O'nun İkliminde Yetişen Dâhiler
Allah Resûlü vahiyle müeyyed ufkuyla devleti ayakta tutacak dinamikleri çok iyi tespit etmiş ve bunları israf etmeden yerli yerinde kullanmıştır. O, büyük erkân-ı harpler yetiştiren.. ilim düşüncesini coşturan ruha ve mânâya giden yollar açan sanatkâr düşüncelere yüksek gayeler belirleyen iç içe bir derinlikler menşurudur.
O, kendi döneminde bir sürü erkân-ı harp yetiştirmiştir. Kendinden sonra, cihanın fethine uzanan yolda, Halid'den Ukbe'ye, Ukbe'den Ahnef'e, ondan Tarık'a ve ondan da Muhammed b. Kasım'a kadar nice büyük erkân-ı harpler yetişmiştir ki, münhasıran bu zaviyeden o büyük oluşumun kaynak ve mimarına baktığınız zaman, O'nu yalnız askerlikle iştigal etmiş sanırsınız. Günümüzdeki Akkad gibi pek çok araştırmacı, saadet asrını, dehaya açık istidatların harmanı gibi görürler.
Evet, "Hz. Muhammed Medresesi", istidatları alabildiğince yükseltebilen ve yükseltmiş olan biricik medresedir. O medreseye uğrayan herkes, tabiatının müsaadesi ölçüsünde, aklî, kalbî, ruhî bütün melekelerini geliştirebilmiş ve dehalaşmıştır. Hz. Ebû Bekir, askerî, idarî ve ilmî bir dâhi.. Hz. Ömer, Osman, Ali (radıyallâhu anhüm) birer böyle dâhi.. Halid, Sa'd, Ebû Ubeyde, Alâu'l-Hadramî, Ka'ka' birer askerî dâhi... Ve daha yüzlercesiyle o ışık çağı âdeta bir deha çağı görünümündedir. Daha doğrusu, o çağ, insandaki istidat ve kabiliyet sermayesinin zerresi dahi heder edilmeden değerlendirildiği, nemalandırıldığı bir altın çağdır.. ve yüzlerce dâhi ile mamurdur.
Afrika'yı bir solukta baştan başa İslâm hâkimiyeti altına alan Ukbe b. Nâfi, dâhi değilse kim dâhi? Ukbe, on beş yaşında at sırtına sıçrar ve değişik halifeler döneminde büyük sorumluluklar yüklenir. Atlas okyanusuna kadar bütün Afrika'yı zabt u rabt altına alır.. ve meşhurdur, atını Arab'ın "Karanlık Deniz" dediği okyanusa sürer; sonra da: "Allahım, bu deniz önüme çıktı, çıkmasa idi, Senin ism-i şerifini denizler aşırı ta ötelere götürecektim!" der.[1]
Yine o medreseden yetişen Berberî bir köle Tarık b. Ziyad da, dâhi bir erkân-ı harptir. Doksan-yüz bin kişilik İspanya ordusunu, on iki bin kişilik ordusuyla bir öğleden sonra, altından vurur üstünden çıkar ve Toledo'da kralın saraylarına ulaşır.[2] O da bir dâhidir. Alâu'l-Hadramî, o da büyük bir dâhidir.. ve Hz. Ömer (radıyallâhu anh) devrinde "Bu kadar çok dâhiyi kullanacak zeminimiz yok." denmiştir. Bahreyn'de tevakkuf ve savaştan men azabına çarptırılmış bu dâhinin ibret dolu bir hayat hikâyesi vardır. Tarih yazarları derler ki: Halid'i al, Alâ'nın yerine koy, Alâ'yı al onun yerine koy, herhangi bir boşluk olmayacaktır.
