Peygamber Efendimiz'in İsmeti

Bütün nebiler masumdur. Nebiler Serveri ise, masumlar üstü masumdur. Çünkü O, nebilerin sultanı, efendisi ve bütün varlığın yaratılış gayesidir. Peygamberlik şiirine bir kâfiye gerekiyordu. Allah (celle celâluhu), en sevdiğini, âdeta o şiire kâfiye olarak yarattı. Nübüvvet semasında henüz pervaz edecek tavus yoktu. O, bu semanın tavusu oldu. Her peygamber, belli bir zaman ve mekân dilimine gönderilmişti.. hâlbuki O'nun gönderildiği yer, bütün kâinat ve zamanı ebed-müddetti. Muhatabı ise varlığın hepsiydi.

Evet, hiçbir peygamber O'nun gibi, küllî, umumî ve câmî bir mânâda varlığın hakikatini şerh ve izah edebilmiş değildir. Zaten bu, onların vazifesi de değildi. Zira, o devirlerde henüz ilimler inkişaf etmemiş ve varlık henüz didik didik didiklenmemişti. Bu, Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın devrinde olacaktı ve oldu da.. evet O'nun dediklerinden hiç biri, doğru ilim ve doğru buluşlarla çatışmadı...

Diğer peygamberler de, nur neşreden birer yıldızdılar ama güneşi görünce, ışıklarını toparlayıp sinelerinde sakladılar. Çünkü gelen güneşler güneşi ve varlığın ilk mâyesi olan gerçek nurun sahibiydi. Bûsîrî ne güzel der:

فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ

" O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır,
Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar."

Evet, O Masumlar Masumu'dur. Dolayısıyla da, O'nun ismeti bütün ismetlerin; iffeti de, bütün iffetlerin üstündedir.

En azılı düşmanları, O'nun iffet ve ismetine dokunacak tek kelime bulamamış ve O'nu bu yönüyle ta'n edememişlerdir.. ebedlere kadar da edemeyeceklerdir. Çünkü O, bir iffet heykeli ve bir ismet burcuydu. O'nun eteklerinde gubâr, dâmeninde çamur düşünmek nasıl mümkün olurdu ki, O nezahetin hulâsası "Mustafa" olarak yaratılmıştı.

Hasımları O'na her türlü iftirayı attılar. Meselâ; O'na "mecnun" dediler. Vâkıa O, bir ölçüde Hakk'ın mecnunuydu.. ve bu uğurda bütün varlığını da pazara koymuştu. İsteyen talan edebilirdi. Bu işin harmanı ise, Cennet ve Cemalullah'a ermekti...

Ve, yine O'na sihirbaz dediler. evet, en muannit insanlar dahi O'nun huzurunda eriyor ve içlerinden küfür adına ne varsa hepsi temelinden sarsılıyordu. Zaten O'na büyülenip kendini O'nun yolunda bezledenlerin sayısı hudutsuzdu. Aklı gözüne inmiş kâfirlere gelince, diyecekleri başka bir şey yoktu. "Bütün bu pervaneler sihir ateşiyle dönüyor." diyor, bir safsatada teselli arıyorlardı. Hâlbuki onları pervaneler gibi döndüren imanın gücü, kemalin cilvesi ve cemalin cazibesiydi..

O'na kâhin yakıştırmasında da bulunmuşlardı. Öyle ya oturmuş, kıyamete kadar olacak her şeyi haber veriyordu. Onlar, o güne kadar bu tür sözleri hep kâhinlerden dinlemişlerdi. Oysaki, az dikkat etselerdi, sözleri yalanlarla dolu kâhinlerle O'nu çok rahatlıkla tefrik edebilirlerdi. Evet, Efendimiz ise, hep doğru söylüyordu ve başka değil sadece gördüğünü haber veriyordu.

Eğer O mecnunsa -hâşâ-, dünyada akıl diye bir şey yok demektir. Kehanet ve sihir gibi ciddiyetten uzak şeyler ise, O'nun rüyasına dahi girememişlerdir. Çünkü O'nun rüyaları da hayatı kadar ciddîdir. O'nun hayatının ötelere açık yamaçlarından kopup gelen bu mübarek esintiler O'nun mesajından bir bölüm teşkil ederler.

Evet, akılla, mantıkla, muhakeme ile çarpışan bu muzahref sözlerin hepsini söylediler ama, hiç kimse, O'nun ismet ve iffetine dair bir şey söylemeye cesaret edemedi. Çünkü bu mevzuda söylenecek her söz, sahibini rezil ederdi. Bunu dost da düşman da çok iyi biliyordu..

Şimdiye kadar, binlerce insan, yüz binlerce kitap hep O'nu anlattı. Bunlar arasında, o ateşin pervanesi olanlar olduğu gibi, ışıktan rahatsız olan yarasalar da vardı. Ancak, görüşleri, hatta dinleri muhtelif bu insanlar, bir noktada birleşiyorlardı. İşte o nokta, Allah Resûlü'nün iffet ve ismetini tasdik noktasıydı.

Bir mânâda biz de o ateşe pervane olanlardanız. Sözümüzü hep O'nun iffet ve ismeti etrafında dolaştırıp duruyoruz. Bu bir kadirşinaslık da değil; hak gibi, vecibe gibi, umumî takdir gibi cebri anlayış ve anlatıştır; ancak, şunu da itiraf etmeden ve hatırlatmadan geçemeyeceğim: Bu satırların okurları sakın, O'nu ve O'nun iffetini, benim ifadelerim içinde aramasınlar. Bu mevzuda onlara asıl rehber, selefin kitaplarıyla, onların tertemiz ve dupduru vicdanları olsun. O vicdan ki, onda hep Hak görünür. Hakk'ın o en nezih temsilcisi ise, işte ancak bu vicdanlarla bilinir.

Gönlümüzle beraber vicdanlarımız da, O'na ebedî bir otağdır. O ne ulvî otağdır ki, onda Nebiler Sultanı ârâm etmektedir. İşte sözün burası, benim için âdeta bir bam telidir; elimde değil, dert mızrabı dokundukça bana şöyle dedirir:

Ey Masum Nebi! On dört asır evvel zuhur ettiğin gibi bir kere daha zuhur et. Arap'ın karanlık dünyasını aydınlattığın gibi, dokuz asırdır dinine hizmet eden ve bu kudsî vazifenin bayraktarlığını yapan şu asil ve necip milletin iklimine de uğra, orayı da aydınlat! Ne olur atını mahmuzla, bir de bizim ülkemize gel! İnan ki yetişen ışık süvarileri artık seni yalnız bırakmayacaktır. Senden görecekleri tek bir işaret, tek bir tebessüm onların, bütün varlıklarını istihkar etmelerine yetecektir.

A. O'nunla Alâkalı İkazlardan Bir Kesit

Kur'ân-ı Kerim'de doğrudan Efendimiz'i muhatap alan bazı ikazlar vardır. Bu ikazlar, zâhiren O'nun masumiyetine ve günahsızlığına dokunuyor gibi görünür. Bazı kimseler, "Hata olmadan böyle ikaz olmaz." diye düşünebilirler. Hâlbuki (ısrarla söylediğimiz gibi), bu ikazlar, kat'iyen bir hata ve günaha matuf varit olmamışlardır. İhtimal Efendimiz'e bazı içtihatlarında en güzel dururken güzeli tercih etmesinin, O'nun gibi en güzelin temsilcisine düşmeyeceği dersi verilmiş, ikaz edilmiş ve hatırlatılmıştır.

Bizim, menba suyu dururken, içtihatlarımızla, o ölçüde pâk veya sterilize edilmemiş bir suya karşı ikaz edilmemiz gibi... Evet nebiler, kevser dururken zemzem içmenin hatalı olduğu ikazını alabilirler. Biz, ayağımız kayıp da gayyaya yuvarlanırsak -Allah korusun!- itap görürüz. Onlar ise, aynı itabı, semalarda yüzerken yer değiştirmeden ötürü bile alabilirler. Onun için, kat'iyen bir nebiyi, bizim dünyamıza göre değerlendirip, hakkında hüküm vermemiz doğru değildir. Onlar ki saraya alınmış, huzurla müşerref olmuş insanlardır. Dışarıda kalmış, bahçe kapısına dahi yanaşamamış insanlarla nasıl bir olur ve nasıl aynı terazide tartılabilirler? Dışarıdakinin tebessümü bile sadakadır. Huzurdakinin tebessümü ise isâet olabilir. Evet ölçü ve kıstaslar tamamen farklıdır. Dolayısıyla, Kur'ân‑ı Kerim'de Efendimiz'e yöneltilen ikazları da, bu açıdan değerlendirmek icap eder.

Nelerdir bu ikazlar? Ve Efendimiz bu gibi ikazlara niçin muhatap alınmıştır? Şimdi, sırasıyla bu hususlara temas edip ve ikaz gibi görülen bu türlü hitapların alt yüzündeki iltifatı ve günah gibi görünen ameldeki sevap ve fazileti beraber mütalâa etmeye çalışalım. Sonunda da, O'na: "İffet ve ismette de senin eşin ve menendin yoktur." deyip, bir de ismet açısından nübüvvetini ilan edelim.

B. Kur'ân'da Efendimiz'e Yapılan İkazlar ve Onların Perde Arkası

Bedir Esirleri

Bedir esirleri münasebetiyle nazil olan şu âyet, Efendimiz için bir ikaz gibi görünür. Âyet şöyle demektedir:

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي اْلأَرْضِ تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللّٰهُ يُرِيدُ اْلآخِرَةَ وَاللّٰهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ * لَوْلاَ كِتَابٌ مِنَ اللّٰهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ * فَكُلُوا مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلاَلاً طَيِّباً وَاتَّقُوا اللّٰهَ إِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

"Yeryüzünde savaşırken, düşmanı tam yere sermeden esir almak, hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah (celle celâluhu), ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, Hakîm'dir. Daha önce Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap erişirdi. Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helâl olarak yiyin; Allah'tan sakının, doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder." (Enfâl sûresi, 8/67-69)

Nebi esir sahibi olamaz. Eski peygamberler de olmamışlardı. Esir sahibi olamayınca esirler üzerinde ne gibi bir tasarrufta bulunacaktır?

Nebi, ayaklarını yere sağlam basacağı, desteksiz ve kendi kendine ayakta duracağı, kendi olarak varlığını sürdüreceği, birine dayanmadan, dava ve düşünce olarak kendini ispat edip anlatacağı âna kadar, böyle yapmamalıydı. Yani, esirleri kurtuluş fidyesi mukabilinde dahi salıvermemeliydi. Belki bununla mü'minlerin bellerinin doğrultulması sağlanmalı, onların muvazenedeki yerlerine ulaşma hızları artırılmalı ve tam bir güç olma hedeflenmeliydi.. zaten senin müstesna tabiatının temayülü de bu istikamettedir. Zira, senin dünyaya ait tek tutkun dünyada dini ikame etmektir. Yanındakilerin duygu ve düşüncesi de budur. Evet, ortada bir tasarruf var; bu daha iyi de olabilirdi. Yani sizin yaptığınız hasen ise, bir de bu işin ahseni var. Allah (celle celâluhu) da işte onu istemektedir.

Eğer sebkat etmiş bir yazı, size itap etmeyeceğime dair bir hüküm ve onların işledikleri bu fiil sebebiyle, onlara azap etmeyeceğim şeklindeki kaderî bir tespit olmasaydı, size bir azap dokunabilirdi. Fakat, böyle bir hüküm, böyle bir yazı ve böyle bir tespit olduğu için artık size azabın dokunması söz konusu değildir.

Allah Resûlü, Bedir'de düşmanı tersyüz edip hezimete uğratınca, mü'minlerin gönlüne serin bir su serpilmiş oldu. Bu, âdeta onların gönlündeki 15 senelik yangını söndürmeye yetmişti. Çünkü, bu 15 senelik zaman zarfında, kâfirlerden görmedikleri haksızlık, zulüm ve ızdırap kalmamıştı. Evvelâ, canları kadar sevdikleri Mekke'den ayrılmış, Medine'ye gelmişlerdi. Fakat bu dahi Mekke müşriklerini tatmin etmemiş, şimdi de onların bu yeni vatanlarına taarruz etmeye başlamışlardı. Mü'minler her şeyi sinelerine çekiyor ve mukabelede bulunmuyorlardı. Bedir'e kadar, onlar ne yaparlarsa yapsınlar, mü'minlerin, fiilî mukabelede bulunmaları yasaktı. "Dövene elsiz, sövene dilsiz kalblerini kırıp gönüllerini darmadağınık edenlere de gönülsüz gerek." diyor ve bu ölçü içinde hareket ediyorlardı.

