Sünnetin Tesbiti ve Teşrideki Yeri
Hadis, Resûl-i Ekrem Efendimiz Hazretleri'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) akvâl, ef'âl ve ahvâlini (söz, fiil ve davranışlarını) bildiren ilimdir. Çokları, sünnetin takrîrî kısmını da ef'âli içinde zikretmişlerdir. Öyle veya bu şekliyle, bizim arz etmeyi düşündüğümüz hususu çok alâkadar etmediğinden üzerinde durmayacağız.
Efendimiz'in akvâlinden murad; Kur'ân'ın (vahy-i metlüv) dışında olan mübarek sözleridir. Fiillerinden murad ise, Zât-ı Risâletpenâhi'lerinden sâdır olan ef'âldir ki, büyük bir kısmı itibarıyla bunlara uymakla mükellef sayılırız. Bu arada, Sultanü's-Sekaleyn Efendimiz'in âdet kabîlinden olan işleriyle, şahsı ile alâkalı sünnetlere uymak mecburiyeti olmasa bile, bunlara dahi hâlis bir niyetle ittiba, âdetleri ibadet hâline getirmesi ve O'nun mübarek davranışlarıyla hedeflenen noktalara yönelmeyi netice vermesi bakımından sevap ve bereket kaynağı olacağında şüphe yoktur.
Fıkıh ilminde bu ikinci nevi fiiller bahis mevzuu değil ise de, hadis ilminde her zaman üzerinde durulagelmiştir. Efendimiz'in ahvâli, hadisçilerce hadis muhtevasına dahil, ama, fıkıhçılarca hariçtir. Fakihler derler ki: "Efendimiz'in ahvâli, ihtiyarî fiiller nevinden ise o, ef'âl-i nebeviyyeye zaten dahildir. Yok, Şeref-i Nev-i İnsan'ın, şemâil-i şerifleri, mîlâd‑ı nebevîleri, O'nun zaman ve mekânı gibi siyer kitaplarında zikredilen ve şer'î hükümlere esas teşkil etmeyen hususlardan ise, o, fukahânın maksadının dışında kalır ve teşrîde de esas değildir."[1] Oysaki, hadisçilere göre, Efendimiz'e (aleyhi ekmelüttehâyâ) izafe ve isnad edilen her şey hadistir ve hadisçinin iştigal sahası içine girer.[2]
Sünnete gelince, Hazreti Ferîd-i Kevn ü Zaman Efendimiz'e izafe olunan söz, fiil ve takrîrlerin umumuna denir ki, usûl-ü fıkıh ulemâsına göre hadisin müradifi sayılır.[3]
Biz, burada şimdi, bu çok geniş ve şümullü mevzu üzerindeki söylenmesi gerekli olan hususları, işin mütehassıslarına bırakarak sünnetin tesbitiyle alâkalı bir-iki önemli meseleyi kuş bakışı arz etmeyi düşünüyoruz.
Sünnet: Allah Resûlü ve O'nun nurlu ashabının yaşadığı çağdan günümüze kadar, Kitab'ın yanında korunup kollanan ve her asırda yüzlerce devâsâ insanın, kabullenip hemen her meselede müracaat ettiği tertemiz ilâhî bir kaynak ve teşrîde de ikinci esastır.
Kur'ân-ı Kerim, pek çok âyetiyle Hazret-i Seyyidü'l-Beşer ve O'nun sünnetine uymayı emrettiği gibi,[4] pek çok sıhhatli ehâdîs-i şerîfe de, yine sünnete ittibaın önemi ve onun teşrîdeki yeri üzerinde durmaktadır.[5] Denebilir ki, hemen her devirde aklının altında kalıp ezilmiş bir-iki nasipsiz istisna edilecek olursa, sünnet, din ve dinî hayata esas teşkil etmesi bakımından bugüne kadar hep Kur'ân'la beraber mütalâa edilmiştir. O, Kur'ân'la o kadar içli-dışlı ve o kadar beraberdir ki, ne onu Kur'ân'dan, ne de Kur'ân'ı ondan tecrit etmek mümkün değildir.
