Ufuk İnsanlar: Peygamberler
"Peygamberler, insanlık için birer sınır çizgisi mesabesindedirler. İnsanlığı oraya yükseltmek mümkündür." diyorsunuz. Bu sözün açılımını yapar mısınız?
Peygamberler, Allah'ın seçtiği ve özel donanımlı mükemmel insanlardır. Maddî-mânevî en güzel sıfatlarla donanmış bu insanlar, aynı zamanda herkesin kendisine örnek ve model kabul edeceği câmiiyete de sahiptirler. İnsanlar, Allah'ın kendilerinden beklediği ve yakalamalarını istediği noktada örnek olarak peygamberleri görürler.. onlar, komutanlıkları, babalıkları, devlet başkanlıkları, hâkimlikleri ve mucizeleriyle, hâsılı hayatın her sahasında insanlar için birer sınır çizgisi mesabesindedirler.
Şimdi bu mülâhazalara bağlılık içinde şunu ifade edebiliriz: Peygamber dimağı, fiziği aşkınlık içinde aynı zamanda metafiziğe de açıktır. Çünkü biz hâlâ vahiy telakkisini, onun melekle görüşme meselesini çözebilmiş değiliz. Onun hayattaki bütün başarılarına fetanet-i uzmâ diyoruz. Fetanet-i uzmâ, muhteşem ve insan üstü akıl demektir. Allah'ın kudsî elçileri, bir kısım mazhariyetlerle pek çok problemi çözmüşlerdir. Haddizatında bu, sebep olarak onların dimağlarının dimağlar üstü bir dimağ olmasıyla hâsıl olmaktadır. Yani Allah, sıradan bir insanı o büyük vazife ile serfiraz kılmamıştır. Allah, peygamberlerin ruhu gibi dimağlarını da fevkalâdeden inkişaf ettirmiştir. Bu açıdan peygamberlerin dimağlarının seviyesi de dimağ adına son sınırdır ve başkalarının da, yakalama cehdi içinde bulunmaları gereken bir müteal serhattır.
Peygamberlerin mucizeleri de, ilmî araştırma, gelişme ve telakkilerin son sınırını göstermesi açısından serhat sayılır. Hz. Süleyman'ın (aleyhisselâm) Belkıs'ın tahtını Sebe'den getirmesi ve oradaki insanların da bunu görmesi celb-i surete işaret etmektedir.[1] Peygamber bunu bir mucize olarak gerçekleştirmiştir ve bu, insanlık için bir son sınırdır. Beşer, fen ve terakki ile ancak onun biraz yakınına ulaşabilir. Nitekim televizyonun icadı beşerin bu noktaya vardığını göstermektedir. Yine Hz. İsa (aleyhisselâm), en onulmaz dertlere derman bulan -Kur'ân-ı Kerim'in ifadesi içinde- Allah'ın izniyle ölüleri dirilten, kör olanları gördüren, abraş hastalarını iyileştiren bir peygamberdir.[2] Bu âyet-i kerimeyle Allah, peygamberi vasıtasıyla insanlığa şu mesajı vermektedir: "Tıp mevzuunda bir gün öyle ilerlenecektir ki, ölüme hayat rengi verilecektir." Tabiî bu, "Ölmüş insanlar tekrar diriltilecek." anlamına gelmemektedir. Keza, Hz. İbrahim'in ateşte yanmaması, insanın da bu ufka ulaşması adına bir davetiye hükmündedir. Bugün insanoğlu amyant maddesini keşfederek bunun küçük bir kısmını gerçekleştirmiş sayılır. Beyan Sultanı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, ifade ve beyan hususunda insanlığın, kendisine yaklaşması beklenen bir zirvedir.
Buradan hareketle insanlık, gelecekte bir kısım hakikatlerin mâşerî vicdan tarafından kabul edilmesi için gücünü, kuvvetini beyandaki edadan alacak; üslûp ve beyandaki eda, hakikaten en müessir bir silah hâline gelecektir, diyebiliriz. Zaten kitle iletişim araçları vasıtasıyla bu gün tahrip veya tamir adına yapılanlar da o noktanın önemini bize anlatmıyor mu..?
Evet, ölüme hayat rengi vermek ve ateşin içinde yanmamak mümkündür. Hatta belki de gelecekte suretleri celp etmekten ziyade, ışınlama meselesi de vuku bulacaktır. Gerçi bu mesele bana fizikî olarak biraz uzak geliyor. Çünkü cisimler, hareket ettikleri istikamette boylarından kaybetmekte ve ışık hızına çıkınca da yok olmaktadırlar. Bu durumda kalb ve nabız nasıl olur bilemiyorum.! Ancak gelecek, pek çok sürpriz ve fevkalâdeliklere gebe gibi görünüyor. Teknik ve teknolojik gelişmeler ilerledikçe bunlar bir bir müşâhede edilecektir. Beşer bu gelişmelerle peygamberlerin tutturduğu ufuklara ulaşabilecektir ama onun o ufku tam olarak ihraz etmesi de mümkün değildir.
Evet, peygamberler, insanların önünde maddî-mânevî her yönden birer örnek ve model olarak ulaşılması gereken birer işaret âbidesi ve Allah'ın seçtiği en mükemmel insan topluluğudur. Allah'ın rızası, selâmı onların ve bizim Peygamberimiz'in üzerine olsun.
[1] Bkz.: Neml sûresi, 27/40
[2] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/49; Mâide sûresi, 5/110
- tarihinde hazırlandı.