İşte Cenâb-ı Hak, şimdi onlara da izin vermişti. Artık mü'minler de, fiilî mukabelede bulunabilecekler.. ve en azından kendilerini müdafaa edebileceklerdi. Bedir, ilk kavgaydı. Müslümanlar muzaffer olmuş ve hasımlarını da esir etmişlerdi. Aynı zamanda böyle bir hâdise ilk defa vuku buluyordu. Bu, hakkında ilâhî bir açıklama olmayan her meselede olduğu gibi Allah Resûlü, bu meselede âdetleri üzere istişare etmişlerdi. Esirlere ne yapılması gerekiyorsa, bu, meşveret yörüngeli olacaktı.

Evvelâ, kendisinin ruh hâli ve Kur'ân'ın O'na talim ettiği ahlâk gereği, İki Cihan Serveri, bu esirlerin affedilmesine taraftardı. Çünkü şimdiye kadar Kur'ân-ı Kerim hep O'na:

فَاصْفَحِ الصَّفْحَ الْجَمِيلَ "Sen şimdi hoşgörüyle muamele et." (Hicr sûresi, 15/85) ve: اُدْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ "Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et."(Nahl sûresi, 16/125) demiş ve O'nu bu yola sevk etmişti.

Affetme, O'nda bir karakter ve bir tabiat hâlini almıştı. Öyleki Allah Resûlü'nü, bu asil duygudan ayrı düşünmek mümkün değildi. Mümkün değildi, çünkü bizzat Kur'ân, O'na: وَإِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ "Sen en yüce ahlâk üzeresin."(Kalem sûresi, 68/4) diyordu. Herkesin ahlâktan belli bir nasibi vardır. O ise küllî ahlâkın vârisidir. Zira Efendimiz, Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmanın doruğundadır. O ahlâk, Kur'ân'ın satır, sayfa ve sûrelerinden fışkırmaktadır. Böyle bir ahlâkı tam temsil eden müşahhas örnek ise Hz. Muhammed Aleyhisselâm'dır.[1] O'ndaki af ruhuna şu hâdise adesesiyle bakın ki, Mekke'yi fethettiği gün, o güne kadar kendisine kan kusturanlara O, âdeta kızılcık şerbeti ikram etmiş: لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ "Bugün kınama yoktur!" demiş.. ve ardından da umumî af ilan etmiştir.[2]

O'nun kendi ruh hâli ve kendi kanaati, daima af tarafındadır. Bununla beraber meseleyi istişare eder. Önce Hz. Ebû Bekir'e (radıyallâhu anh) kanaatini sorar. Ondan şu cevabı alır: "Yâ Resûlallah, bunlar senin kavmin, kabilen ve senin milletindir. Gerçi sana ve Müslümanlara etmedik kötülük bırakmadılar. Fakat sen, af yolunu tutar ve bunları affeder, boyunlarını vurmaz ve bunları serbest bırakırsan, gönüllerini kazanır ve bunların hidayete ermesine vesile olursun. Benim kanaatim, bunların affedilmesi yönündedir."

Allah Resûlü bir de Hz. Ömer'e (radıyallâhu anh) sorar. O ise şu cevabı verir: "Yâ Resûlallah! Şu anda elimizdeki esirler, Mekke'nin ileri gelenleridir. Bunlar öldürülürse, bir daha küfür, belini doğrultup bizim karşımıza çıkamaz. Dolayısıyla bunların öldürülmesi gerekir. Hatta, her müslümana, kendi yakınını ver, onu bizzat o öldürsün. Ver Akîl'i, Ali (radıyallâhu anh) öldürsün.. Abdurrahman'ı ver, babası Ebû Bekir (radıyallâhu anh) öldürsün. Falan akrabamı da bana teslim et, onu da ben öldüreyim."[3]

Kanaatler belli olmuştur. Sıddîk, esirlerin salınmasına, Faruk ise öldürülmesine taraftardır. Ve Allah Resûlü, önce Hz. Ebû Bekir'e (radıyallâhu anh), sonra da Hz. Ömer'e (radıyallâhu anh) teveccüh eder ve şöyle buyurur:

وإِنَّ مَثَلَكَ يَا أَبَا بَكْرٍ كَمَثَلِ إِبْرَاهِيمَ u قَالَ: فَمَنْ تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ. ومَثَلُكَ يَا أَبَا بَكْرٍ كَمَثَلِ عِيسَى قَالَ: إِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

"Yâ Ebâ Bekir! Sen aynen atam Hz. İbrahim'e (aleyhisselâm) benziyorsun. (Nasıl ki, kavmi ona her türlü kötülüğü yapmış, hatta onu ateşe atmıştı. Hâlbuki o ellerini kaldırıp Rabbine) şöyle dua etmişti:

فَمَنْ تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

'Rabbim! Kim bana tâbi olur uyarsa o bendendir. Kim de bana isyan eder yüz çevirirse, (ne diyeyim) Sen Gafûr ve Rahîm'sin.'(İbrahim sûresi, 14/36)

Ve yine sen İsa'ya (aleyhisselâm) benziyorsun. (Kavmi, ona her türlü eza ve cefayı reva gördü. Hâlbuki onun duası da şuydu): 'Rabbim! 'Eğer onlara azap edersen, onlar Senin kulların. Eğer affedersen, Azîz Sensin, Hakîm Sensin.'(Mâide sûresi, 5/118)"[4]

Bir gün Allah Resûlü, aynen bu sözleri tekrar eder ve şöyle der: "Havzın başında, oraya gelmekte olan bir grup insanın, su başından kovulan develer gibi kovulduklarını görürüm اُصَيْحَابِي اُصَيْحَابِي 'Ashabçıklarım, ashabçıklarım!' der Allah'a yalvarırım. O zaman bana لاَ تَدْرِي مَا أَحْدَثُوا بَعْدَكَ 'Sen onlardan ayrıldıktan sonra, onların neler karıştırdıklarını bilmiyorsun.' denir. Ben artık ne diyeyim, salih kul İsa (aleyhisselâm) gibi derim: 'Eğer azap edersen onlar Senin kulların. Eğer affedersen, Gafûr Sensin, Hakîm Sensin.'"[5]

Hz. Ebû Bekir Allah Resûlü'nün ilk çırağıdır. Düşüncesi, yapısı aynen Allah Resûlü'ne benzemektedir. Bu benzeyiş onların kararlarında da hissedilecek şekilde barizdir.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Ömer'e (radıyallâhu anh) döner, diğer ulü'l-azm iki nebiye benzetir: وَإِنَّ مَثَلَكَ يَا عُمَرُ كَمَثَلِ نُوحٍ قَالَ: رَبِّ لاَ تَذَرْ عَلَى اْلأَرْضِ مِنَ الْكَافِرِينَ دَيَّاراً "Yâ Ömer! Sen de Nuh (aleyhisselâm) gibisin ki, O şöyle demişti: 'Rabbim, yeryüzünde bir tek kâfir dahi bırakma.'(Nuh sûresi, 71/26) Ve sen aynı zamanda Musa (aleyhisselâm) gibisin ki O da şöyle demişti رَبَّنَا اطْمِسْ عَلَى أَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُوا حَتَّى يَرَوُا الْعَذَابَ اْلأَلِيمَ 'Rabbimiz! (Firavun ve taraftarlarının) mallarını yok et, kalblerini sık; çünkü onlar, can yakıcı azabı görmedikçe inanmazlar.'(Yunus sûresi, 10/88)"[6]

Her iki peygamber de kavim ve kabilelerinin ve diğer Allah düşmanlarının nice eza ve cefasına sabretmişlerdi ama onlardaki inat ve temerrüdün, her gün biraz daha arttığını ve bir türlü durmak bilmediğini görünce, her iki peygamber de, Allah'a (celle celâluhu) yukarıdaki âyetlerde anlatıldığı şekilde yalvarmışlardı. Celâlî tecellîlere istihkakı olan bu cemaatlerin başında, mâyeleri celâlî esintilerle yoğrulmuş bu iki büyük temsilci, kalanlara da zarar, ölenlere de zarar küfür babalarının helâklerini isteyerek, arkada kalacak küfürzede yetimlere, İslâmî vesâyet hazırlama mülâhazasıyla böyle bir duada bulunmuşlarsa, hayrı çok bir iş yapmışlar demektir. Onun için de Cenâb‑ı Hak, ezelde verdiği "kahır" hükmünü lâyezelde infaz buyurarak takdir ve istihkakla gebertilecek ölüleri peygamber dua ve dileği ile helâk etmiştir.

Nihayet Allah Resûlü, o güne kadarki genel tavrı, yüce ahlâkından kaynaklanan mülayemeti ve affediciliğiyle karar verdi ki, bu aynı zamanda Hz. Ebû Bekir'in (radıyallâhu anh) düşüncesi istikametinde karar verme demekti. "Bunları öldürmeyelim. İslâm'la tanışsınlar ve hakikî hayata kavuşsunlar." diye karar verilmişti.

Şimdi; hâdisenin gerisini bizzat Hz. Ömer'den (radıyallâhu anh) dinleyelim: "Karar verildi. Ben bir iş için oradan ayrılmıştım. Ertesi gün geldiğimde bir de ne göreyim, Resûlullah ve Ebû Bekir hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar. Sordum: 'Niçin ağlıyorsunuz?' Cevap verecek halleri yoktu. Durmadan ağlıyorlardı. Israr ettim: 'Söyleyin ben de ağlayayım.' dedim." Ve bana Enfâl sûresinin 67, 68 ve 69. âyetlerini okudu.

İşte o itap görünümlü ikaz âyetleri bu münasebetle nazil olmuştu..."[7] Allah (celle celâluhu), O'na içtihat etme kabiliyet ve selâhiyeti vermişti. O da içtihat etmiş ve güzeli yakalamıştı. Ama Allah (celle celâluhu), O en güzel kuluna güzeli yakıştıramıyor ve âdeta, "Sana yakışan en güzeli bulmaktı." diyordu. Ve en güzele değil de güzele temayül ettiğinden dolayı, O'nu ikaz ediyordu. Ortada günah veya hata yoktu. Allah Resûlü, hep güzeller arasında dolaşıyordu.

Evet, meseleyi önce böyle anlamalıdır.. sonra da âyetteki ifade tarzına dikkat etmelidir ki, bu ifadelerde Allah Resûlü'ne karşı nasıl mütebessim, tatlı ve yumuşak davranıldığı anlaşılabilsin...

İşte latîf ikaz mesajı: لَوْلاَ كِتَابٌ مِنَ اللّٰهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ "Eğer bir kaderî kitapta bu işin böyle cereyan edeceği ve sizin aldığınız ganimetleri kullanacağınız yazılmasa idi, size azap dokunurdu.." (Enfâl sûresi, 8/68)

Arapça'da "لَوْل", اِمْتِنَاعُ الشَّيْءِ لِوُجُودِ غَيْرِهِ yani, "Bir şeyin olmasıyla diğer şeyin olmaması." mânâsına kullanılır. O zaman âyetin mânâsına iyi dikkat etmek gerekir. "Eğer sebkat etmiş bir kitap olmasaydı." demek, ezelde bu hüküm verilmiş, o hükme göre siz ganimet alacak ve ondan istifade de edeceksiniz. Demek ezelde verilen böyle bir hüküm, lâyezelde, haricî vücut nokta-i nazarından ortaya çıkıyordu.

