Liderin Vasıfları
Efendimiz'in fetanetinin ayrı bir buudu da, O'nun, karşısına çıkan bütün problemleri -hangi sahaya ait olursa olsun- gayet rahat ve tereyağından kıl çekme kolaylığında çözmesidir ki, bu husus da yine O'nun risaletine şehadet eden burhanlardandır.
Başarılı bir idareci ve lider için bazı önemli hususlar vardır. Bunlardan bir kısmını şöyle sıralamamız mümkündür:
1. Liderin sunduğu mesajlardan hiçbiri hayatla zıtlaşmamalı ve o, bu mesajların geçerliliği hususunda, hem bugün, hem de yarınlar adına emin olmalıdır.
Bir insan, gözleriyle gördüğü bir vak'ayı, nasıl hiç çekinmeden ve tereddüt etmeden anlatır, anlatırken de asla yalanlanacağından korkmaz; zira kendinden emindir! Lider de sunduğu mesajlarda aynı duyguyu ve aynı emniyeti taşımalı ve o mesajın doğruluğuna, gözüyle gördüğü bir hâdiseden daha kat'î inanmalıdır. Hatta, muvaffakiyeti için sadece kendi inancı da kâfi değildir. Aynı zamanda bu mesajın hayatla zıtlaşmaması da gerekmektedir. Yani sunulan mesajlar, hayatın dönen çarkları içinde, tıpkı sırlı kapıların açılıp kapanması gibi onların açılış ve kapanışını kendi hesabına değerlendirmeli ve o kapılara takılmamalıdır.
2. Lider, tebliğinde ısrarlı olmalıdır. Ayrıca o, mesaisini insan yetiştirmeye teksif etmeli, sürekli insan unsuruyla meşgul olmalı ve onun çalışmalarında, kültür her zaman ağırlığını muhafaza etmelidir.
3. Lider, kadrosundaki elemanları çok iyi tanımalıdır. Kimi, neden mesul tutacağını; kimden neyi ve ne ölçüde bekleyeceğini; kime hangi işi tevdi edeceğini çok iyi bilmelidir. Bunun yanında o, plânladığı işlerin seyrini öyle ayarlamalıdır ki, ortadaki insan da, en aksiyoner insan da bu seyrin hızından rahatsızlık duymamalıdır. Ayrıca lider, bugünün işlerini dünden, yarınınkileri de bugünden görmeli ve ona göre plânlamalıdır ki, bugünkü işlerin plânı, yarınkilerin tatbikini aksatmasın. Aksi hâlde yarının işleri ile bugünün işleri hep birbirinin aleyhinde işler. Evet, hakikî lider, seneler sonrasını dahi bugün, toplumda gelişen hâdiselere göre tespit etmelidir ki; bugünkü işlerimizi yarınki sürprizler bozmasın.
4. Lider, tebasına ait bütün problemleri çözmeye açık olmalıdır. Bu problemler, ferdî, ailevî, idarî, adlî, iktisadî ve içtimaî olabilir. Lider bunların hepsini gayet rahatlıkla çözmelidir.
5. Liderin ortaya attığı teklif, direktif ve prensipler hep tatbik edilebilir cinsten olmalıdır. Başarılı bir lider tatbik edilemeyecek ütopik tekliflerden, her zaman kaçınır. Aynı zamanda o, kendi tekliflerini herkesten önce yaşayan ve ortaya attığı şeylerin hepsine en ince teferruatına kadar riayet eden insandır.
Diğer önemli bir husus da, liderin gaye-i hayali olan prensipler, esaslar, zamanla aşınmamalı ve her zaman canlılığını koruyabilmelidir. Öyle ki, her devrin insanı ona müracaat ederken, hayat çeşmesinden kevser içiyor gibi, o düsturları almalı ve onlarda bütün dertlerine derman bulmalıdır. Senelerin, asırların geçmesi bu esasları değiştirmemeli, aksine her geçen zaman onlara daha da yenilik ve revnak kazandırmalıdır.
Başarılı bir liderde aradığımız ve birkaç maddesini saydığımız bu hususlar, bütünüyle ele alındığında, görülür ve müşâhede edilir ki, dünyanın en başarılı lideri, fetanet-i a'zam sahibi Hz. Muhammed Aleyhisselâm'dır. Öyle ki bu hükme, bütün peygamberler de dahildir. Zira O, saydığımız vasıfların hepsini, zirvede ele almış, zirvede yakalamış ve zirvede temsil etmiş müstesna ve seçkin bir şahsiyettir. O'nun gibi bir ikinci şahsı göstermek de mümkün değildir.