Sünnet, Kur'ân'ın mübhem kısımlarını tefsir, mücmel yerlerini tafsîl, mutlak olan hükümlerini takyîd, âmm olan kısımlarını da tahsîs etme gibi Kur'ân'a ait hizmetleriyle âdeta onunla bütünleşmiş gibidir.
Namazlar, rükünleri, şartları, sıhhat ve fesadı, sünnet ve âdâbıyla; hac, ifradı, kıranı, temettuu ve bütün teferruatıyla; zekât, nisabı, nevileri ve eda keyfiyetiyle, Kur'ân'da mücmel olarak zikredilip de, sünnetle ayrıntılı bilgi verilen meselelerin sadece birkaçıdır. Kur'ân-ı Kerim'de miras âyetlerinin âmm olarak zikredilmesine rağmen, peygamberlerin mallarının miras olmayacağı,[6] birbirine mirasçı olanlar arasında vuku bulan katlin, mirastan mahrumiyete sebebiyet vereceği,[7] sünnetle tahsîs edilen ahkâmdandır.
Bundan başka, Kur'ân-ı Kerim'de mutlak olarak zikredilen pek çok hüküm vardır ki, onlar da yine sünnetle takyîd edilmiştir. Bu arada, Kur'ân-ı Kerim'in bir tek kelime ile dahi temas etmediği ve müstakillen sünnetle ele alınan meseleler de az değildir. Ehlî eşeklerin[8] ve yırtıcı hayvanların etlerinin[9] haram edilmesini, hala ve teyze üzerine yeğenlerin izdivacının yasaklanmasını[10] bu cümleden sayabiliriz.
Bu itibarladır ki, ilk asırdan bugüne kadar, Kur'ân'ın yanında sünnet de aynı ihtimama mazhar oldu; "Kitap" gibi kaydedildi; üzerinde müzakereler yapıldı ve eslâfdan ahlâfa kitaplar ve kitapçıklar hâlinde intikal etti.
Allah Resûlü, hayat-ı seniyyelerinde, kendine itaat etmeyi ve sünnetine uymayı dinin bir parçası sayıyor; söylediği her sözün arkadan gelecek nesillere ulaştırılmasına teşvikte bulunuyor... Hatta ashabına uzak yerlerden hadis dinlemeye gelenlere mülâyim ve yumuşak davranmayı emrediyor ve söylediği sözlerin mutlaka dinlenip-bellenmesi için tahşidat yapıyor... Muhataplarının anlayıp ezberlemelerine yardımcı olmak için yerinde, konuştuğu şeyleri birkaç defa tekrar ediyor ve yerinde de mübarek sözlerinin kaydedilmesini tavsiye buyuruyorlardı.
Beri taraftan ashab-ı kiram efendilerimiz de, bütün bir hayatı talim etme vazifesiyle gönderilmiş olduğuna inandıkları bu Şeref-i Nev'-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman'ın, değil dinin esaslarına taalluk eden söz ve davranışları, O'nun tabiî hâl ve hareketlerini dahi, hassasiyetle takip ve tesbit ediyor; sonra da duyup-işittiklerini tekrar ber tekrar aralarında gözden geçirip ya hafızalarına alıyor veya defterlerine işliyorlardı. O'ndan intikal eden her şeyi en mübarek bir hatıra, en muhterem bir emanet sayarak tek kelimesinin dahi zayi olmasına gönülleri razı olmayan bu müstesna cemaat, hayatlarını bu mukaddes emanete karşı hep emniyet duygusu içinde sürdürdüler.