O hâlde Allah (celle celâluhu) ganimet ve esirleri -ki esirler de ganimete dahildir- içtihattan sonra da, haram kılmayacaktı ama her şey bir imtihan çizgisinde cereyan ediyordu. Hz. Âdem meselesinde olduğu gibi, daha sonra olacak bir hâdise, vaktinden evvel öne çekilmiş ve o mevsim itibarıyla "ahsen"in yerine "hasen" ikame edilmişti ki, Bedir aşıldıktan sonra zaten öyle olacaktı. Zannediyorum, başka bir âyetteki şu hüküm de bu düşünceyi destekliyor:

فَإِذَا لَقِيتُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى إِذَا أَثْخَنْتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنّاً بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاءً حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا ذَلِكَ وَلَوْ يَشَاءُ اللّٰهُ لاَنْتَصَرَ مِنْهُمْ وَلَكِنْ لِيَبْلُوَ بَعْضَكُم بِبَعْضٍ وَالَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ فَلَنْ يُضِلَّ أَعْمَالَهُمْ

"Savaşta, inkâr edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun. Sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince, onları; ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin. Allah dilemiş olsaydı, onlardan başka türlü de öç alabilirdi, bunun böyle olması, kiminizi kiminizle imtihan etmek içindir. Allah, kendi yolunda öldürülenlerin işlerini boşa çıkarmaz." (Muhammed sûresi, 47/4) Sanki Efendimiz, o anda Allah'ın (celle celâluhu), daha sonra bildireceği bu hükmü sezmiş gibidir. Fakat, bu hüküm daha sonra bildirileceği için onu öne alma hasen, hükmü beklemek ise ahsendi.

Ayrıca, Efendimiz, başkalarına verilmeyen ve sadece kendisine has kılınan beş şeyi sayarken bunlardan biri olarak ganimetin helâl kılınmasını da sayar.[8] Bedir'e kadar helâl olmayan ve daha önceki peygamberler için de helâl sayılmayan ganimet, o gün Müslümanlara helâl olacaktır. Ve tam bu işin arefesinde, Efendimiz'e zâhiren itap gibi görünen böyle bir ikaz gelmiştir. Bundan başka, hükmün Allah Resûlü'nün içtihadı üzere gelmesi de dikkat edilmesi gereken bir husustur. İsabeti de adem-i isabeti de sevap olan böyle bir kararda Allah ahlâkıyla yetişmiş ve bizzat Cenâb‑ı Hak tarafından terbiye edilmiş Allah Resûlü, başka türlü de içtihat edemezdi.. edemezdi; çünkü O'nun genel ahlâk ibresi, içtihat ettiği noktayı gösteriyordu. Nitekim daha sonra gelen hüküm de O'nun içtihadı üzere gelmişti.

Ganimetin helâl oluşu, dinî nasslarla sabittir. Aynı zamanda ihlâs ve samimiyete, cihadın Allah için yapılmasına da mâni değildir. Niye olsun ki, düşmanla yaka paça olunduktan sonra, onların ellerindeki malî imkânlara el koymak, düşmanı zayıf, Müslümanları da kuvvetli kılacaktır. Ayrıca ihlâsta o seviyeye ulaşmamış olanlar için de ganimetin teşvik edici bir yanı vardır ki, sürekli mücahede edenler onu gaye hâline getirmeme kaydıyle, geçimlerini o yolla temin edebilirler. Ancak hiç kimse ganimet almaya da zorlanamaz. İsteyen Amr b. Âs (radıyallâhu anh) gibi davranır ve: "Ben ganimet için müslüman olmadım."[9] diyebilir. Ne var ki, böyle bir fedakârlık herkesten istenemez. Zaten, fedakârlık istenmez, yapılır.

Bu mevzuu noktalarken, Hz. Âdem'in (aleyhisselâm) memnû meyveye dokunması meselesinde arz ettiğim bir hususu yeniden hatırlatmak istiyorum: Nasıl ki, Cenâb-ı Hak, zaten ileride mübah kılacağı memnû meyve ile Hz. Âdem'i (aleyhisselâm) imtihan etmişti. Zannediyorum ganimet mevzuunda da aynı durum söz konusu. İleride mübah olacak ganimet, Bedir'den hemen sonra bir imtihan vesilesi olmuş, sonra da bu mevzudaki esas hükümler bildirilmiştir. Burada da, esas hükme uygun hareket edilmiş olduğundan, ortada herhangi bir günah yoktur. Sadece insan fıtratının dünya malına olan meyline dikkat çekilmiş ve bu meylin aşırı gitmesine fırsat verilmemesi istenmiştir.

Aslında burada verilmek istenen ders ve ikaz bütün Müslümanlaradır. Allah Resûlü'ne gelince, zaten, ne O'ndan önce ne de O'ndan sonra dünyaya karşı hiçbir meyli olmamıştır. İkaz, kendisinde dünya meyli olmayan Allah Resûlü'nün şahsında herkese yapıldı ki, hem ibret alsınlar, hem de rencide olmasınlar. Burada ilâhî terbiye metodunda, muhatabı ele alırken ne derece hassas davranıldığına da işaretler bulmak mümkündür.

Tebuk Hâdisesi

Tebuk, ciddî bir savaş hazırlığı içinde gidilip de, savaş olmadan geriye dönülen, Bizans'a karşı girişilmiş bir sindirme harekâtı ve savaş buudlu bir tatbikattır. Tebuk'e, ciddî bir savaş olacağı mülâhazasıyla çıkıldı. Onun için de Allah Resûlü, Müslümanları açıktan cihada davet etti ve bir umumî seferberlik havasıyla yola çıkıldı. Ancak, bu arada bazı kimseler gelip mazeret beyan etti ve Resûlullah'tan izin istediler. O da verdi. Bunlar, harbe izinli olarak iştirak etmeyeceklerdi. İşte Allah Resûlü'ne, görünüş itibarıyla ikaz mahiyetini taşıyan âyetlerden ikincisi de, bu münasebetle geldi. Âyet O'na şöyle diyordu: عَفَا اللّٰهُ عَنْكَ لِمَ أَذِنْتَ لَهُمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَتَعْلَمَ الْكَاذِبِينَ "Hay Allah affedesi Nebi, doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce niçin onlara izin verdin?" (Tevbe sûresi, 9/43) mealiyle verdiğimiz âyetteki عَفَا اللّٰهُ عَنْكَ cümlesi ki "Allah seni affetsin!" şeklinde verilen bir karşılıkla bakıldığı zaman, işlenmiş bir günah hissini verebilir ki, bu meal oldukça kaba ve bir o kadar da dikkatsizcedir. Bu cümleyi kanaatimizce "Affolası!", "Affa mazhar olası!" veya âyetin mealinde söylediğimiz gibi: "Hay Allah affedesi!" şeklinde Türkçe'ye çevirmek, Efendimiz'e karşı âyette dikkat olunan incelik ve nezakete daha uygundur.

Evvelâ, Cenâb-ı Hakk'ın, âyete böyle bir cümleyle başlaması, tamamen O'nun gönlünü almak içindir. Saniyen, ikaz edici görünen cümle daha sonraya bırakılmış.. böylece, her tarafından tebessüm gülleri açan bir hitapla söze başlanmıştır. Birçok müfessir ve dil üstadı bu âyeti Allah'ın Efendimiz'e bir bir iltifatı olarak anlamışlardır.

Nasıl, canı kadar sevdiği evlâdının, iltifat kabîlinden kulağını çekmek isteyen şefkat dolu bir baba, o kulağı incitmemek için hassas davranır; hatta evlâdı bunu ceza zannetmesin diye onun yüzüne tebessüm de yağdırır; öyle de, rahmetin tebessümleri altında burada da ikaz görünümlü öyle bir iltifat sezilmektedir.. ve kat'iyen bu ifadede, Efendimiz'e herhangi bir itap söz konusu değildir.

İhtimal bu âyette Allah Resûlü'ne şu hususlar hatırlatılmak istenmiştir:

Gelen, izin aldı gitti, Sen de bir şey demedin. Biliyorsun ki, o izin alanlar arasında iç ve dış bütünlüğüne sahip olmayan münafıklar da var. Bunlar zâhiren müslüman görünüyorlar ama, içlerinde her türlü fitne ve fesat kol geziyor. Onlara niçin izin verdin? Tekrar be tekrar (bunu teceddüt ifade eden fiil cümlesinden anlıyoruz) sadakat ve doğruluklarını Sana ispat eden o doğru oğlu doğrularla; sözleri yalan, vaidleri aldatıcı, sineleri hıyanetle çarpan münafıklar birbirinden ayrılacaklardı; sen de o münafıkları bütünüyle bilmiş olacaktın. Sen ki zaten, اِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَاِذَا وَعَدَ اَخْلَفَ وَاِذَا ائْتُمِنَ خَانَ "(Münafık) konuştuğu zaman yalan söyler, vaadettiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder."[10] sözlerinde onların çerçevesini çizmiştin. Şimdi de fert fert onların hepsini bilecektin. O, yine onları bilecekti, ama, af ve mülayemeti sadece onu biraz geciktirdi.

Görülüyor ki, bu hitapta sadece bir hatırlatma var ve kat'iyen itap yok.. itap olması şöyle dursun bir tebcil, takdir ve sena bile seziliyor. Şunu kabul etmeliyiz ki, Allah Resûlü, bu âyetle de yine en güzele irşad olunmaktadır. Çünkü O güzele değil, en güzele yakışır.

Zemahşerî, "Afdan bahsedilen bir yerde, günah da vardır." der.[11] Ancak Fahreddin Râzî böyle bir tevcihi kat'iyen kabul etmez ve "Belki bizler için aftan bahsedilen yerde bir günah söz konusu olabilir; ancak enbiyâ için affın sadece iltifat ifade ettiğini." söyler.[12] Durum böyle olunca bu âyet, baştan sona Efendimiz'e iltifatla doludur.

Yukarıda da arz edildiği üzere Efendimiz fetanet-i a'zam sahibidir. Neyin ne olacağını, hangi işin nasıl yapılacağını çok iyi bilir. Burada da o fetanete göre bir alternatif sunulmaktadır. Şöyle ki: Münafıklar Müslümanlardan tam mânâsıyla ayrılıncaya dek, izin verilmemeliydi.. ve münafıklar, izinle ayrılıp gitme gibi masum bir pozisyona sokulmamalıydı. Çünkü onlar, Allah Resûlü izin vermeseydi de, yine ayrılıp gideceklerdi ve böylece münafık oldukları açıkça ortaya çıkacaktı.. Cenâb-ı Hakk'ın muradı bu istikametteydi.. ve Efendimiz'den istenen de böyle bir yaklaşımdı. Gerçi Cenâb‑ı Hak, O'na münafıkları bildiriyor ve Habîbini her şeyden haberdar ediyordu. Ancak onları bir de böyle tespit etmek ve kıskıvrak yakalamak vardı.

İşte Kur'ân'a göre Allah Resûlü, izin vermekle böyle bir fırsatı kaçırmış.. ve daha bir sürü afv u muâfât soluklamış oluyordu..

Zaten bu davranış O'nda aranan, O'nda görülen, O'nun genel ahlâkının bir tezahürüydü: Meselâ O, hayatının hiçbir devresinde perdeyi yırtacak harekette bulunmamıştı. Ferdî hataları, ferdin kendisini direkt muhatap alarak söylememişti, şahsı tasrih etmeden, toplum içinde, herkese ibham, ona tembih ve i'lam esasına göre ifade etmişti. Evet, pek çok müşahhas misaliyle O hep böyle davranmıştı. Böylece hata giderilmiş, sahibi de rencide edilmemiş olurdu. İşte bu Efendimiz'in ahlâkıydı. Herkes kendi karakterinin gereğini yaptığı gibi O da, kendi ulvî seciyesinin gereğini yapıyordu. Bir nebi, asla perdeyi yırtıp, muhatabının helâkına zemin hazırlamazdı.. hele O, bildiği hâlde hiçbir kusuru, sahibinin yüzüne vurmaz ve onu mahcup etmeyi düşünmezdi.