Zaten, bizim bir iman olarak kabullendiğimiz bu hakikati, bugün batılılar, bilgisayar ve kompüterler vasıtasıyla yeni yeni keşfetmeye -keşifleri, onları ve onlar gibilerini ikna ederse sevinirim- başladılar.
Bazılarına göre sürpriz sayılan bu tespitin esası şudur: Değişik şahıslar, onları büyük yapan bütün vasıfları, tespit edilip bir kompütere verilecek.. sonra da namzetlerden hangisinin en büyük olduğu, büyüklük kriterlerine göre ortaya çıkarılacak. İşte uzun çalışmalar neticesinde ve denemeleri tekrar tekrar gözden geçirme sonucunda kompüter ekranları, bir zâtın birinciliğini gösteriyordu; o da insanlığın iftihar tablosu Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'dı (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Evet, O da bir beşerdi ama, beşer gibi yaşamamıştı. O, en büyük lider, en büyük önder ve en büyük pişdârdı.. ve kendi gibi doğmuş, kendi gibi yaşamıştı.
Şimdi isterseniz, yukarıda mücerret bir fikir vermek için takdim ettiğimiz hususları müşahhas misallerle biraz daha açalım:
Efendimiz, insanlığa öyle mesajlar getirmiştir ki bunların hiçbiri hayatla zıtlaşmamış ve hayata ters düşmemiştir. Hem O, söylediği bütün sözlerini kendinden gayet emin olarak söylemiş ve hiçbir zaman tereddüt ve kuşku soluklamamıştır.
Söylediği sözler arasında, Arş'tan ferşe; Cennet'ten Cehennem'e, ilk insandan kıyamete kadar birçok meselenin şerh ve izahı vardır. Bilhassa ümmetiyle alâkalı hâdiseleri, bazen isimler de vererek, bir bir saymış ve anlatmıştır. Hem de, sanki bir televizyon ekranında seyredip de anlatıyor gibi anlatmış ve hiçbir teşevvüş emaresi göstermemiştir. Evet O, anlattıklarından hep emindi; zira Cenâb-ı Hak, Kitab-ı Mübin ve İmam-ı Mübin'i O'nun gözleri önüne sermiş ve büyük ölçüde kaderî bütün levhaları O'na müşâhede ettirmiştir.. O, görüyor ve anlatıyordu. Bu itibarla, elbette ki, böyle bir Zât'ın getirdiği prensipler de "ebed-müddet" ömürlü olacaktır.
Sultanü'ş-Şuara Necip Fazıl, ne güzel der:
"Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş gün batmış, ebed bizimdir!"
Şairimiz, bu sözleriyle inanmış bir insanın emniyet ve güvenini ifade ediyordu. Bir de bu sözler, Efendimiz'in davası açısından ele alınınca ayrı bir derinliğe ulaşır. Günler doğup batabilir, yıllar ve asırlar geçebilir. Ama, Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği mesajlar ebedlere kadar bâki kalacaktır!
1. O, Emîn ve Kararlıydı
İbn İshak anlatıyor: Kureyş Ebû Talib'e müracaat etti; Efendimiz'le anlaşma yapmak istiyorlardı. Ebû Talib yeğenini çağırdı ve: هَؤُلاَءِ أَشْرَافُ قَوْمِكَ قَدِ اجْتَمَعُوا إِلَيْكَ لِيُعْطُوكَ وَلِيأْخُذُوا مِنْكَ "Bunlar Kureyş'in efendileri. Seninle bir anlaşmaya varmak istiyorlar. Senden bazı tavizler almak, kendileri de bazı tavizler vermek üzere buraya gelmişler." dedi.
Allah Resûlü kendinden gayet emindi.. ve isteyeceği şeyi de iyi biliyordu. Bu itibarla onlara: "Ben sizden sadece bir tek kelime istiyorum. Onu söylediğinizde bütün Arab'a sahip olacak ve bütün Acem size dehalet için koşacaktır." buyurdu.
