî mezheplerin oluştuğu, yine Tasavvuf un ayrı bir disiplin halinde geliştiği İslâm tarihini bir çırpıda atlayarak, Sahabe asrına gider ve örneğini oradan alma iddiasındadır. Fakat bu tutum, ne yazık ki burada da durmamış ve daha aşırı boyutlara vararak, Sahabe'nin de, Sünnet'in de sorgulanmasına yol açmıştır. Halbuki Bediüzzaman, geleneğe de, fıkhî ekollere ve fıkıh imamlarına da daima saygılı olmuştur.
2. İslâmcılık, tasavvufu adeta kategorik olarak reddeder. Halbuki Bediüzzaman, tasavvuf ve tasavvuf büyüklerine bağlılık derecesinde saygılıdır.
3. İslâmcılık, içtihad adı altında İslâm'ı yeni şartlara uydurma gayreti içindedir. Bu yanıyla modernist bile sayılabilir. Bediüzzaman, içtihada tabiatıyla karşı olmamakla birlikte, İslâmcıların kasdettiği türden içtihad heveslerine kapalıdır ve bunun sebeplerini eski Said döneminde kaleme aldığı Mesnevî'de izah eder. İslâmcılık, mezheplerin birleştirilmesi, hattâ reddi gibi bir tavra girerken, Beidüzzaman, mezheplerin tabiî ve kaçınılmaz olduğunu baştan kabûl etmiştir.
4. İslâmcılık, Batı'dan gelen düşünce akımları karşısında yarı teslimiyetçidir ve İslâm'ı onlara göre yorumlama cihetine gitmiştir. Meselâ, Afganî'nin güya Renan'a verdiği cevap, tam bir teslimiyet örneğidir. Halbuki Bediüzzaman, Batı'dan gelen fıkrî-felsefi cereyanlar karşısında meydan okuyucu bir tavra sahiptir.
5. İslamcılık, meseleye sosyal-siyasal alanda yaklaşmış, fakat Bediüzzaman, baştan beri imanın üzerinde durmuş, Batı'dan gelen inkâr fırtınaları karşısında iman esaslarını her zaman birinci mesele yapmıştır. Mesnevî, yine bu konuda yeterli örnektir.
6. İslâmcılık cereyanının öncüleri bile pek çok konuda birbirleriyle mutabakat içinde değildirler. Meselâ, Mehmet Akif tam bir bağımsızlık yanlısıdır ve Batı karşısında mesafelidir. Buna karşılık Abduh gibileri, İslâmî yaşayış konusunda son derece lâkayd olmalarının yanısıra, Batı'ya da şu veya bu şekilde bir teslimiyetin içindedirler. O'nun hakkında, İngilizler'in o dönemdeki Mısır valisi Lord Cromer'in yazdıkları son derece dikkat çekicidir:
'Muhammed Abduh, Mısır'da çağdaş bir düşünce ekolü kurmuştu. Bir bakıma o, Hindistan'da Aligarh Üniversitesini kuran Seyit Ahmet Han'a çok benzemekteydi. Onun siyasi bakımdan önemi; Müslümanlarla Batı arasındaki uçurumu meydana getiren aralığı kapamak istemesindendir. Gerek ona, gerekse onun ekolünden olanlara her türlü yardım ve desteği sağlamak gerekir. Çünkü onlar, Avrupa menfaatlerinin tabii müttefikleri sayılırlar.' (Ebu'l-Hasan en-Nedevî, İslâm Ülkelerinde İdeolojik Savaş, s. 140)
Abduh'un yakın dostu Blunt ise, onun için 'O'nun İslâm'a olan inancı, benim Katolikliğe olan inancım kadardı' der. (Albert Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age, s.141)
Bunlar, İslâmcılık cereyanlarıyla, Eski Said arasındaki ilk akla gelen farklar. Cumhuriyet dönemindeki Said Nursî ile İslâmcılık cereyanlarının ise hiçbir alâkası ve benzerliği yoktur. Yazarın hedefi bir gerçeği ortaya çıkarmak değil, niyetini, peşin yargısını doğrulamak.