Meselâ: Allah Resûlü, ihtimal, teker teker bütün münafıkları ve onlara reislik yapan insanı biliyordu; ama hiçbir zaman bu durumu fâş etmemişti. Fâş etmek bir yana, onlara da diğer mü'minlere davrandığı gibi davrandı. Hatta bir gün münafıklardan biri gelip nedametini bildirdi. İçindeki nifak, tamamen silinmiş ve hâlis bir mü'min olmuştu. Bu şahıs kendi nedametinden sonra Allah Resûlü'ne: "Yâ Resûlallah! Benim durumumda olan niceleri var. Sana onları söyleyeyim mi?" dediğinde İki Cihan Serveri, yine aynı prensiple hareket etmiş: "Hayır. Bize senin geldiğin gibi gelen için, sana ettiğimiz gibi istiğfar ederiz; günahında ısrar edeni de Allah'a havale eder, kimseyle aramızdaki perdeyi yırtmayız." demişti.[13]

Evet O, perdeyi yırtmıyor ve onları huzuruna alıp mahcup etmiyordu. Abdullah b. Übey b. Selûl, O'nun amansız düşmanıydı. Ne var ki hep müslüman görünüyordu. Allah Resûlü de, onu hep göründüğü gibi görmek istiyordu. Sonuna kadar da hiç ümidini kesmedi. Ancak Allah (celle celâluhu), onun hidayetten nasibini kesmişti ve o münafık olarak ölecekti. Ölüm döşeğinde, üzerinden bu nifak töhmetini atabilmek için Allah Resûlü'ne oğlunu gönderdi ve O'nun gömleğini istedi. Gayesi, "Eğer münafık olsaydı, Resûlullah ona gömleğini vermezdi." dedirtmekti. Ve Allah Resûlü de bunu herkesten iyi biliyordu. Buna rağmen yine perdeyi yırtmadı ve gömleğini çıkarıp verdi. Cenaze namazına da iştirak etti.[14] Çünkü oğlu da kızı da iyi birer müslümandı. Allah Resûlü onların hatırına, o münafığın bütün yaptıklarına katlanmıştı.

Yine bu mevzuda, bir fikir vermesi açısından şu küçük misali de arz edeceğim: Sahabeden biri, kölesini satacaktı. Ancak velâ hakkının kendisinde kalmasını istiyordu. Hâlbuki İslâm'a göre velâ hakkı, o köleyi kim hürriyete kavuşturursa, onun olurdu. Din böyle derken bunun aksini söyleme bir cürümdü. Belki o sahabe, henüz bu mevzudaki dinin hükmünü bilmediği için böyle bir teklifte bulunmuştu. Hâdise, Efendimiz'e intikal ettirildi. Allah Resûlü yine o şahsı hedef almadı. Minbere çıktı ve umum halka hitaben dinin bu mevzudaki hükmünü açıkladı. Sonunda da: اَلْوَلاَءُ لِمَنْ أَعْتَقَ "Velâ, azat edenindir." buyurdu.[15]

Daha bunlar gibi yüzlerce misal göstererek diyebiliriz ki, Allah Resûlü, yüce ahlâkının gereği hiçbir mücrimin cürmünü yüzüne vurmamış ve hiçbir kimseyi günahlarıyla mahcup duruma düşürmemiştir.

İşte bu izin meselesinde de, yine O'nun bu ahlâkı rol oynamıştı.. O, perdeyi yırtmamak için, kendisinden izin almaya gelenlerin esas niyetlerini yüzlerine vurmamış ve hepsine izin vermişti. Evet, O'nun sinesi çok genişti. O: أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ "Sineni açıp ruhuna genişlik vermedik mi?"(İnşirah sûresi, 94/1) sırrına mazhar bir Nebiy-yi âlişandı. Münafıklar, kendi karakterlerini ortaya koyup yalan söyledikleri bir meselede, Efendimiz de, onların ortaya koyduğu yalanlarının üzerine bir perde çekiyor ve onlara Nebi ahlâkını gösteriyordu. Evet O, ne şanı yüce bir nebidir ki, Kur'ân, Tevrat ve İncil yarış edercesine O'nun şanının yüceliğini ilan etmektedirler.

Abese Sûresi

Abese sûresi, ilk bakışta Efendimiz'i ikaz ve O'nu itap ediyor gibi görünür. Biz, mevzuun tahliline girmeden, herkesçe bilinen yönüyle bu sûrenin nüzulüne sebep olan hâdiseyi nakledelim. Sonra da âyetlerin ifade ettiği mânâlara dikkat çekerek, Efendimiz'in masumiyetine gölge düşürülmek istenen bir mevzuda, yine Allah Resûlü'nün masumiyetinin, nasıl güneş gibi zâhir olduğunu göstermeye çalışalım.

Allah Resûlü, Utbe ve Ebû Cehil gibi, Kureyş'in ileri gelenleriyle oturmuş onlara, dini tebliğ ediyordu. O, tam mevzu ile konsantre olmuş, onlara bir şeyler anlatıyordu ki; gözleri görmeyen Abdullah İbn Ümmi Mektum (radıyallâhu anh) içeriye girdi ve Allah Resûlü'ne: اَرْشِدْنِي يَا رَسُولَ اللّٰهِ "Yâ Resûlallah, beni irşad et!" dedi. O, bu sözünü birkaç kere tekrar edince, Allah Resûlü de yüzünü ekşitti ve ona sırtını döndü.. döndü ve biraz evvel konuşmakta olduğu mevzua devam etti...[16] Umumiyetle bu mevzuda anlatılan nüzul sebebinin hulâsası budur.

Meseleyi, bu anlayış ekseni etrafında çözecek olursak; gelen sahabe eğer âmâ değil de gören bir insan olsaydı, Allah Resûlü'nün davranışı, hiçbir zaman ilâhî ikaza mevzu olmazdı. Gelen âmâ olduğu için, Efendimiz'in de, onu müsamaha ile karşılaması gerekirdi. Onun için de, yüzünü ekşitip ondan yüz çevirmesi ikaza bâdi oldu.

Bu sathî bakışla varılan hüküm budur. Biraz derinlemesine incelenirse, hakikatin diğer yüzünü görmek de mümkün olacak ve verilen evvelki hükümde ne kadar acele edildiği anlaşılacaktır.

Evvelâ, her huzurun kendine göre bir âdâbı vardır. Bu itibarla Allah Resûlü'nün huzuruna herhangi bir insanın huzuruna varıldığı gibi varılmaz ve O'nun huzurunda da herhangi bir insanın yanında durulduğu gibi durulamaz. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'in birçok âyetinde Müslümanlara bu huzurun âdâbı talim edilmişti. Efendimiz'in yanına ne zaman girilecek, yanında ne kadar oturulacak ve ses tonu nasıl ayarlanacak, bütün bunlar mü'minlere bizzat Cenâb-ı Hak tarafından talim ediliyordu.

Huzur akdi yapıldıktan sonra, aynı şeyler Cenâb-ı Hak için de söz konusudur. Namaz kılanın önünden geçmemek buna güzel bir misaldir. Bir mü'min, Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda namaza durunca, bir başkası onun huzurunu ihlâl ederek önünden geçmeye kalksa, Hanefî mezhebine göre o insan ikaz edilir, diğer mezheplerin bazılarına göre ise, o adamın geçmemesi için mücadele edilir. Hatta adam geçmekte ısrar ediyorsa göğsüne bir yumruk dahi vurulur.

Zira, namaz kılan, Sultanlar Sultanı'nın huzurundadır ve O'nunla konuşuyor demektir. Sıradan iki insan dahi birbiriyle konuşurken, aralarından geçmek edep dışı bir hareket kabul edilirse, bunun nasıl edep dışı bir hareket olduğunu varın düşünün? Onun içindir ki Efendimiz "Eğer namaz kılanın önünden geçen, işlediği cürmün şuurunda olsaydı, kırk sene bekler yine o insanın önünden geçmezdi."[17] buyurmaktadır. Nasıl ki, Sultanlar Sultanı olan Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda bulunmanın, kendine göre âdâp ve kaideleri var; öyle de, O Sultan'ın Yaveri'nin huzurunda bulunmanın da kendine göre disiplinleri var.

Efendimiz o esnada ne yapıyordu? İki kalbi katı insanın vicdanlarına, gönlünün ilhamlarını boşaltmaya çalışıyordu. O ki, insanların hidayeti hususunda olabildiğince hırslıydı. Kur'ân bu mevzuda O'nu anlatırken "Kendini öldürme!"[18] tabirini kullanıyor. Evet O, inanmayan bir insan gördüğünde, kendisini bitirip tüketecek şekilde mahzun ve mükedder oluyordu. İşte O, tam bu atmosfer içinde konuşurken, biri gelip konuşmaya karışıyor ve şerare yapıyor, mevzuu dağıtıyor ve huzuru işgal ediyordu. Gerçi O'na gelenin bir meşru mazereti vardı, zira gözü görmüyordu. Hâlbuki Allah Resûlü, şayet yüzünü ekşitmiş ve yüz çevirmişse (şartlı söylüyorum) en az on tane meşru mazerete sahipti. Öyleyse, böyle meşru bir zeminde O'nun bu tür davranışını hata saymak -bununla peygamberi ta'n etmek isteyenleri kastediyoruz- hatanın ta kendisidir.

Hâdise bu şekilde cereyan etmişse, çözümü ve cevabı bu.. kaldı ki, dünden bugüne, elimizdeki hadis kitaplarından Buhârî, Müslim, İbn Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i, Hâkim'in Müstedrek'i gibi muteber hiçbir hadis kaynağında bu hâdise, tefsirlerde anlatıldığı şekilde senarize edilerek anlatılmamıştır. Tefsirlerde anlatılan senaryoda, kahramanlardan biri Efendimiz, diğeri de İbn Ümmi Mektum'dur (radıyallâhu anh). İki de figüran vardır: Ebû Cehil ve Utbe. Hâlbuki, muhakkik tefsirciler, Efendimiz'e gelen şahsın kimliği hakkında çeşitli isimler ileri sürmüşlerdir. Hatta, gelen şahıs hakikaten âmâ mıdır, yoksa bu bir mecaz mıdır? Bu dahi kesin değildir. Öyleyse burada mülâhaza dairesini açık tutmak icap edecektir.

Bu hâdise münasebetiyle, İbn Ümmi Mektum'la (radıyallâhu anh) beraber, yedi insandan daha bahsedilir ki, cem'an sekiz insan olur ve İbn Ümmi Mektum'u (radıyallâhu anh) diğerlerine tercih ettirici ve oraya oturmasını mecbur kılıcı herhangi bir sebep de yoktur. Hatta bu şanlı sahabe -ki İslâm'a ilk girenlerdendir- Efendimiz onu iki defa Medine'de kendi yerine kâim-i makam bırakmıştır. Daha sonra da kavî bir ihtimalle Kadisiye'de şehit olmuştur. Zaten Hz. Hatice Validemiz (radıyallâhu anhâ) kanalıyla, Allah Resûlü'ne bir yakınlığı da vardı. Evet, İbn Ümmi Mektum, Hz. Hatice Validemiz'in (radıyallâhu anhâ) dayısının oğludur.[19] Bu itibarla da girdiği bu mecliste yadırganacak, istiskal edilecek bir durumu yoktur. Âmâ olmasına rağmen, Allah Resûlü'ne vekâlet ettiğine göre, sözünü, sohbetini bilen bir insandır.. dolayısıyla da mezkur isimler arasında en son düşünülmesi gereken bir insandır.

Kim bilir, belki de gelen âmâ, münafıklardandır ve Allah Resûlü de onun nifakını bilmekteydi. İrşad talebinde samimî olmadığı ve yapılmakta olan bir irşada mâni olduğu için de Allah Resûlü, yüzünü ekşitmiş ve ondan yüz çevirmişti ki, bu da, gayet normal bir hareketti. Ancak biz bu tevcihi söylerken, hâdisenin böyle olduğuna kesin gözüyle bakıyor da değiliz.. evet, böyle bir iddiamız yok. Ancak, hâdisenin kahramanı olarak İbn Ümmi Mektum'u (radıyallâhu anh) gösterenlerin de rivayet açısından görüşleri, bizim bu tevcihte arz ettiğimizden daha kesin değildir. Öyleyse her iki tevcihe de -düşünce âdâbı gereği- eşit seviyede bakmak gerekir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da şudur:

Bazı tefsirciler عَبَسَ ve تَوَلَّّى fiillerinin fâili olarak, Efendimiz'i değil, Velid b. Muğire'yi kabul ederler. عَبَسَfiili Kur'ân-ı Kerim'de iki yerde geçer. Birisi bu sûredeki عَبَسَ fiilidir. Diğeri de Müddessir sûresinde geçen عَبَسَfiilidir. Şimdi düşünün; Kur'ân-ı Kerim, bu kelimeyi Müddessir sûresinde, bir kâfir için kullanmıştır. İster o kâfir, Velid İbn Muğire olsun, isterse bir başkası. "Yüzünü ekşitti, ekşidi." gibi tabiri Kur'ân, bir yerde kâfir için kullanırken diğer yerde nasıl olur da Allah Resûlü için kullanır? O Allah Resûlü ki, daima mütebessimdir ve dudağından tebessüm hiç eksik olmamıştır.