Ayrıca, O'ndan gelen her beyan ve mesajı, sabah akşam gökten gelmiş semavî sofralar kabul eden ve ilâhî emirlere karşı arzuyla dolu, alabildiğine kadirşinas bu topluluk, duyup işittiği bu ışıktan fermanları âdeta, âb-ı hayat gibi içiyor ve tek damlasını da zayi etmiyordu. Aslında düşünceler, olabildiğince saf, gelen mesajlar çok yeni ve taze, sineler iştiyakla buhur buhur, anlatılan şeyler de ebedî mutlulukla alâkalı, hatta onun altın anahtarı mesabesinde olunca, ne sünnete karşı lâkayt kalınabilir, ne yıllanan şeyler hafızalardan silinir, ne de onun içine başka şeyler karıştırılabilirdi. Ve öyle de oldu. Zaten, hayatını, doğruluğu ikameye vakfetmiş ve yalanın her çeşidine kapalı bu ruh insanları, doğrunun tek zerresinin dahi zayi olmasına gönülleri razı olmadığı gibi, yalan ve hilâf-ı vâkiye karşı da tavırları tamdı. Muhalfarz, içlerinden biri yalana tenezzül edecek olsaydı, yüzlerce ağızdan yükselen protesto sesi, bu yalancı solukları boğacak ve teşebbüs edecek başka kimselerin içine de korkular salacaktı. Böyle bir tavır ve tutum az da olsa, bir kısım cüretkârlara karşı yapılmadı da değil...
Evet, ashab-ı kiram, hem sünnetin tesbiti vazifesini, hem de muhafazasını tekeffül etmiş bulunuyorlardı. Bu hususta muhkemâta tevfîkan geliştirdikleri bir kısım tahkik metotlarıyla, duydukları her şeyi kritiğe tâbi tutabiliyor, raviyi istintak edebiliyor, rivayet edilen her şeye şahit istiyor ve çeşit çeşit mihenklerden geçirerek hadisi öyle kayd ve tesbit ediyorlardı.
Bu arada, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu şeyleri yazan sahabenin sayısı da az değildi. Aslında hadisler de tıpkı Kur'ân-ı Kerim gibi şeref-vürûduyla beraber kaydediliyordu; ama, gayr-ı resmî ve hususî defterlere. Hadisin kayd ve tesbitinin Ömer b. Abdülaziz'le başladığını söylemek, doğru olsa bile eksiktir. Zira Ömer b. Abdülaziz döneminde yapılan şey devlet emirnameleriyle resmî tedvîndir. Bu da tıpkı, Hz. Ebû Bekir döneminde, hafızların hafızasında, değişik cisimler üzerinde yazılı bulunan Kur'ân âyet ve sûrelerini bir araya getirme gibi bir resmî cem' ve tedvîndi.
Yoksa, Hazreti Sahib-i Risâletpenâhi'leri zamanında, O'ndan sâdır olan her şey yazılıyordu ki, bunlar arasında, daha sonra çok iştihar eden Abdullah b. Amr b. Âs'ın, "es-Sahîfetü's-sâdıka"sı, Hemmam b. Münebbih'in "es-Sahîfetü's-sahîha"sı Zeyd b. Ali b. Hüseyin'in "Mecmû"u çok meşhur olmuş ve tedvînin resmîleşip yaygınlaştığı dönemde de sonraki müdevvenâta birer kaynak teşkil etmişlerdi.
Ashab-ı kiram, hadislerin kayd ve tesbitine hassasiyet gösterdikleri ölçüde orijinalini muhafaza mevzuunda da fevkalâde titiz davranıyorlardı. Âişe Validemiz, hadisleri kelimesi kelimesine nakle alabildiğine hassasiyet gösteriyor, İbn Ömer bir harf bile değiştirmeden rivayet etmeye çalışıyor, İbn Mesud ve Ebû'd-Derdâ gibi kibâr-ı ashab, hadis rivayeti denince sıtmaya tutulmuş gibi tir tir titriyor ve neden sonra ağzından birkaç kelime çıkıyor ve "kendimden kelime karıştırırım" endişesiyle bazıları da hiç mi hiç rivayete yanaşmıyordu.