Burada yeri gelmişken şu hususu da belirtelim ki, Bediüzzaman gibi, İmam-ı Gazalî gibi şahısların hayatlarında dönemler vardır. İmam-ı Gazalî, 35 yaşında Nizamülmülk medreselerinin en meşhur müderrisi, zamanındaki küfre bulaşmış felsefeyi yerle bir etmiş zirvede bir alim iken, bilahare 11 yıl Şam'da Emeviye Camü'nde inzivada kalmış ve ondan sonra bilinen İmam-ı Gazâlî olarak ortaya çıkmış, bütün eserlerini iman, ahlâk ve tasavvuf etrafında örgülemiştir. Bediüzzaman da, Yeni Said döneminde İmam-ı Gazalî gibidir. Eski Said döneminde kısmen sosyal ve siyasal hayatla devam ettirdiği münasebetini tamamen bırakmış ve bütün gayretini İslâm'ın iman, ibadet ve ahlâk esasları üzerinde yoğunlaştırmıştır. Fethullah Gülen ise, hayatında siyasetle hiç meşgul olmamıştır. Ülke meselelerine duyduğu alâka gereği, zaman zaman devrin idarecileriyle kısmî münasebetleri olmuşsa da, asıl gayretini imanlı, ahlâklı ve zihni ilimlerle aydın, ülkeye hizmet edecek bir neslin yetişmesi için harcamıştır. Yalnız, her insan gibi, O'nun da fikrî bir tekâmülden geçebileceği ve söylemlerinde zamanla bazı farklılıkların olabileceği tabiîdir. Dolayısıyla, O'nun daha önce yazıp söyledikleri ve bazı tavırlarıyla, daha sonrakiler arasında - tabiî varsa - bazı farkların bulunması gayet normal karşılanmalıdır. [Hem dünya görüşünüz itibariyle değişmeyi nerdeyse kâinatta geçerli tek kanun olarak kabûl edecek, hem de bazılarının değişmesini döneklik olarak görecek, bazılarındaki değişmeyi ise 'takıyye' olarak suçlayacaksınız. Böyle bir tavır, ancak bir samimiyetsizlik göstergesi olabilir.]
Bu açıklamalardan sonra, Yazarın Fethullah Gülen'le ilgili İslâmcılık iddialarının ne derece tutarsız olduğu herhalde ortadadır. Bulut, İslâmcılık konusunda da ne yazdığının çok farkında görünmüyor. Meselâ, bir yerde (s. 45) İslâmcılar'ı tarikatçı, şeriatçı veya radikal diye sınıflarken, hemen 1 (bir) sayfa sonra, Abdürrahman Arslan'ın bir makalesinden iktibaslarda bulunurken, onun beynindekileri de okuyarak (!), Arslan'ın Türkiyeli Müslümanlar şeklindeki genel ifadesini hemen kendince daraltmakta ve parantez içinde (şeriatçı, tarikatçı, İslâmcı) sınıflamasına gitmekte, yani, bu defa İslâmcıları şeriatçı ve tarikatçıların yanısıra, ayrı bir grup gibi takdim etmektedir.
Yazar, Abdürrahman Arslan'ın bir dergide yayınlanan 'Seküler Dünyada Müslümanlar' yazısından iktibaslar yapıyor, iktibasların arasına, sayın Arslan'a mı, yoksa kendine mi ait olduğu belli olmayacak şekilde kendi iddia ve isnatlarını yerleştiriyor ve neticede sayın Arslan'ın yazdıklarının tam tersi bir sonuca varıyor.
Söz konusu yazısında Abdürrahman Arslan, Türkiye'de İslâmcı kesimin gittikçe sekülerleştiğini, politika, eğitim, ekonomi ve medya alanında görülen ve gelişen bu sekülerleşme neticesinde sisteme adapte, hattâ entegre olduğunu, yani sistemle bütünleştiğini, aha önceki faaliyetlerinde iman, rızk, israf gibi tamamen İslâmî faktörler etkiliyken, artık üretim, moda, kâr gibi bütünüyle modern ve seküler hayatın kavramlarının onlara da artık yön verir hale geldiğini belirtiyor ve ciddî bir eleştiri yapıyor. Yazar, bunu öyle tersine çeviriyor ki, ona göre İslâmcılar sisteme nüfuz ederek, onu değiştirme gayesi ve gayreti içindedirler. Fethullah Gülen de İslâmcılardan olduğuna göre, o da politika, medya, eğitim ve ekonomi sahalarındaki faaliyetleriyle aynı gayeyi gütmektedir. Bir yanda, müslümanların İslâm adına sistemle bütünleştiği acı acı tenkid ediliyor, diğer yanda ise, bu tenkidden kalkılarak, İslâmcıların ve Fethullah Gülen'in sistemi değiştirme gayret ve çabası içinde olduğu sonucuna varılıyor. Bu kadar tutarsız bir tavra ne ad verilir bilemiyorum.
Yazar'a göre Fethullah Gülen hem nurcu, hem şeriatçı, hem tarikatçı, hem İslâmcı, hem modernite ile İslâm'ı sentezliyen eklektik bir zihin yapısına sahip, hem postmodern, hem Amerika'nın ve CIA'nın bölgedeki sibobu, hem ılımlı Amerikan İslamcısı... Bunlar yetmiyor, aynı zamanda Papa'nın gizli kardinali. Dahası da var. Aynı zamanda, Amerika kökenli Moon tarikatından. Yetmedi. Aynı zamanda, devletin derin bir kesimiyle gizli ilişkiler içinde... Aynı isnatları, Yazar'ın basındaki fotokopilerinde de görmek tabiî bizi şaşırtmıyor. Çünkü, hedef ve beslenme kaynakları aynı.
- tarihinde hazırlandı.