Gelenler sevinmişti. Heyecanla: "Canımız sana feda, söyle o kelime nedir?" dediler. Allah Resûlü yine aynı vakar ve ciddiyet içinde: لاَ اِلَهَ إلاَّ اللّٰهُ dedi ve sözlerine devam etti: "Bunu dediğiniz zaman, yakın bir gelecekte Araplara malik olacaksınız ve bütün insanlık pervaz edip size koşacaktır."[1]
Ve koştu da...
Bu necip ve bu soylu millete kadar nice devletler ve nice milletler koştu. Bilhassa hakikate çok erken uyanmış bu millet, ta on bir asır evvel, Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir güneş gibi ufukta tulû ettiğini görünce hiç vakit fevtetmeden hemen O'na koştu. Düşünün ki bir sene içinde, bin çadır birden hem de hiç zorlanmadan Müslüman oluyor. Bu samimî koşuşun neticesidir ki o, on asır bu yüce tevhid davasının âfâk-ı âlemde bayraktarlığını yaptı. Tıpkı, Resûlullah'ın ilk sancaktarları Hamzalar, İbn Cahşlar, Mus'ablar, Zübeyrler gibi, o da Himalaya eteklerinden kalkıp geldi.. ve asırlar sürecek bir kavganın bayraktarlığı sorumluluğunu yüklendi. Bir derin ruh ve şuurla hep O'nun müdafaasını yaptı. (Allah (celle celâluhu) bu necip milleti imana ve Kur'ân'a hizmet yolunda ilelebet pâyidar eylesin!)
Evet, Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem), emniyet ve güven içinde, tavizsiz ve hayatla fevkalâde uyumlu mesajlar sunuyordu. Sunarken de bugününden emin, yarınından emin.. ve: "Yarın siz bütün Araplara hâkim olacaksınız. Kudsî ev, Kâbe de bütün insanlığın metâfı hâline gelecektir." diyor ve zamanı gelince de dedikleri aynen çıkıyordu.
Bugün değil sadece Kâbe, O'nun nurlu kabri de bir saygı ifadesi olarak, kudsîlerin metâfı olmuştur. Her yıl milyonlarca insan, kelebekler gibi o nur hâlesinin etrafında pervaz edip uçuşmaktadır. O gün Allah Resûlü bu sözleri söylerken henüz hiçbir emare mevcut değildi. Evet, bir lider, bir idareci için, sözlerinin emniyet temin etmesi ve söylediği şeylere, önceden kendisinin inanmış olması çok önemlidir.
Adiy b. Hâtim hâdisesini, daha önce başka bir münasebetle zikretmiştim; müsaadenizle, bu mevzu münasebetiyle bir kere daha hatırlatacağım. Orada söylediğim gibi, Adiy, Hâtim-i Tâi'nin oğludur. Hâtim ise cömertliği ile meşhur bir insandı.
İşte bu Adiy, bize şöyle bir hâdise anlatıyor: Allah Resûlü'yle beraber oturuyordum. İçeriye bir adam girdi, eşkıyadan şikâyet etti: "Kervanlar soyuluyor, mallar gasbediliyor, çapulculuk almış yürümüş!"; bir başkası: "Kıtlık, kuraklık ortalığı kasıp kavuruyor, her tarafta insanlar açlıktan telef oluyor!" dedi.
Onlar bu şikâyetlerini Allah Resûlü'ne arz ederken, Allah Resûlü de bana döndü ve şöyle dedi:
هَلْ رَأَيْتَ الْحِيرَةَ؟ قُلْتُ: لَمْ أَرَهَا وَقَدْ عَرَفْتُ مَكَانَهَا
-Yâ Adiy, Sen Hîre'yi bilir misin?" Ben: "Hayır Yâ Resûlallah! Oraya hiç gitmedim. Fakat yerini bilirim." dedim. Allah Resûlü sözüne devamla:
فَلَيُوشِكَنَّ أَنَّ الظَّعِينَةَ تَرْحَلُ مِنَ الْحِِيرَةِ بِغَيْرِ جِوَارٍ حَتَّى تَطُوفَ بِالْبَيْتِ
-Eğer ömrün olursa göreceksin ki çok yakında devesine binmiş bir kadın yapayalnız olarak Hîre'den kalkıp, gelip Kâbe'yi tavaf edecek." buyurdu.