Nasıl olur? Nasıl bir devirde bu kadar dâhi birden zuhur eder? Sa'd b. Ebî Vakkas bir dâhidir; İran'daki izlerini takip etsen bunu sen de anlayacaksın! Ebû Ubeyde bir dâhidir. Şurahbil b. Hasene bir dâhidir. Yezid İbn Ebî Süfyan bir dâhidir. Ve Allah Resûlü'nün arkasından daha niceleriyle bir deha silsilesi...
Başka türlü çöl aşılamaz, Öküz Nehri'ne, Sindâbâd'a, Çin seddine, Cebel-i Tarık'a ulaşılamaz.. çeyrek asır gibi kısa bir zaman diliminde, buralarda hâkimiyet tesis edilemez.. idare ve asayiş sağlanamaz.. sağlansa devam ettirilemez... Hele geçmiş dinlerin, dinî teşkilatların iğfal, tadlil, tahkir ve tecavüzlerine karşı konamazdı ve bütün dünyaya rağmen bu sistem, bunca badirelere rağmen 12 asır zirvede kalamazdı.
Evet, onlardaki nübüvvet kaynaklı bu deha idi ki, uzun asırlar, cihanın peygamberâne idaresine muvaffak olunabilmişti. Evet, sanki Allah Resûlü gurub ederken, o güneşler güneşi parçalanıyor ve arkadan gelenlere taksim ediliyordu. Ve herkes o Muhammedî fetanetle dünya çapındaki bu büyük işleri temsil ediyordu. Bilmemki böyle bir dönemin eşini tahayyül ve tasavvur etmek mümkün mü? Görmek demiyorum, tasavvur etmek, hayallerde onu bulmak, hatta rüyalarda öyle bir şey misafir etmek mümkün mü? Size bir çırpıda nakletmeye çalıştığım bu isimler ve işaret ettiğim onların misyonları başlı başına değişik araştırmalara esas teşkil edecek mahiyette muhtevalı konulardır.
Biz, İslâm'ın yetiştirdiği bu askerî ve idarî dehalardan sadece ilk aklımıza gelen ve ilklerden sadece birkaçını zikrettik. Bütününü anlatmak ciltler istiabında bir çalışma ister ki bizim bu mini fasılda o konuya ve o çapta yer ayırmamız zaten mümkün değildir. Biz bu konulara dolayısıyla girmiş olduk ve sadece Allah Resûlü'nün, risaletiyle irtibatlandıracağımız hususlar üzerinde durduk. Beklentim ve ümidim, erbabı tarafından bu konuların genişce ele alınıp incelenmesidir. İşte o zaman, Peygamber Medresesi birkaç buuduyla daha iyi ortaya çıkacak ve o sahaların lisanıyla "Muhammedün Resûlullah" dedirtecektir.
1. O Medresenin İlim Dâhileri
Devlet adamı, idareci, erkân-ı harp kadar ilme de açık o medrese, dünya kadar ilim adamı, düşünce insanı, hukukçu, müçtehit ve mücedditler yetiştirmiştir. Raşit halifelerle başlayıp ilk üç asırda hep kıvrım kıvrım zirvelerde dolaşan bu ışıktan yolun yolcularını sayıp dökme, hem bu kitabın hacmini, hem de bizi aşar. Sadece bir dönemde Mekke'de çobanlık yapan İbn Mesud'a bakmak yeter zannederim.
Kûfe O'nunla bir ilim merkezi hâline gelmiş ve O'nun ilim, irfan ikliminde, Alkameler, Esved b. Yezidler, İbrahim Nehaîler, Hammadlar, Ebû Hanifeler gibi fıkıhta, hadiste, kelâmda yüzlerce, binlerce devâsâ kamet yetişmiştir ki hepsi de her şeyi ile o kudsî me'haze medyun ve O'nun boynu tasmalı kapıkullarıdır. Biz bu büyük gerçeği görmezlikten gelsek de, ilim tarihi bunları değerlendirip kaydetmiştir. Kaydedecektir.. ve bir kısım inatçı ruhlara rağmen, çok yakın bir gelecekte bir kere daha gürül gürül kâinatı velveleye verecektir...
a. Fıkıh Sahasında
Diğer bütün büyük ruhlar, sinelerimizdeki ihtiramla muhat yerlerinde kalsın ve bizi bağışlasınlar. Misal olarak içlerinden birini alıp kısaca onun üzerinde duracak "ve işte böyleydiler" diyerek diğerlerine de atıfta bulunacağız.