تَوَلَّى fiili için de durum farklı değildir. Kur'ân bu ifadeyi de Firavun için kullanmakta ve: فَتَوَلَّى فِرْعَوْنُ demektedir. Gerçi bu fiil, sadece Firavun için kullanılmamıştır. Ancak, Kur'ân'ın bu üslûpla yaklaşımı hep Firavunlar için olmuştur.

Şimdi Kur'ân, nasıl olur da birbiri ardına böyle iki fiille, Habîbullah'ı anlatmış olur ve bu fiilleri O'na isnat eder? Ve yine nasıl olur da, kâfire geçirdiği aynı külahı bir de Efendimiz'e geçirir?

Bu son mülâhazayı ileri sürenlerin görüşlerine de bir ihtimal hakkı vermek gerektir. Bu görüşe göre عَبَسَ ve تَوَلَّى fiillerinin fâili, Efendimiz değil, gözü mânâya karşı kör olan kâfirdir. Kör gibi gelmiş, Efendimiz'e karşı yüzünü ekşitmiş, sonra da çekip gitmiştir ki, enbiyâ-i izâmın ismetlerinin tercih ettiriciliği de nazara alınarak, buna da "muhtemel" denebilir. Ve aslında rivayet açısından bu düşünceyi nakzedecek bir rivayet de hatırlamıyorum. Siyak ve sibaka da mânâ uygun düştükten sonra, bu mânâ melhuz olmaması için hiçbir sebep yok...

Bizim, "muhakkak" ve "muhtemel" diyerek naklettiğimiz bu şeyleri aktarmadaki maksadımız; Efendimiz hakkında itap ve ikaz adına nazil olan âyetleri sathî olarak ele alıp, dinin önemli bir kaynağı hakkında yakışıksız beyanlarda bulunarak, ilâhî referansı hiçe saymak, peygamberlik kredisini, o krediyi inanarak kullananların nazarında esassız, zayıf ve alternatifli gibi göstermelere karşı, o me'hazin kudsiyyetini bir kere daha ilan ve i'lamdır. Yoksa inananlar O'nu, Allah indindeki gerçek değeriyle çok iyi biliyorlar.

Evet, O, müstesna bir insandı. Allah'ın (celle celâluhu), O'nunla müstesna bir kuşakta bir diyaloğu, bir konuşması vardı. Allah (celle celâluhu) vahyediyor, O da bu ilâhî mesajı alıp tebliğde bulunuyordu. O'nun bu hususiyetini emniyetini, ismetini, Cenâb-ı Hak, devamlı korudu. Bir borç, bir hak, bir vecibe ve en azından bir vefa borcu olarak bizim de korumamız icap eder. Gösterdiğimiz heyecan ve tahâlükün ana sebebi budur. Günümüzde, O kâmet-i bâlâyı herhangi bir insan gibi değerlendirip, tenkit masasına yatırmak isteyen haricî ve dahilî, gizli ve açık bir sürü ne idüğü belirsiz insan var.. O'nun ismet ve iffetini, kendi namus ve şerefimizden daha üstün bilerek, korunması, müdafaa edilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Ancak, gücümüzün sınırlı olduğunu da biliyoruz. Evet, dünden bugüne O'nun etrafında kıyametler koparmaya çalışan her din ve iman düşmanıyla, bilerek veya bilmeyerek onlara maşalık yapanlarla, her seviyede cedelleşmeye imkânlarımız yeterli değil. Değil, çünkü onlar, tahrip yapıyor, biz ise tamir; onlar korkunç dünya medya gücünü kullanıyor; biz ise bu mini neşir vasıtalarını.. ancak ilim ve akıl planında, onlar her zaman ve devirde mağlup düştükleri gibi, bundan sonra da aynı kaderi yaşamaya devam edeceklerdir. Zira yaptıkları, güneşi balçıkla sıvamaktan farksızdır. Gerçi, onların her istifhamına teker teker cevap veremiyoruz... Aslında bu şart da değil. Büyüklerimiz, bu gibi durumları çok güzel vecizelendirmiş ve şöyle demişlerdir: "Her havlayana bir taş atsam, yeryüzünde taş kalmazdı." Biz de, aynı şeyi bir kere daha tekrar ederiz.

Burada önemli bir hususu daha hatırlatmadan edemeyeceğim. Aslında arz edeceğim konu da yine bir "müşir" lambası ve bir ibre gibi tirtir titreyerek O'nu göstermektedir.

Efendimiz, ötelere ait verdiği haberler ve istikballe alâkalı söylediği şeyler de, âdeta günümüzü görmüş ve öyle söylemiş gibidir. Buyururlar ki, "Ahir zamanda bir duman zuhur edecek. Bu duman kâfirleri öldürecek mü'minleri de zükkâm (nezle) yapacaktır."[20] Hak ve hakikati kabul etmeyen maddeci felsefe, ilhad ve küfür dünyasının insanını, mânâ plânında öldürdü; Müslümanlar arasına da şüphe ve tereddüt soktu. Bugün elde mendil, burnunu silenlerin durumu ve mahiyeti bundan ibarettir.

Arapça'yı bilmediklerinden ve dilin inceliklerine vâkıf olmadıklarından dolayı, bu cehaletlerini bir urba ile örtmeye çalışan ve "Bize meal yeter, hadise ne lüzüm var!" gibi hezeyanlar savuran günümüzün insanının vaziyetini, bilmem ki bundan daha güzel resmetmek kabil olur muydu..? Bu mesele görüldüğü kadar basit de değildir. Ebû Cehillerle, Utbelerle, Şeybelerle başlayan.. Batılı müsteşriklerle devam ettirilmeye çalışılan.. Goldziherlerle sözde ilmîleştirilen.. Volterlerle piyesleştirilen bu küfür senaryosu, evet başka dünyalarda hazırlanıyor ve sokakta gezen içimizdekilere de figüranlığı yaptırılıyor. Ya bir cehalet, ya şöhret düşüncesi veya ellerine tutuşturdukları, beş kuruşluk menfaatle, onlara "Bir görünün." diyorlar, onlar da verilen emri yerine getirmek için bu çirkin senaryoda figüranlık yapıyorlar. "Bize Kur'ân yeter. Her şey tercüme ile halledilir. Arapça bilmeye ne lüzum var? İnsan sadece meal okumakla da müçtehit olabilir." Bu ve benzeri sözler, hazırlanan daha büyük bir senaryonun, sahneye sürülmüş küçük bir iki sahnesi ve bu sahnede bir iki figürana söylettirilen sözlerdir. Tabiî, bunun ardında, koca bir küfür dünyası, zemin yoklaması yapmaktadır. Müsait zemin bulduklarında -bulamasınlar inşâallah- söyleyecekleri, bugünkü söyledikleriyle de sınırlı kalmayacaktır.

Bu itibarla, sahabenin, Efendimiz'e karşı gösterdiği saygıyı diriltmeye, her zamandan daha çok muhtacız. Muhtaç olduğumuz bu hususu, bir şuur ve bizden ayrılmaz bir karakter hâline getirebilmek için de, Allah Resûlü'nün ismet ve emniyetini çok iyi bilmemiz ve aksine, zerre kadar ihtimal vermeyecek ölçüde kabullenmemiz gerekmektedir.

Sahabe diyor ki: "Biz Allah Resûlü'nü dinlerken, başımızda kuş var da onu kaçırmak istemiyormuşuz gibi gayet dikkatle dinlerdik."[21] Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ve Hz. Ömer'in (radıyallâhu anh), Allah Resûlü'nün huzurunda konuştukları, çok mahdut ve sınırlıdır. Zira onlar, vahiyle müeyyet bir Nebi'nin huzurunda bulunduklarının şuurundadırlar. O'nu dinlemek, Mütekellim-i Ezelî'yi dinlemek gibidir. Çünkü gelen vahiy, Allah Resûlü'nün o tertemiz vicdanından ve dupduru gönlünden, aynen, geldiği nezahetiyle aksetmektedir. Bu itibarla da O'nu bilenler, O'nun karşısında sadece susar ve O'nu dinlerlerdi. Söz Sultanı'nın yanında söylenen sözler, kim tarafından söylenmiş olursa olsun baş yarar. Bizler de, sahabe anlayışına ulaştığımızda aynı şeyleri yapacak ve sadece O'nu ve O'nun lâl-ü güher sözlerini dinleyecek.. ve asırlık dertlerimize, bunlarla çare bulmaya çalışacağız.

O'nun sözlerine karşı saygısızlık ve sünneti inkâr, küfre doğru uzatılmış bir köprüdür. O köprünün üzerinde dolaşmayı âdet hâline getiren ve orada gezip duranlar, bugün olmasa da yarın, Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın silkinden ve dairesinden kopar, Ebû Cehillere iltihak ederler.

Bu şekilde düşünce tarzı çok tehlikeli, bu tehlikeyi bertaraf etmenin yolu da, bütün yönleriyle Allah Resûlü'nü bilip tanımaktan geçmektedir ki, O'nun en mühim yanlarından biri de, hiç şüphesiz O'nun masumiyetidir. Din, bütünüyle âdeta O'nun masumiyetiyle bütünleşmiş gibidir. Orada bir gedik açmak, dinde en büyük tahribe tevessül mânâsınadır. Onun içindir ki bu mevzu üzerinde hassasiyetle durma lüzumunu duyduk.

Sakîflilerin Teklifi

Efendimiz'i ikaz mahiyetinde görünen bir başka âyet de şudur:

وَإِنْ كَادُوا لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ لِتَفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُ وَإِذاً لَاتَّخَذُوكَ خَلِيلاً * وَلَوْلاَ أَنْ ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدْتَ تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئاً قَلِيلاً * إِذاً لَاََذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيَاةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لاَ تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَصِيراً

"Seni, sana vahyettiğimizden ayırıp, bize karşı başka şeyi uydurman için uğraşırlar. O zaman güya seni dost edinecekler. Sana sebat vermemiş olsaydık, andolsun, az da olsa onlara meyledecektin. O zaman sana, hayatın da, ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın."(İsrâ sûresi, 17/73-75)

Sakîf kabilesi, O'ndan Müslümanlığın bedeli olarak imtiyaz istiyordu. Bunlar, Allah Resûlü'ne müracaatla, kendilerinin bazı vecibelerden muaf tutulmalarını talep ettiler. Eğer, başkaları böyle bir imtiyaza itiraz edecek olursa, Efendimiz'e getirdikleri basit ve çocuksu teklife göre Allah Resûlü, "Rabbim bana böyle emretti." diyecektir.[22] İşte âyetler, onların durumunu ve onlar karşısında Allah Resûlü'nün takındığı bir kesin tavrı ortaya koymaktadır. Ve, ısrarla söylüyoruz ki, bu âyetlerde de Efendimiz'in ismetine ve günahsızlığına gölge düşürecek tek bir ifade, tek bir nokta dahi yoktur.

Onlar, Allah Resûlü'nü baştan çıkaracakları zan ve zehâbına kapılarak çocukça bir maceraya girmişlerdi. Vahyin ve nübüvvetin ne demek olduğunu bilmeyen bu nâdanlar, kendi kendilerince kurdukları hayal ürünü senaryolarla, bu kadar insanların hidayetine ve İslâm dinine girmelerine arzu ve istekli olan bir insanın, elbette bizim İslâm'a girmemizle alâkalı bu teklifimize de "Hayır!" demez ve hidayetimiz hatırına, bizi bir kısım sorumluluklardan muaf tutar kuruntusuna kapılmışlardı.