Tâbiîn-i kiramın da bu meseleye aynı titizlikle yaklaştıklarını söylemek mübalâğa olmasa gerek. Said b. Müseyyeb, Şâ'bî, Alkame, Sevrî bu hassasiyetin büyük temsilcilerinden sayılıyorlar. Zaten daha sonraki dönemlerde, hem senet ve metnin tahkiki, hem de ricâl kitaplarının tedvîni, silik sözlerin hadis cevherleri arasına girmesini bütün bütün zorlaştırıyor idi ki, zannediyorum dinî metinleri bu ölçüde hassasiyetle kritiğe tâbi tutan, İslâm ümmetinden başka bir ümmet de yoktur.
On dört asırdır, O'nun arkasında bulunabilmemiz, frekanslarımızın O'na ayarlı, alıcı cihazlarımızın açık ve O'na dönük olması ölçüsünde her lahza O Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ı, vicdanlarımızda duyuyor ve ruhlarımızda hissediyoruz. Bu öyle bir duyuş ve hissediştir ki, bir adım daha atsak, sanki O'nunla yüz yüze geliverecek de o diriltici soluklarını ciğerlerimize kadar çekecekmişiz gibi oluruz.
Dünyanın süratli bir değişimin içine girdiği, beşer fıtratına ters sistemlerin işe yaramaz çer çöp hâlinde tarihin çöplüğüne atıldığı ve insanlığın yeniden dine yöneldiği günümüzde, Ortodokslar kendi kiliselerine, Budistler kendi mâbedlerine, Brahmanlar kendi inançlarına yönelirken; yönelmekten de öte koşarken, uzun zaman sağda solda ve yâd ellerde gezen Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) cemaatinin de yeniden O'na dönmeye niyetlendiği apaçık müşâhede edilmektedir.
Evet, yirminci asrın ikinci yarısına kadar hep aleyhimize işleyen hâdiseler zembereğini, Allah (celle celâluhu) sanki yeniden kurdu ve Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) teveccühle birleştirdi. Artık, dünyanın dört bir bucağında, düşünce dünyamızın yamaçları, rahmet ilinden gelen yağmurlarla bahar esintilerine açık ve üfül üfül.. karın, buzun yerinde de goncalar kemer kuşanmış salınıyor. Evet, bugün artık ak karadan, ışık da zulmetten ayrı; herkes yollu yolunca.. ve karanlıklar köşeye kıstırılmış olmanın paniği içinde.
Bir yanda, bir zamanlar dünyanın dört bir yanına ışık götüren, gittiği her yerde Muhammedî ocaklar tüttüren ve Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nisbetin şerefiyle şahlanmış ışık ordusu, bir iki asırdır neredeyse terk ettiği kendi mâbedine hem de mehter tarrakalarıyla dönerken; öte yanda, buna mâni olmak ve karşı koymak isteyenlerin cılız, çelimsiz ve fakat hoyratça çığlıkları.
Evet, bugün artık beşerî sistemlerin ve hususiyle de bir zamanlar büyük bir debdebeyle gelen ve şimdilerde lânetlenerek terk edilen komünizmin yerine alternatif sistemler hazırlanmaktadır. Bir zaman, mâneviyat adına, peygamberlik âleminin sultanları Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Muhammed'in (aleyhimüsselâm) yerine Paskal'ı, Bergson'u çıkarıp kullanmak isteyenler, bugün de dine güya alternatif olarak ispritizmayı, ruh çağırmayı, reenkarnasyonu ve tenasüh düşüncelerini çıkarmaya çalışmaktalar...
İnsanlık tarihinde -şair-i şehîrimizin ifadesiyle- oluklar hep çift yönlü akmıştır zaten; bir yanda nur, diğer yanda kir... Evet durum, bugün hiç de dünkünden farklı değil. Dinin yerine uydurma ve sahte inanç sistemlerini ikame etmeye çalışanlar, kendilerince bir şeyler yapmaktadırlar.. ve onların böyle yapmaları da tabiatlarının gereğidir. Ancak, bizim içimizden bazılarının bunlara, hususiyle de müsteşriklere alet olmalarını, alet olup sünneti sorgulamalarını anlamak zor.