Ebû Hanife kimdir? Ebû Hanife bizim mezhep imamımız.. Türkiye'de büyük çoğunluğun mezhep imamı, ilmin, kültürün vicahî intikal döneminde etrafına topladığı dev adamlara düşüncelerini takrir ve dikte eden, ders halkasında ilk dönemlerin aydınlık topluluğuna Şeyhülislâmlık yapan İmam Ebû Yusufları, İmam Muhammedleri, İmam Hasan Şeybânîleri, İmam Züferleri ve Hz. Şafiî'nin üstadı Vekîleri yetiştiren bir üstadlar üstadıydı.. çağlara imzasını atıyor.. kendinden sonraki asırlara sesleniyor ve yüz milyonların imamı olma mevkiine yükseliyor.. onun ilk talebelerine ve hususiyle de İmam Muhammed'e dikte ettirdiği notları daha sonra Şemsüleimme Serahsî, otuz ciltlik meşhur Mebsût'uyla şerhetmiş.. hem de bir kuyunun, bir sarnıcın dibinde.. her gün, talebeleri sarnıcın etrafında kümelenir.. o takrir eder, talebeleri de tespit...
Latîfdir, Serahsî'ye bir gün talebeleri: "İmam Şafiî üç yüz dosya hadisi hıfzına almış." derler. Bunun üzerine koca imam gayet mütevazi bir eda ile şöyle mırıldanır: "Demek benim hafızamdaki hadisin zekâtıymış..!"[3]
Ne anlarsanız anlayın! İmam Şafiî de kendi başına ayrı bir dâhi, Everest Tepesi.. İmam Malik öyle bir zirve.. Ahmed b. Hanbel de öyle bir şahika idi...
Şimdi bir kere daha soralım: Ebû Hanife kimdi? Ebû Hanife, Allah Resûlü'nün ashabından İbn Mesud'un (radıyallâhu anh), Alkame'nin, Yezid'in, Esved'in talebesi mi? Hayır, talebesinin talebesi. Yani Hammad İbn Ebî Süleyman'ın talebesi. Gerçi Hammad da ayrı bir fıkıh dâhisi, bir hukuk dâhisi idi ama, Allah Resûlü'nün talebesinin talebesiydi.
Evet, âlemin karanlıklar içinde yüzdüğü, cihanın doğusunda batısında yalancı şafağın dahi olmadığı bir dönemde, insanlığı ve cihanları aydınlatacak bu ilim adamları birer birer Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) medresesinde yetişmişlerdi. "Cihanları aydınlatacak ilim, irfan ve vâridatlarıyla kıymetlerüstü kıymet ifade eden bu insanlar, mebzuliyetlerine rağmen kıymetli idiler." Kıymetleri nedretten kaynaklanmıyordu. Sadece Ebû Hanife döneminde, Kûfe'de belki o çapta elli tane dâhi saymak mümkündür.
Toprak ne münbittir, zaman ne mübarektir. Daha doğrusu bütün bunlar, Hz. Muhammed Mustafa'nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunun feyezânı ve irfan deryasının dalgalanmasındandır. Evet, O'nun sayesindedir ki bedevî bir cemaatten insanlığı on dört asır aydınlatan ve kıyamete kadar da -inşâallah- aydınlatacak olan bir ilim kadrosu fışkırmış ve dünyaları nura gark etmiştir.
b. Tefsir Sahasında
Tefsir bize göre başlı başına bir derya ve O'nun deryasına nisbeten de damla.. o deryayı gösteren bir damla Hz. Ali'den İbn Abbas'a, ondan Mücahid ve Said İbn Cübeyr'e, ondan da ta İbn Cerir, Fahreddin Râzî, İbn Kesîr ve günümüzün allâme müfessirlerine kadar öyle bir dâhiler arenasıdır ki, Efendimiz'in, insanlığın efendisi olduğuna dair başka delil olmasa, şahit olarak bu zatların O'na intisapları yeter.