Bu onlara ait bir beklenti idi. Allah Resûlü'ne gelince O'nun aklından değil hayalinden dahi böyle bir taviz geçmemişti ve geçmezdi de. Din, bir bütündür. Onu bölüp parçalamak, sonra ona yine din demek mümkün değildir. Efendimiz, nübüvvetinin ilk günü kendisini dinleyenlere ne dediyse, son günü de aynı şeyi söylemiştir. O bir istikamet insanıdır. İslâm da zaten, insanları istikamete sevk etmek için gelmiştir. Onda tenakuz ve birbirini yıkan hükümlerin bulunması düşünülemez! Böyle bir düşüncenin, ilimle, mantıkla uzaktan yakından alâkası yoktur.

Böyle bir teklifi değil Efendimiz, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) dahi kabul etmemiş ve irtidat hâdiselerinde; namaz kılarız, fakat zekât vermeyiz diyenlere harp ilan etmiştir.[23] Demek oluyor ki, bu âyette Efendimiz'e hata adına isnat edilen hiçbir şey yoktur. Âyette anlatılan, kendini bilmez bir kısım insanların, Allah Resûlü'yle, uzaktan yakından alâkası olmayan, kendi düşünce ve kendi kuruntularıdır. Efendimiz ise, onların bu düşüncelerinden münezzeh ve müberradır.

İkinci âyette ise: وَلَوْلاَ أَنْ ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدْتَ تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئاً قَلِيلاً denilmektedir. Bunun mânâsı şudur: "Eğer Biz seni yüce ve yüksek dağlar gibi tespit etmeseydik, evet, aynen o dağlar gibi, hakikatin içine bu kadar gömülü bulunmasaydın, az da olsa bunlara meyledebilirdin." (İsrâ sûresi, 17/74)

Farzımuhal çerçevesi ve şartı içinde söylenen bu söz, esasen Efendimiz'in yüce kametini göstermesi bakımından ele alınmalıdır. Demek ki, Allah Resûlü, öyle sağlam bir iman zeminine oturmaktadır ki, O'nun bulunduğu yerde bir zemin çökmesinden bahsetmek mümkün değildir.

Eğer O, -farzımuhal- nübüvvetle serfirâz olmayan, mücerret bir ideal ve aksiyon adamı olsaydı, kendisine dehalet etmek isteyen bu insanların düşüncelerine mümâşat ve mülayemet gösterebilir ve onları kendine bağlamaya çalışabilirdi. Çünkü insan fıtratında bu türlü zaaflar vardır. Fakat, Allah Resûlü, her türlü zaaftan korunmuş bir Nebi'dir. İnsanları kendine değil, Allah'ın (celle celâluhu) dinine bağlamaya çalışmaktadır. Dini bütünüyle kabul etmeyen bir insanın, dine bağlanmasından söz edilemeyeceğine göre, Allah Resûlü onlara niçin taviz versin ve onların hatırına dinin ahkâmını niye değiştirsin? Hem O, sadece Cenâb-ı Hakk'ın emir ve yasaklarını tebliğ eden bir elçidir. Hükmü veren, emir ve yasakları koyan doğrudan doğruya Allah'tır (celle celâluhu).

"Onlara meyledebilirdin." ifadesinden şu mânâları anlamak da mümkündür:

Eğer, Biz seni tespit edip, bütün davranışlarını vahyin kontrolü altına almasaydık, sen de, başkaları gibi, dini tebliğde akıl ve mantık yolunu tutup gitmiş olsaydın, senin de şöyle düşünmen ihtimal dahilindeydi: Ben, bunları böylece kabul edeyim; sonra da onları yavaş yavaş dine ısındırır, tam ve kâmil mü'min olmalarını sağlarım.

Evet, senin aklından kat'iyen böyle bir düşünce geçmiş değildir; ancak böyle bir düşünceye meyletmemen, Bizim tespitimiz sayesindedir. Biz, seni bir an dahi kendi başına bırakmış değiliz ki, sen böyle bir düşünceye meyletmiş olasın..

Bir diğer mânâ da şudur: Sen, cibilliyet itibarıyla, onların hidayetine karşı çok hırslısın. Onlar inanmıyorlar diye nerede ise canına kıyacaksın.

Sen ki sinesi herkese açık bir insansın. Onlara da sineni açmak istemen, senin bu engin şefkatinin muktezasıdır. Sende böyle bir sine ve böyle bir şefkat varken, onların hidayeti adına, getirdikleri teklifi kabul eder ve onları hidayet kapısından geri çevirmezdin. Fakat Biz sana bütün duygularında istikamet ve ölçü verdik. Böylece seni ifrat ve tefritten korumuş olduk. Şefkatin ifratı, seni onlara meylettirebilirdi; fakat Bizim korumamız sayesinde sen, onlara meyletmedin. Çünkü senin şefkatin ölçülüdür. "Kime, ne zaman ve ne ölçüde şefkatli davranılır?", bunu sen çok iyi bilmektesin. Onun için sen, merhametini ilâhî merhametin önüne geçirerek bir sapık düşünceye taviz verecek değilsin...

Mevlâna'ya isnat edilen bir söz var: "Gel! Gel! Ne olursan gel!" Mevlâna'nın bu sözü, mânâ olarak doğrudur ve esas itibarıyla da Efendimiz'in fiiliyatından mülhemdir. Allah Resûlü, öyle bir gönüle sahiptir ki, tek bir insanı bile istisna etmeden, bütün insanların hidayetini istemektedir. Yeryüzündeki bütün insanlar müslüman olsa ve sadece bir iki insan, bu ilâhi mesaja kapalı kalsa, Allah Resûlü, onların hidayeti için de tehâlük gösterir ve onlara da bir şeyler anlatma uğrunda hiçbir fedakârlıktan geri kalmazdı. Evet O, öyle bir kalbî yapıya sahipti ki; sema kapıları gibi herkese açık bu sine, eğer ilâhî tespit ve koruma olmasaydı, belki sadece لاَ اِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ diyenleri de kendi safında kabul eder ve onları kanatlarının altına almaya çalışırdı. Ama, Allah (celle celâluhu) O'nun his ve duygularına bir ölçü ve denge koyup, O'nu korumuş ve kollamıştı. Bu sayede O da, asla hataya düşmemişti.

"Az meylederdin." demek, meylettin demek değildir. Mümkünü vâki kılacak hiçbir hâdise yokken, Efendimiz'de böyle bir zaaf aramak, düşünce zaafı olsa gerek.

Allah (celle celâluhu), ezelde O'nu tespit edip korumuştur. O da, lâyezelde asla kaymayacaktır. Çünkü O'nun varlığı, hak ile bütünleşmiş, hareketleri vahiy ile perçinlenmiş, kalbi de Allah marziyatıyla dopdoluydu. Böyle bir Sultanlar Sultanı, semalara taht kurmuş otururken, O'nun topuğuna çamur bulaşacağına ihtimal vermek ya çamurun, ya da semalara taht kurmanın ne demek olduğunu bilmemektir. Ne diyeyim, Allah (celle celâluhu) böyle sefil düşüncelere de istikamet bahşetsin!.

Hele âyetin siyakı, yani bu âyetlerden sonra gelen şu âyet, Allah Resûlü'nün asla onlara meyletmediğini apaçık göstermektedir ki, âyet şöyle buyurur: وَإِنْ كَادُوا لَيَسْتَفِزُّونَكَ مِنَ اْلأَرْضِ لِيُخْرِجُوكَ مِنْهَا وَإِذاً لاَ يَلْبَثُونَ خِلافَكَ إِلاَّ قَلِيلاً "Memleketinden çıkarmak için, neredeyse seni zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından onlar da çok az kalabilirlerdi." (İsrâ sûresi, 17/76)

Fakirlere Karşı Tavır

Tenbih buudlu diğer bir iltifat da, Kureyş'in şu müracaatı münasebetiyle şerefnüzul olmuştu. Kureyş, Allah Resûlü'ne gelerek: "Senin yanında şu fakir ve miskin insanlar, şu köleler oturuyorlar. Biz, onlarla aynı mecliste oturamayız. Ya bize hususî bir gün ayır. Ya da biz geldiğimizde onları yanından uzaklaştır."[24] dediler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: وَلاَ تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِمْ مِنْ شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِمْ مِنْ شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ "Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur. Senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki, onları kovarak zulmedenlerden olasın." (En'âm sûresi, 6/52)

Ayrıca, Kehf sûresinde de aynı mânâyı ifade eden şu âyet vardır:

وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُون َوَجْهَهُ وَلاَ تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلاَ تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطاً

"Sabah akşam, Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber olmaya sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek, gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma!" (Kehf sûresi, 18/28)

Allah Resûlü, tebliğ vazifesine başladığı andan itibaren, kendisine teslim olup, bağlanan nice kimseler vardı ki, bunlar fakirdi, yoksuldu. O günün kâfir düzeni içinde, fakirlik, yoksulluk da bir ayıp ve kusur kabul ediliyordu. Hâlbuki Allah Resûlü, öyle bir dinle gelmişti ki, o din, üstünlüğü sadece takvaya ve Allah'tan (celle celâluhu) korkmaya bağlıyordu. O dine göre, zenginin fakire karşı herhangi bir üstünlüğü söz konusu değildi.

Efendimiz, "Cennet dört insana müştaktır." buyurmuşlardı.[25] Bu dört insanın hepsi de fakirdi. Ammar fakirdi, Selman fakirdi, Mikdad fakirdi ve Hz. Ali (radıyallâhu anh) fakirdi. Herkes Cennet'e, Cennet de bu insanlara müştaktı. Sanki gelsinler diye, günleri iple çekiyor gibiydi. Onlar ki, kalbleri Allah'a (celle celâluhu) saygı ile dopdoluydu. Gece gündüz Rablerini anıyorlar ve hep O'nun huzurunda gibi yaşıyorlardı. Onları Allah Resûlü, yanından nasıl uzaklaştırırdı ki, Allah (celle celâluhu) onları yakınlığa göre programlamıştı.

Bir Nebi ki, Bilal'e (radıyallâhu anh) "Ey siyah kadının oğlu!" diyen Ebû Zerr'e (radıyallâhu anh) "Sende hâlâ cahiliye kalıntısı var."[26] demiş, onu azarlamış ve ona şu ölümsüz sözlerle nasihatte bulunmuştu:

"Emriniz altında çalışanlar, sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin ve onlara güçlerinin üstünde yük yüklemeyin. Eğer yüklerseniz, onlara yardımcı olun."[27]

Bir Nebi ki, tevazu kanatlarını yerlere kadar sermişti. O'nun huzuruna herkes teklifsiz girip çıkabiliyordu. Zaten O'nun dininin ruhunda da bu prensipler vardı. Mü'minler zengini-fakiri, kölesi-asili, emiri-hizmetçisi aynı mescitte ve aynı saflarda durup, kullukta bulunmuyorlar mı? Öyleyse, bu dinin temsilcisi Yüce Nebi, nasıl olur da sırf fakir oldukları için, bazı insanları huzurundan kovabilirdi? "Allahım, beni fakir olarak yaşat, fakir olarak vefat ettir, fakirlerle beraber haşret."[28] diyen bizzat kendisi değil miydi? Bunu diyen bir insanın fakir dostlarını huzurundan uzaklaştırması düşünülebilir mi? Hayır, sonsuz defa hayır, Allah Resûlü, hiçbir fakiri huzurundan kovmadı, onları meclisinden uzaklaştırmadı.. ve böyle bir düşünceyi, aklının ucundan dahi geçirmedi.

Bununla beraber O, bir nebiydi. Herkesin hidayetini aynı ölçüde istiyor ve bekliyordu. Hasen veya zayıf bir hadiste, Hz. Ömer'in (radıyallâhu anh) İslâm'a girmesi için dua edip yalvardığı rivayet olunur. Hatta bazı rivayetlerde asıl adı Amr b. Hişâm olan Ebû Cehil de bu duaya dahil edilmiştir.[29] Allah Resûlü bu duasında şöyle demiştir: "Allahım, bu dini Ömer b. Hattab (radıyallâhu anh) ile teyit buyur, kuvvetlendir."[30]

İhtimal ki, Allah, Habibi'ne ileriye matuf çok hakikatleri gösterdiği gibi, Ömer'in (radıyallâhu anh) yapacağı fütûhatı da göstermişti.. Efendimiz de bunu bildiği için onun İslâm'a bir an evvel girmesini arzulamış ve dua etmişti. Veya Allah Resûlü, müstesna firasetiyle, Hz. Ömer'in çehresinde onun İslâm'a açık olduğunu okumuş ve onun için de dua etmişti.