Ben içimden "Tay eşkıyaları varken, böyle bir yolculuk nasıl gerçekleşebilir ki?" dedim. Ve yine devam etti:
وَلَيُفْتَحَنَّ عَلَيْنَا كُنُوزُ كِسْرَى، قُلْتُ: كِسْرَى بْنُ هُرْمُزَ؟ قَالَ: كِسْرَى بْنُ هُرْمُزَ
-Yâ Adiy, ömrün olursa yine göreceksin! Bir gün Kisra'nın bütün hazineleri benim ümmetimin eline geçecek." Ben hayretle: "Hürmüz'ün oğlu Kisra'yı mı kasdettiniz?" diye sordum: "Evet, Hürmüz'ün oğlu Kisra'yı." buyurdu. Ve Adiy sözünü şöyle tamamlıyor: "Allah'a yemin ederim ki, Allah Resûlü'nün o gün dediklerinin hepsini gördüm ve bunlara şahit oldum. Ve bir de istikbale ait bir şey söyledi. Ümit ediyor ve inanıyorum ki onu da göreceğim."[2]
İşte Allah Resûlü etrafına topladığı insanlara anlattığı ve sunduğu mesajları böyle fevkalâde bir emniyet ve güven içinde sunuyor ve bunların hiçbirisinde, zerre kadar şüphe ve tereddüt emaresi sezilmiyordu. Zaten, haber verdiği şeyler de mevsimi gelince Allah'ın (celle celâluhu) inayet ve keremiyle bir bir zuhur ediyordu.
2. Zenginlerin Ayrıcalık İsteği
Bidayet-i İslâm'da Allah Resûlü'nün çevresinde fakirler vardı. Bunların büyük çoğunluğu da gençlerdi. Küfürde kartlaşmış ve şartlanmış yaşlılar Allah Resûlü'ne karşı sürekli inat ediyorlardı. Vâkıa, يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللّٰهِ أَفْوَاجاً "Allah'ın dinine bölük bölük giriyorlar."[3] sırrı zuhur edince, onlar da Allah Resûlü'nü kabullenme lüzumunu duydu ve kabullendiler ama, bidayette O'nun etrafında sadece ve sadece gençler vardı. Hem de fakir gençler!..
Mekke müşriklerinden, kendini büyük kabul edenler, bu durumdan hiç hoşlanmıyorlardı. Sık sık Allah Resûlü'ne müracaat ederek, kendilerine, başka hiç kimsenin ve bilhassa da fakirlerin yani, Bilâllerin, Ammarların, Yâsirlerin, Habbabların gelmeyeceği bir gün ayırmasını istiyorlardı. Onlar eşraftan insanlardı, ayak takımıyla bir arada oturmazlardı(!) Belki onlar, o günün cemiyetinde alışılagelmiş bir tavrı talep ettikleri için, bunu gayet mâkul ve mantıkî bir istek kabul ediyorlardı. Ancak durum hiç de onların tahminleri gibi değildi. Onlar böyle bir teklifin memnunlukla karşılanacağını zannededursunlar, Allah (celle celâluhu), Habibini uyarıp hazırlamıştı bile:[4]
وَلاَ تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِم مِنْ شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِم مِنْ شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ
"Sabah-akşam, Rabbilerinin rızasını isteyerek, O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından Sana bir sorumluluk yoktur; Senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki, oları kovup zulmedenlerden olasın."[5]
Sen büyük hesapların adamısın! Yanından fakirleri kovarak, müşriklerin hidayetini ummak gibi küçük hesaplara giremezsin. Zira bu zulümdür.. ve sen zulümden çok uzaksın! Evet, sırf müşrikler hoşnut olsun diye fakirleri uzaklaştırmak, en büyük zulümdü.. ve Allah, o en büyük adalet insanını ta baştan garantiye almıştı.