Meselâ bunlardan İbn Cerir, başlı başına bir harikadır. Bakarsınız, tefsirinde, o âyetleri ve hadisleri, zamanüstü yorumlarıyla, semanın yedi kat oluşundan bahseder; arzın ve semanın, bir zamanlar bütün olduğuna ve sonra mevsimi geldiğinde infilak ettiğine dikkati çeker.. yağmurların rüzgârların temel prensiplerini ve bin sene sonra anlaşılabilecek şeylerden dem vuran bir müfessir ve başlı başına bir dâhidir. İlmî araştırmalar, İbn Cerir'in hayatının her gününe, 15 sayfa düşecek şekilde eser telif ettiğinden bahsederler. Şimdi o, dâhi değil de ya kim dâhidir?
Evet, tefsir sahasında da İbn Cerîr'den Fahreddin Râzî'ye, ondan yüzlerce tefsiri tarayıp kocaman kitaplar hazırlayan İmam Süyûtî'ye ve devrimizin allâmelerine kadar, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mektebinde, tefsir sahasında yetişen öyle insanlar vardır ki, eğer bir dönemde, batıda bunlardan biri zuhur etseydi, ona büyük bir âbide yapar ve onu bütün cihana ilan ederlerdi...
Bizim bir İmam Gazzâlî'miz vardır ki, pek çok ilim dalında eşi-menendi yoktur. Batılı, çok az insaflı olabilmiştir.. Bununla beraber bir insaflı ânında Gibb, onu elinde asâsıyla, insanları büyüleyen bir harika ruh olarak resmeder. İmam Gazzâlî'den İmam Rabbânî'ye ve ondan da Bediüzzaman'a uzanan çizgide, Efendimiz'in talebelerinden yüzlercesiyle karşılaşmak mümkündür.
c. Hadis Sahasında
Hadis sahasının devleri ise, apayrı birer ilim ve fazilet âbideleridir. İmam Buhârî, İmam Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce, İmam Ahmed b. Hanbel, Dârekutnî, Beyhakî, Dârimî.. evet bütün bunların hepsi tek başına, kendi sahasında, dünyaya yetecek insanlardır. Tabiî ki, teker teker bu şahısların üzerinde durmamız ve onların ilmî yapılarını tahlil etmemiz, hele hedeflediğimiz şeyin hususiyetleri itibarıyla, kat'iyen mümkün değildir.
Sadece şu kadar söyleyeyim ki, bunlardan İmam Buhârî, 600 bin hadisi hafızasına aldıktan sonra, bunlardan sadece 4 bine yakınını Sahih'ine almıştır.[4] Almada gösterdiği titizlik ise, başlı başına bir destan. Her hadis için abdest alıp iki rekât namaz kılar.. daha sonra, ruhen Hz. Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'la münasebete geçer.. ve cevab-ı savap alınca o hadisi kitabına dercedermiş.[5]
İşte böyle bir dev imam da, Efendimiz'in herhangi bir talebesidir ve O'nun ders halkasında yetişmiştir. Günlerce yol katettikten sonra kendisinden hadis rivayet edecek olduğu şahsı, atına boş külâhını gösterip, içinde arpa varmış gibi davrandığını görünce, hiçbir şey sormadan geriye döner.. niçin böyle yaptığını soranlara da: "Hayvanı aldatan bir insanın beni de aldatıp aldatmayacağından emin değilim!" cevabını verir.. ve kim bilir, bütün hayatını böyle titizlikle geçiren daha nice dâhi hadis imamları vardır.