Evet, bir hayli zamandan beri sahabe-i kiramı, bilhassa Hz. Ebû Hüreyre, Hz. Enes, Hz. Abdullah İbn Ömer gibi sünneti bize nakleden tertemiz kaynakları sorgulamakla başlayan ve Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dayanan bu hareketin yarın nerelere varacağını kestirmek kehanet olmasa gerek... Vahyin hameleleri, aksettirici mirât-ı mücellâsı da sorgulanınca, bir bâtıl mezhebin nokta-i nazarı olarak Cibril (aleyhisselâm) niye sorgulanmasın ki?!
Hâlbuki, hayatımızın nuru, ziyası, cilâsı.. şaşırmayalım diye yolumuzun iki yanına konan reflektörler ve işaret taşları mesabesindeki sünnet-i seniyye öyle mühimdir ki, onsuz en büyük velilerin rehberliği bile, gidip Cennet yamaçlarına, Cemalullah'ı müşâhede rasathanelerine dayanan bu upuzun yolda yetmez ve çok fazla bir şey vaad etmez.
İmam Rabbânî gibi pek çok büyük zevat şu kanaatı izhar ederler: "Seyr u sülûk-i ruhanîde görüyoruz ki, sünnet-i seniyyeye ait nurlarda bir farklılık, bir başkalık var. Evet semalarda pervaz eden en büyük velilerin rehberlik ve kuvve-i kudsiyeleri dahi, sünnet-i seniyyenin en küçük meselesi kadar parlak ve emniyet vaad edici değildir."[11] Zira, sema-i vilâyette ne kadar büyük insan varsa, hepsi Hz. Muhammed Güneşi'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında birer peykten ibarettir. Güneşin etrafındaki peyklerin ışığının güneşe nisbeti ne ise, velilerin nurunun da, "feyz-i akdes" ve "feyz-i mukaddes"in ilk aksettiricisinin nuruna nisbetleri odur.
"Fazilet güneşidir sanki O, ötekiler yıldızları;
Karanlıklarda insanlar için ışık saçarlar." (Bûsîrî)
Zeminde yaşarken zeminin hakkını bile vermekten uzak zavallıların, güneşe balçık atıyor gibi semaya ait hakâiki ve ötelere ait cevherleri kritiğe tâbi tutmaları, sadece kendi densizliklerini gösterecektir.. gösterecektir de, sünnet hep gürül gürül sözünü söyleyecek, soluklarını vicdanlarımıza duyuracak ve gelecek yıllar, "sünnet yılları", "Hz. Muhammed yılları" ve "Kur'ân yılları" olacaktır.
[1] Zekiyyüddin Şaban, İslâm Hukuk İlminin Esasları (Usûlü'l-fıkh), s. 100; M. Sibâî, es-Sünne ve mekânetühâ fi't-teşrî'i'l-islâmî, s. 61.
[2] Bkz.: M. Accâc el-Hatîb, Sünnetin Tesbiti, s. 35.
[3] Bkz.: Zekiyyüddin Şaban, İslâm Hukuk İlminin Esasları (Usûlü'l-fıkh), s. 71.
[4] Örnek için bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/31; Nisâ sûresi, 4/59, 65, 80; Mâide sûresi, 5/92; Nur sûresi, 24/54; Haşr sûresi, 59/7.
[5] Örnek için bkz.: Buhârî, i'tisam 2; Müslim, cuma 43; Ebû Dâvûd, sünnet 5.
[6] Buhârî, farzu'l-humus 1, i'tisam 5; Müslim, cihad 49-52.
[7] Tirmizî, ferâiz 17; Ebu Davud, diyât 18.
[8] Buhârî, farzu'l-humus 20; Müslim, sayd 26.
[9] Buhârî, zebâih 28-29; Müslim, sayd 12-15.
[10] Buhârî, nikâh 27; Müslim, nikâh 33-40.
[11] İmam Rabbânî, Mektubat, 1/240 (260. Mektup); Bediüzzaman, Lem'alar, 11. Lem'a, 2. Nükte.
- tarihinde hazırlandı.