Kureyş'in ileri gelenlerinin de İslâm'a girmesi, Allah Resûlü'nün en büyük arzusuydu. Onları defalarca evine davet etmiş, ikramda bulunmuş, gönül ve kalblerine girmeyi denemişti; ancak, her defasında onun bu arzusuna cevab-ı red verilmişti. Kureyş'ten her birinin, başında bu tali' kuşu kim bilir kaç defa uçmuştu.. ve kim bilir bu tali'sizler ona karşı kaç defa lakayt kalmışlardı..?

O, şimdi bunlardan bir görüşme teklifi almıştı. O'na "Seninle görüşmek istiyoruz.", diyorlardı. Acaba İslâm'a girmeye niyetleri var mıydı? Gerçi bu henüz belli değildi. Ancak, yüzde bir ihtimalle dahi olsa, Allah Resûlü'nü ümitlendirmişti. Nasıl ki, Hz. Ömer'in (radıyallâhu anh) hidayeti için hırs göstermiş ve onun İslâm'a girmesiyle gelişen hâdiseler, Allah Resûlü'nün ne kadar isabet ettiğini ispat etmişti; eğer bu insanlar da İslâm'a girseler, İslâm fütûhatı adına herhâlde çok farklı şeyler olacaktı.!

Şu kadar var ki, onların getirdiği teklif, İslâm'ın ruhuna zıttı. İşte Allah Resûlü, böyle bir teklifle geldikleri için onlar adına üzülmüş ve hayıflanmış olabilir. Çünkü kendisine getirilen bu teklif, daha evvel geçen bütün peygamberlere de getirilmişti. Onlar, böyle bir teklifi nasıl reddettilerse, Allah Resûlü de reddedecekti. Fakat üzülmeden de edemiyordu. Kapılarına kadar gelen hidayeti, bu insanlar, boş bir gurur uğruna tepiyorlardı. İşte Allah Resûlü, onların bu hüsranına mahzun oluyordu ki, âyet de, O'nu teselli ediyor ve "Onların hesabından sana bir mesuliyet yoktur." diyordu.

Efendimiz'in kararı, fakirleri yanından uzaklaştırmama şeklindeydi. Ne var ki O, diğerlerinin hidayete ermesi için de çareler aramaktaydı. Acaba O, bu kararında isabetli miydi? Hemen âyet geliyor ve O'na, kararında isabetli olduğunu haber veriyordu. Zira O, dostlarını kovmama kararındaydı; âyet de O'na, fakirleri yanından kovma, diyordu.

Bir Hatırlatma

Burada, bir diğer hususa da dikkatinizi istirham edeceğim:

Kur'ân-ı Kerim'de, Efendimiz ve bütün mü'minler muhatap alınarak verilen yüzlerce emir vardır. Verilen bu emirler ve getirilen yasaklar, birer hüküm bildiren ifadelerdir. Yoksa, söylenenlerin aksinin yapıldığını haber veren ifadeler değildir. Meselâ, Kur'ân, Efendimiz'e "Namaz kıl, oruç tut, zekât ver." der. Bu cümleler birer emir cümlesidir, dolayısıyla da, Efendimiz'in, bunları yapmamasına karşı getirilmiş birer ihtar kabul etmek doğru değildir. Aynen bunun gibi, Kur'ân, Efendimiz'e "Fakirleri yanından kovma!" demiştir. Fakat bu, hiçbir zaman "Niçin fakirleri yanından kovdun veya kovuyorsun!" demek değildir ki, Allah Resûlü'nün ismet ve günahsızlığına muhalif bir mânâ olsun. Yani Allah Resûlü'nde, bu emre muhalif hiçbir hareket emaresi görülmemiştir ki, bu emir, o emareye binaen gelmiş kabul edilsin. Öyleyse bu emir, Efendimiz'in içinden geçirdiği kararın doğruluğunu tasdik için gelmiş bir emirdir ki, Allah Resûlü'nün, hem fetanetini hem de ismetini ilan eder, ele verir ve kör gözlere de gösterir...

Söylediklerimiz, Kehf sûresinde yer alan âyette, daha açık görülmektedir. Çünkü Allah, bu âyette, İki Cihan Serveri'ne: "Gece gündüz Rabbini ananlarla beraber sen de sabret." demektedir. Sabır, tavır değiştirmemek mânâsına gelir. Zerre kadar tavır değiştirme söz konusuysa, orada sabırdan bahsedilemez. Meselâ, bir insan ibadette sabırlı davranır; ibadetten ayrılmaz, bildiği ölçüde hep ibadet eder. Ve yine bir insan musibete karşı sabreder; gelen musibet onda bir tavır değişikliği de meydana getirmez ve o insan sanki hiçbir şey olmamış gibi davranır. Günah karşısında sabretmek de aynı şekildedir. Günaha girmemek için eski hâlin devam ettirilmesi lâzımdır. Öyleyse, Efendimiz'e "Sabret!" denirken, "Bulunduğun hâl ve aldığın karar üzere dur.", denmek istenmiştir. Bu da Allah Resûlü'nün ilk tavrının, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına uygun bir tavır olduğunu göstermektedir. Zira sabır, çizgi yenileme değil, bulunduğu çizgide kalmanın adıdır.

Bu itibarla da burada, Allah Resûlü'nü tebcil vardır, O'nun yaptığının, Allah (celle celâluhu) tarafından güzel görüldüğü müjdelenmekte ve âdeta, "Dünya hayatına dilbeste olanlara teveccüh etme. Zaten Sen onlara teveccüh etmezsin. Çünkü onlara teveccüh senin ufkunu karartır. Hâlbuki sen nezihler nezihisin. Senin ufkunda bir tek gubâr yoktur." müjdesi verilmektedir.

O, böyledir, böyle kalmıştır ve Rabbinin huzuruna da bu nezahetiyle gitmiştir. Günaha karşı O, bulunduğu çizgiyi öyle korumuştur ki, doğduğu gün nasıl tertemizdir, vefat ederken de aynı temizlik içindedir.

Efendimiz'in Hz. Zeynep'le İzdivacı

Eski-yeni din düşmanları, Allah Resûlü'nün, Zeynep Validemiz'le (radıyallahu anhâ) evlenmesini de dillerine dolayıp, onunla Allah Resûlü'ne çamur atmak istemişlerdir. Ancak, attıkları çamurun hepsi de kendi suratlarına çalınmış ve Allah Resûlü'nün pâk dâmenine bir zerre bile bulaşmamıştır.

Bu hâdise, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:

وَإِذْ تَقُولُ لِلَّذِي أَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِ وَأَنْعَمْتَ عَلَيْهِ أَمْسِكْ عَلَيْكَ زَوْجَكَ وَاتَّقِ اللّٰهَ وَتُخْفِي فِي نَفْسِكَ مَا اللّٰهُ مُبْدِيهِ وَتَخْشَى النَّاسَ وَاللّٰهُ أَحَقُّ أَنْ تَخْشَاهُ فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَراً زَوَّجْنَاكَهَا لِكَيْ لاَ يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِي أَزْوَاجِ أَدْعِيَائِهِمْ إِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَراً وَكَانَ أَمْرُ اللّٰهِ مَفْعُولاً

"Allah'ın nimet verdiği, senin de nimetlendirdiğin kimseye: Eşini bırakma, Allah'tan sakın diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyorsun. İnsanlardan çekiniyorsun; oysa asıl kendisinden korkulması gereken Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince, Biz, onu sana nikâhladık ki, (bundan böyle) evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestikleri zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir." (Ahzâb sûresi, 33/37)

Allah Resûlü, Zeyd'i (radıyallâhu anh) çok severdi. Başkasını değil de sadece onu evlât edinmişti. Zeyd (radıyallâhu anh), Allah Resûlü'ne o kadar yakın biliniyordu ki, herkes ona sanki Efendimiz'in öz evlâdıymış gibi bakıyor, onu Efendimiz'in öz evlâdı gibi görüyorlardı. Evet o, kendini Allah Resûlü'nün yoluna feda etmiş; Allah Resûlü de ona, sevgisinin kapılarını ardına kadar açıvermişti.

Zeyd (radıyallâhu anh), azatlı bir köleydi. Efendimiz onu hürriyete kavuşturmuş ve evlât edinmişti.. o günün âdetine göre de, Zeyd'den bu azatlı köle olma vasfını silip atmak mümkün değildi. Bu düşünce, âdeta cemiyetin içine işlemiş bir illet ve bir hastalıktı. Bir insan azat edilmiş olsa dahi ikinci sınıf vatandaş olarak kabul ediliyordu. Bu düşüncenin temelinden yıkılması ve cemiyetin bu hastalıktan kurtarılması gerekiyordu. Allah Resûlü'nü derin derin düşündüren bu mesele de çare bekliyordu...

Ancak getirilecek çözüm, evvelâ pratikte de hüsnü kabul görmeliydi. Onun için Allah Resûlü, alınlarında esaret damgası taşıyan bu insanlara apayrı bir metodla yaklaştı.

Hürriyet çok mühimdi ama o en kıymetli hususu kaçırmamak, elde tutabilmek daha mühimdi. Hürriyeti taşıyamayacak bir insan, ne kadar hürriyete kavuşsa da, yine de hür bir insan gibi yaşayamaz. Nitekim Amerika'da esirler hürriyete kavuşturulduğunda, bu problem acı acı yaşanmış ve gerçek çözüm, yıllar almıştı. O gün henüz hürriyet havasını teneffüs etmeye alışmamış bu insanlar, ellerine verilen imkânları satıp, tekrar eski efendilerinin yanlarına dönmüşlerdi. Çünkü o gün için şartlar henüz hürriyet atmosferine göre hazır hâle getirilememişti. Ne fertler ruhen bu işe hazırdı, ne de cemiyet. Dolayısıyla da hürriyete kavuşturma gayretleri beklenen neticeyi vermemişti.

Allah Resûlü ise, bir taraftan onları ruhen hür düşünceye, hür harekete alıştırırken, diğer taraftan da cemiyeti hazırlıyor ve bu insanları cemiyetin birer parçası hâline getirmeye çalışıyordu. Dün onlar birer ev eşyası gibiydiler, bu gün ise hepsi, cemiyetten birer uzuv hâline gelmişlerdi.

Efendimiz, cemiyete yerleşmiş bu köhne zihniyete son darbeyi vuracağı fırsatı kolluyordu. Çok zor, çok çetin bir işti ama, Allah Resûlü, rahatlıkla onun da altından kalkabilecekti.

O, nasıl, cephenin en zor yerine evvelâ kendi yakınlarını sürüyordu, burada da aynı şeyi yapacaktı. Asillerden asil bir kadını, öz halasının kızını, Abdullah b. Cahş'ın (radıyallâhu anh) kızkardeşini, azatlı köle Zeyd'le (radıyallâhu anh) evlendirecekti.

Allah Resûlü, bu akraba evine her zaman girip çıkardı. Bu ev O'nun halasının eviydi.. ve bu hane aynı zamanda senelerden beri, Allah Resûlü'nden bir teklif bekliyordu. Zira Allah Resûlü'nün zevceleri arasına girmek, her kadının en büyük idealiydi ve bunda yadırganacak bir şey de yoktu.