İşte dinin zebercet konağı, işte onun altın kanatlı hameleleri ve işte hiç yanıltmayan gümüşten yolumuz.
d. İlmin Dünya Buudu
Eski-yeni ilim tarihi adına taraflı, tarafsız ve mukayeseli o kadar muhteşem eserler yazıldı ki bunları okuyup da muhteşem geçmişimize hayranlık duymamak kabil değildir. Müslümanların altın çağı sayılan bir dönemde, tıp, matematik, hendese ve bütün tabiî ilim dalları, fıkıhla, tefsirle, hadisle ve kelâmla atbaşıydı. el-Câbir'den (cebirin mürşidi) İbn Sinâ'ya, ondan İbn Batûta ve Harizmî'ye ve ondan, on asır yazdığı tıp kitapları Avrupa'da tedris edilen cerrahinin üstadı Zehrâvî'ye kadar, -ki bir bilim mecmuası bu zatı anlatırken, "On Asır Yaşayan İlim Adamı" diye başlık koydu- bunların hepsi, yüzlercesi ve binlercesiyle Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mektebinin çıraklarıdır.
Bizde, niçin acaba bu büyük insanlar görülüp bilinmemiş ve bugün de çokları tarafından hâlâ tanınmıyor? Görülmemesi bir galat-ı histir. Batıda, bunlar gözden kaçmaz; zira bunlar orada, düz ovalara nisbet, ara sıra yükselen tepeler gibidirler. Çok yüksek olmasalar da göze çarpabilirler. Buna karşılık, bizdeki zirveler ise mütemadidirler, bütündürler, ölçülememezlikleri bilinmezliklerini doğurmuş. Yani onlar, zirvelerin yan yana gelmesi gibidirler. Çukuru yoktur ki; bilinebilsinler.
Bize gelince, biz vefasızlık ettik ve bu hâle geldik. Biz o âsârı değerlendiremedik. Batı onunla rönesansını tahakkuk ettirirken biz, bir kısım kuruntulardan sıyrılamadık. Kabahat bizde.. ilklerde değil, sonraki mirasyedilerde.. kabahat, deryanın içinde oldukları hâlde, deryanın kıymetini bilmeyenlerde.
"O mahiler ki deryada yaşar, deryayı bilmezler."
2. Ruh Dünyasının Kahramanları
O'nun ikinci derecede bir buudu, vilâyet.. vilâyet adına Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), öyle insanlar yetiştirmiş ve açtığı kapı ile öylelerini evc-i kemalât-ı insaniyeye yükseltmiştir ki, kimileri "Perde-i gayb açılsa yakînim artmayacaktır." der.[6] Kimileri, yerde iken Arş-ı A'zam'ı seyreder, kimileri, Hz. Cebrail'in o muhteşem heykelini (varlığını) müşâhede ile kendinden geçer.. kimileri Kur'ân ve Sünnet'in sır buudlarını didik didik eder ve işaretlerden dantelalar örer.. işte, Celcelûtiye, işte Nehcu'l-belâga, işte Mesnevî, işte Fütûhu'l-gayb, işte Füsûs ve Fütûhât!
Kadirşinaslığının depreştiği bir gün Edison şöyle der: "Ben elektriğe giden yolu Muhyiddin İbn Arabî'nin Fütûhât‑ı Mekkiye'sinde buldum." O sırlı beyanlarıyla Fütûhat-ı Mekkiye, bugün de elimizde.. Kur'ân'ın bir sırlı ifadesinden, elektriği, elektronları, ampülü istinbat etmek, bazı noktalardan tenkit görse de tevili çıkmış bir hâdisenin kritiğini yapmak bir bencillik gayreti olsa gerek. İnsan, pek çok hakikati, hem böyle vilâyet rampasıyla, hem de laboratuvarlarla, araştırma merkezleriyle ulaşabilir. Biz, ulaşamamışsak, ulaşamıyorsak, o, düşünce tutarsızlığında, muhakeme fakirliğinde; kalb zaafında, irade ve azim yetersizliğinde aranmalıdır. İbn Arabî, Mevlâna, İmam Rabbânî ve Bediüzzaman gibi çağlarını aşmış insanları anlamak şöyle dursun, onların keşfettikleri şeylere akıl erdirmek bile çok zordur. Bir Şâh-ı Nakşibend Hazretlerini, bir Mâruf-u Kerhî'yi, bir Şazilî'yi, bir Şah-ı Geylânî'yi, bir Ahmed Bedevî'yi, bir Şeyhu'l-Harrânî'yi nasıl anlayacağız ki?
İşte bütün bunlar, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mektebinin sadece çırakları ve tilmizleridirler. Bize göre dâhi insanlardır ama, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mektebine ve medresesine göre sadece bir düzine çıraklardır -O çıraklara ruhum feda olsun!- ve hep o şem'aya pervane olmuş, O'nun etrafında dönmüş, ışık âşıklarıdırlar. Gözleri gayba açılmışsa, (İmam Süyûtî gibi: "Ben uykuda değil; uyanıkken hayatımda 70 defa Hz. Muhammed'le (sallallâhu aleyhi ve sellem) görüştüm." diyor)[7] yine Allah Resûlü'nden öğrendikleriyle açılmıştır.. ışığa koşmuşlarsa O'nun cazibesiyle olmuştur.
Bizler, derdest üç boyutlu mekânın hapisleri ve onun itibarî bir buudu olan zamanda esirleriyiz. Onlar ise zaman ve mekânı aşarak bir değişik buuda, belki her gün Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile yüz yüze ve diz dize yaşıyorlar.! Hatta onlardan biri şöyle diyor: "Eğer bir lahza O'nunla görüşmesem mahvolurum. Çünkü bütün varlığımı O'na borçluyum, günebakanın (ayçiçeğinin) açılıp kapanmasının güneşe programlandığı gibi, ben de hayatımı O'nu takip ve müşâhedeye borçluyum. O, gönlümde battığı zaman, ben de bittim demektir."
Bunlar Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mektebinin talebeleridir ve gelecekte de aynı kaynaktan yeni oluşumlar -inşâallah- fışkıracaktır. Velilik benim saham değil. Ben veliler bezminde olsam olsam onların kitmîri olabilirim.. veya o âlemin sadece hayranı. İnşâallah bir gün içinizdeki, hususî uyanmalar sayesinde, pek çok kimsenin hakâika gözleri açılacak ve beni tasdik edeceklerdir.
Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne muhteşem bir mürşiddir ki, bugün mistisizm dünyasında, yogizm dünyasında, O'nun çırakları, boşluğun, lafazan mürşit taslaklarını öyle bir silip geçmişlerdir ki, muhalif bir rüzgâr esmezse, daha şimdiden "Geleceğin dünyası Hazreti Muhammed'indir (sallallâhu aleyhi ve sellem)." diyebiliriz. Evet, Muhyiddin İbn Arabî bugün, batılıyı öyle büyülemiştir ki, Almanya'da hem de Alman ırkından binlerce Müslüman, Muhyiddin ve emsalinin neşrettiği nurlar sayesinde, Hz. Muhammed demektedir. Eğer bir yerde Abdülkadir Geylânî, Mevlâna, Muhyiddin, İmam Rabbânî ve Bediüzzaman, kalblere girip gönülleri Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) çevirebiliyorlarsa, bu tamamen onların üstadlarına ait bir kuvve-i kudsiyyedir.