Daha önce de arz ettiğim gibi, Hz. Sevde'yi (radıyallâhu anhâ) Efendimiz boşamak isteyince, büyük kadın gelmiş ve Allah Resûlü'ne âdeta yalvarmış.. gününü Âişe'ye (radıyallâhu anhâ) verdiğini ortaya koymuş.. tek isteğinin Peygamber zevcesi olarak vefat etmek olduğunu ifade etmişti ki, bunlar, Allah Resûlü'nün nikâhı altında kalabilmek için yapılan fedakârlıklardı.[31] Hz. Ömer (radıyallâhu anh), hayatı boyunca bu haneye akraba olabilmek için çırpınıp durmuş ve Hazreti Fatıma Validemiz'e (radıyallâhu anhâ) talip olmuş; ancak, Allah Resûlü onu Hz. Ali'ye (radıyallâhu anh) verince, Hz. Ömer'e Hz. Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm'ü bekleme kalmıştı. Bu mübarek kadın Hz. Ömer'in nikâhı altına girdiğinde henüz çocuk yaştaydı; çocuk yaştaydı ama bu, Hz. Ömer'in (radıyallâhu anh) Efendimiz'e akraba olma rüyasıydı. Ömer'in tek düşüncesi Efendimiz'e akraba olmaktı.[32]

Bir halanın, yeğenine kızını vermek istemesi ve bu husustaki beklentisi gayet normaldi. Hem, Hz. Zeynep (radıyallâhu anhâ), her yönüyle bir peygamber hanımı olmaya lâyıktı. Belki o da Efendimiz'i istiyordu...

Allah Resûlü, halasının evine gitti: "Zeyneb'e talibim." dedi. Ev halkı sevinçten uçacak hâle gelmişlerdi... Demek senelerce bekledikleri an gelmişti. Resûlullah, Zeyneb'e talip oluyordu. Firaset-i A'zam, talebinin yanlış anlaşıldığını derhal anladı.. ve tashih etti: "Ben, Zeyneb'i Zeyd için istiyorum." Hepsi donup kalmıştı. İsteyen Allah Resûlü olmasaydı, teklif hemen reddolunurdu. Ama Allah Resûlü'ne itiraz etmeleri mümkün değildi. Bu evlilik, sırf Allah Resûlü'nün emri olduğu için kabul edildi ve isteksiz bir yuva kuruldu. Ne var ki, toplum hayatı adına gerçekleştirilmek istenen şey de gerçekleşmişti.

Kadın, asil ve soyluydu. Yetişme tarzı da ona göre olmuştu. Zeyd (radıyallâhu anh) ise, Allah Resûlü tarafından çok sevilse bile, o günkü anlayış içinde hürriyetini sonradan elde etmiş bir köleydi. Sıradan bir aileden gelmişti; dolayısıyla da imtizaçları mümkün görünmüyordu. Daha doğrusu, Hz. Zeyd (radıyallâhu anh), mânevî âleme açık firasetiyle, kendini bu kadına küfüv ve denk görmüyordu. Zeynep'de (radıyallâhu anhâ), apayrı bir gönül, apayrı bir kalb ve apayrı bir irade vardı.. ve nübüvvet hanesine ta'lik edilmeye namzet bir pırlantaydı.

Zeyd; bu mevzu ile alâkalı defaatle Allah Resûlü'ne müracaat etmiş ve hanımından ayrılmak istediğini söylemişti; Allah Resûlü de, her defasında ona: "Hanımını tut! Allah'tan kork!" deyip onu savmıştı. Efendimiz'in bir tek düşüncesi vardı; bu evlilikle, cahiliyeye ait bir düşünceyi kökünden yıkacaktı. O, bu mülâhaza ile yola çıkmış ve bir evliliğe sebep olmuştu. Ancak her geçen gün huzursuzluk daha da artıyordu ki, artık kopma kertesine gelmişti.

Gerçi boşanma ufuktaydı ama, Allah Resûlü, pratikte, bir köle ile, bir asil kadının evlenebileceğini de göstermişti. Allah Resûlü, bir rehberdi. Rehber, dediği ve diyeceği herşeyi evvelâ kendisinde ve yakınlarında tatbik etmeliydi. Bu da Allah'ın izni ve sevkiyle öyle olmuştu ama; şimdi vahiy ufkunda, encâmı ağır ve tahammülfersâ hâdiselerin emareleri belirmişti.

Allah Resûlü, Cenâb-ı Hakk'ın bildirmesiyle, bir gün Zeyneb'in (radıyallâhu anhâ) kendi hanımı olacağını da biliyordu. Açıklama emri olmadığı için de bunu hep gizliyordu. Zaten Hz. Âişe Validemiz'in (radıyallâhu anhâ) ifadesiyle, eğer Allah Resûlü, kendisine gelen vahiyden bir şey gizleyebilseydi, işte bu izdivaçla alâkalı âyeti gizlerdi.[33] Evet, Zeynep (radıyallâhu anhâ) ile evlenme Allah Resûlü'ne o kadar ağır gelmişti. Ancak ezelde kıyılmış bir nikâhı reddetmek kimin haddineydi. Allah (celle celâluhu): زَوَّجْنَاكَهَا diyordu. "Onu sana nikâhladık." Bu nikâh, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak tarafından kıyılmıştı. Bu nikâhın şahitleri de, Mele-i A'lâ'nın sakinleriydi. Bu bedeli çok ağır nikâhla, Allah (celle celâluhu), bir hüküm daha bildiriyordu: "Evlâtlıklar, insanın öz evlâdı gibi değildir." Hanımlarını boşarlarsa, baba durumunda olanların onları alması caizdir. Hâlbuki, cahiliye devrinde evlâtlık, öz evlât gibi kabul ediliyor ve onlar, ölse veya hanımlarını boşasalar, onların hanımlarıyla evlenmek caiz görülmüyordu. Cahiliyeye ait bu telakki de yıkılmalıydı; yıkılıyordu da; ancak, bu koca enkazı âdeta tek başına Resûlullah omuzlarında taşıyordu.

Bu ağır imtihanın önemli unsurlarından:

Zeynep Validemiz'in (radıyallâhu anhâ) şu tali'ine bakın ki, yaptığı iki evlilikle, cahiliyeye ait iki bâtıl düşüncenin yıkılmasına sebep oluyordu.

Bazı tefsirlerde uydurma bir hâdise nakledilir:

Efendimiz, güya bir gün Zeynep Validemiz'i (radıyallâhu anhâ) görmüş.. hem de nikâhlı olduğu bir dönemde.. onun güzelliği karşısında سُبْحَانَكَ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ demiş.. bunu da Zeynep Validemiz duymuş (vs.)... İsrailiyat kaynaklı bu türlü muzahref söz ve düşünceler, maalesef bir kısım Ehl-i Sünnet âlimleri üzerinde de tesirli olmuştur. Bunlardan ismini arz edemeyeceğim mühim bir müfessir: عَادَ زَيْدٌ اِلَى الْبَيْتِ فَاطَّلَعَ "Zeyd eve gelince manzarayı çaktı.(!)" şeklindeki bir ifadeye yer vermiştir ki, böyle bir düşünce, ancak bir din düşmanının uydurabileceği iğrençlikte bir düzmecedir. Ben, o müfessirimize saygımın ifadesi olarak "Dilin kurusun!" demiyorum; ama, bu sözü bilerek ve inanarak söyleyen, kim olursa olsun, onun dili kurumalıdır.

Evvelâ: Efendimiz, Zeyneb'i (radıyallâhu anhâ) ilk defa görüyor değildi ki.. Zeynep (radıyallâhu anhâ), O'nun gözü önünde büyümüştü.

İkincisi: Eğer Allah Resûlü'nün içinde Zeyneb'e (radıyallâhu anhâ) karşı zerre kadar temayül olsaydı, onu niçin Zeyd'le (radıyallâhu anh) evlendirsindi ki; gidip kendisi için talip olurdu.

Üçüncüsü: Ev halkının bütünüyle, Zeyneb'in (radıyallâhu anhâ) Allah Resûlü'ne zevce olmasını cân-u gönülden istediklerini yukarıda arz etmiştik. Allah Resûlü'nün, onu almasına mâni ne idi ki, Zeyd'le (radıyallâhu anh) evlenmesini istedi de kendine nikâhlamadı?

Demek ki, Allah Resûlü'nün, Zeynep Validemiz'le (radıyallâhu anhâ) evlenmesi tamamen bir emir gereğiydi. Allah (celle celâluhu) emretti ve Allah Resûlü de bu emre icabet etti. Diğer söylenen uydurma sözlerin hepsi, dünkü Volterlerin, yakın tarihteki Goldziherlerin ve daha bilmem kimlerin hazırladıkları senaryolardır; iftira ve yalan olmaktan başka da, hiçbir mânâları yoktur. Allah Resûlü, o Allah Resûlü olacak; Zeynep, o Zeynep olacak; Zeyd de, o Zeyd olacak da; onların dediği gibi bir hâdise cereyan edecek. Aman Allahım! Bu ne korkunç iftira, bu ne korkunç yalan, bu ne korkunç bir cehalet ve bu ne korkunç bir din düşmanlığıdır!

Esefle ifade edeyim ki; bugün bu malzemeleri, kendini onlara kaptırmış, içimizdeki figüranlar da kullanmaktadır. Zannediyorum onları, tamamen aşağılık duygusu ve aşağılık kompleksi böyle aşağılık bir iş yapmaya ve söz söylemeye sevk etmiştir?. Ne diyebiliriz ki, hidayet Allah'ın (celle celâluhu) elindedir. Rabbim onlara da hidayet etsin!

Konuya, "Her nebi masumdur, Allah Resûlü ise masumlar masumudur." diyerek başladık ve müşahhas misallerle, Allah Resûlü'nün masumiyetini göstermeye gayret ettik. Ancak şunu da itiraf etmeliyiz ki, O'nun masumiyeti, bizim anlatabildiğimizin de çok üstünde ve ötesindedir. Biz, bu mevzuu ancak, kendi kapasitemiz ölçüsünde aktarabildik...

Buraya kadar söylediklerimiz, doğrudan doğruya Allah Resûlü'nün ismet ve iffetiyle, yani günahsız oluşuyla alâkalıydı. Şimdi de O'nun masumiyetini başka bir zaviyeden arz etmek istiyorum. O'ndaki zühd, takva, Allah korkusu, kulluk şuuru ve ibadet anlayışı zaviyesinden İki Cihan Serveri'nin masumiyetini bütün buudlarıyla görüp anlamak ve O'nu tanımak isteyenlerin, O'nun ötelerle ve Rabbiyle irtibatının bir unvan ve bir buudu olan, aşağıdaki hususları bilmeleri zarurîdir:

[1] Müslim, müsafirîn 139; Ebû Dâvûd, tatavvu 26.
[2] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 5/74; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 9/118; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 4/301.
[3] Müslim, cihad 58; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/32-33.
[4] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/383; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/359; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 6/321.
[5] Buhârî, tefsir (5) 14; Müslim, tahâre 37; fezâil 40.
[6] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/383; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/359; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 6/321.
[7] Müslim, cihad 58; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/31-33.
[8] Buhârî, teyemmüm 1; salât 56; Müslim, mesâcid 3.
[9] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/197.
[10] Buhârî, iman 24; Müslim, iman 106-110.
[11] Zemahşerî, Keşşâf, 2/153-154.
[12] Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, 16/73-74.
[13] Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 4/5.
[14] Buhârî, cenâiz 23; Müslim, fedâilü's-sahâbe 25.
[15] Buhârî, salât 70; Müslim, ıtk 5-15.
[16] Tirmizî, tefsir (70) 1; Taberî, Câmiu'l-beyan, 50/51.
[17] Buhârî, salât 101; Müslim, salât 261.
[18] Kehf sûresi, 18/6; Şuarâ sûresi, 26/3.
[19] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/600-601.
[20] Taberî, Câmiu'l-beyan, 5/114; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azim, 4/140.
[21] Buhârî, cihad 37; Ebû Dâvûd, tıbb 1.
[22] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 5/222; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 1/312-313.
[23] Buhârî, i'tisam 2; Müslim, iman 32.
[24] Müslim, fedâilü's-sahâbe 45; İbn Mâce, zühd 7. (Hâdise tam olarak İbn Mâce'de geçmektedir.)
[25] Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 6/215; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/142; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 9/307.
[26] Buhârî, iman 22; edeb 44; Müslim, eymân 38.
[27] Buhârî, iman 22; ıtk 15; Müslim, eymân 40.
[28] Tirmizî, zühd 37; İbn Mâce, zühd 7.
[29] Tirmizî, menâkıb 17; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/95.
[30] İbn Mâce, mukaddime 11; el-Hâkim, Müstedrek, 3/83; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 6/370.
[31] Buhârî, nikâh 48; Müslim, radâ 47.
[32] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 8/463; İbn Hacer, el-İsâbe, 8/293-294.
[33] Buhârî, tevhid 22; Müslim, iman 288.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.