Hz. Mevlâna bir dev insandır. (Bazılarının, onu değişik bir zaviyeden ele almaları, hatta ve hatta Peygamber Efendimiz'in yerine koymaya çalışmaları, şu-bu peygamberidir demeleri bir yana) Hz. Mevlâna nâmütenâhîliğe yelken açmış, büyük kametlerden ve melekûta açık hikmet erlerindendir. Aşkın, ızdırabın, heyecanın, samimiyetin eşsiz temsilcisi.. ve teşbihlerle temsillerle hakikat-i uzmâ'ya, mutlak hakikata ulaşmanın en büyük kâşiflerinden birisidir. Ve, Hz. Mevlâna Celâleddin Rûmî, aynı zamanda bir söz üstadıdır. Erbabına göre bir sihirli asâ da onun elinde vardır ve iklimine giren mutlaka büyülenir.
3. ... Ve Dil Erbabı
Allah Resûlü Arap söz sultanlarının şâhı, Acem bülegâsının da şehinşâhıdır.
Bu sahada da O'nun dünya kadar şahidi vardır. Hassan b. Sabit'den Ka'b b. Malik'e, Abdullah b. Revâha'dan Ka'b b. Züheyr b. Ebî Sülmâ'ya, Lebid'den Hansâ binti Züheyr'e.. ve ondan da bütün Abbasi, Emevi, Selçukî ediplerine kadar gelmiş-geçmiş ne kadar söz üstadı varsa, en değerli beyanlarını O'nunla, O'nun mesajıyla ve O'nun sözleriye alâkalı ifade etmiş ve o üstadlarına karşı tazimde kusur etmemişlerdir. Ve hele İran şairleri...
Goethe'nin bir gün Prens Müller'e şöyle dediğini Haydar Bammad naklediyor: "İslâm tarihinde özellikle Selçukluların, Abbasilerin ve İranlıların yaşadığı İran'da, çeşitli devirlerde dev şairler yetişmiştir. Fakat İslâm dünyasında bunların sadece dördü, beşi kabul edilir."
Goethe gibi Almanya'da dile yeniden haysiyetini kazandıran ve onu yeniden keşfeden bilhassa Faust'u ile edebiyatta yeni çığır açan bu adam diyor ki:
"Bu ülkede çeşitli devirlerde, dev insanlar yetişmiştir, fakat İslâm dünyası bunların beşini alır; Mevlâna Celâleddin Rûmî, Hâfız, Firdevsî, Enverî, Nizamî. Bunun dışında hepsini atarlar, yani diğerlerini şair saymazlar. Edip değil diye attıkları arasında öyleleri vardır ki (Goethe'nin sözü) ben onların ellerine su dökemem."
Şaşkınlığımızla kalalım! Kimleri şişiriyor, balonlaştırıyoruz ve kimlere karşı alâkasız ve bîgâneyiz.!
Bilmiyorsak bilelim, Hâfız'ı taklit etmeyen Batılı yoktur. Osmanlı edebiyatı da büyük ölçüde Hâfız'ın dünyasıyla içli dışlıdır. Evet işte, İranîsiyle Turanîsiyle bütün bunlar, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mektebinin çırakları ve O'nun bıraktığı malzemeyi kullanan mimarlardır.
Benim size arz etmeyi plânladığım daha pek çok şey olabilirdi.. ama, tasdi' etmemek için kesiyorum; zira, O'nunla alâkalı, anlatmayı düşündüğüm daha pek çok şey var.. ve tabiî bu arada O'nun askerlik yanı...
[1] İbn Esîr, el-Kâmil fi't-tarih, 3/451.
[2] İbn Esîr, el-Kâmil fi't-tarih, 4/267-268.
[3] Kasım b. Kutluboğa, Tacü't-terâcim, s. 183.
[4] İbn Hacer, Mukaddimetü Fethi'l-Bârî, 1/7, 489; Nevevî, Şerh-i Sahih-i Müslim, 1/21.
[5] İbn Hacer, Mukaddimetü Fethi'l-Bârî, 1/7.
[6] Aliyyü'l-Kârî, el-Masnû', s.149.
[7] Nebhânî, Câmiü kerâmâti'l-evliyâ, 2/158.
- tarihinde hazırlandı.