Bu önemli mevzu, bir kez de Kehf sûresinde ele alınıp incelenir:
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلاَ تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلاَ تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطاً
"Sabah-akşam Rabbilerinin rızasını dileyerek, O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye zinhar uyma!"[6]
Kur'ân O'na şöyle diyordu:
Sabah-akşam davada, düşüncede, duyguda "Allah" deyip, inleyenlerle beraber ol; ve gözünü başkalarına dikme! Onlarla otur, onlarla kalk! Çünkü Allah'ın (celle celâluhu) rahmeti onlarla beraberdir. Gözünü sakın onlardan ayırma. İhtimal, Allah (celle celâluhu) insanlığa rahmet ederken, Ammar'a bakar rahmet eder.. Yâsir'e bakar rahmet eder.. Küçük Ali'ye bakar rahmet eder.. Habbab'a bakar merhamet eder ve İbn Mesud'a bakar merhamet eder. Onlar yeryüzünde Allah'ın (celle celâluhu) matmah-ı nazarıdır. Onlar belâ ve musibetleri defeden paratonerler gibidirler. Sen de onlarla bulunmaya bak!
Kur'ân bunları öyle bir dönemde söylüyor ki, Allah Resûlü'nün etrafında bu üç-beş fakirden başka kimse yoktur. Ama O, bu dönemde bile gelecekten fevkalâde emin.. herkesin hatta o mütemerrit, o firavun insanların bile, pek çoğunun yumuşayıp İslâm'la kucaklaşacaklarına ve Kur'ân'ı kabullenip başlarına tâç yapacaklarına inanır. Bu itibarla, nasıl olsa gelecekler adına, şimdi yanındakilerini niye kovsun ki!
Hem Allah Resûlü onları nasıl yanından uzaklaştırabilirdi ki, bizzat kendisi şöyle buyurmaktadır: "Cennet şu üç insana müştaktır. Ali, Selman ve Ammar..."[7]
Evet, herkes Cennet'e müştak iken, Cennet onlara müştak.. âşıkın mâşuka, gözlerin cemale, vicdanların rü'yete, kalbin müşâhedeye iştiyakla dolu olduğu gibi müştak...
İki Cihan Serveri, etrafını alan bu ilk kadronun, bu fakir insanların bir gün cihan çapında bir inkılâp yapacak kadro olduğunu daha işin başında biliyor ve attığı her adımı ona göre atıyordu. Dünyanın şarkının da garbının da bir gün mutlaka O'nun getirdiği hakikatlere teslim olacağından zerre kadar şüphesi yoktu.. Cenâb-ı Hakk'ın vaadinden emindi ve itminan içindeydi.
Müşriklerin isteklerini reddetti. Onlara iltifat bile etmedi. Bu zayıf ve fakir insanlara gözünün bebeği gibi baktı ve onları, insibağ köpüklü huzurunun şerefli mukimleri olarak hep aziz tuttu.
3. İnsan Unsuru İhmal Edilemez
Allah Resûlü, hayat-ı seniyyelerinde insan unsurunu hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Hatta insanların bir kısmını cepheye gönderirken, düşünce, fikir ve ilim hayatı itibarıyla fakirliğe düşmemek için, insan, ilim ve kültür mevzuları, gündemde o muallâ yerlerini hep korudular. Başka türlü de olamazdı; zira Kur'ân-ı Kerim O'na şöyle ferman ediyordu:
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَآفَّةً فَلَوْلاَ نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدِّينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُوا إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ
"Mü'minler toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekmez mi ki, böylece, yanlışlıklara düşmekten sakınmış olsunlar."[8]
Evet, mü'minler cihad ederken dahi arkada bir zümre kalmalı ve dini öğrenmelidir ki, diğerleri dönünce de onlara dini öğretsinler. Cihad farz-ı ayn olduğu zaman bile, sizin ilim ve kültür yuvalarınızın kapıları sonuna kadar açık olmalıdır. Eğer, her tarafı düşmanın sardığı o devrede, ilim irfan yuvaları kapatılır ve herkes cepheye gönderilirse, maddî cihad kazanılsa bile, ilim ve kültür adına çok şey kaybedilmiş olur. Onun için İslâm, böyle fevkalâde durumlarda bile, bir kısım insanların cepheye gitmeyip ilim ve kültür adına çalışma yapmalarını emretmektedir. Demek ki Allah Resûlü, ilim ve kültür seferberliğini en kritik dönemde dahi ihmal etmemiş.. cepheye gitmeyenler, doğrudan doğruya kendilerini ilme vermiş; gidenlere de, arkada kalanların garantisi verilmiş. Daha önce de temas ettiğimiz gibi işin başında, okuma-yazma bilen parmak sayısına ulaşmıyorken, yirmi sene sonra okuma yazma bilmeyen tek insan kalmamıştı. Böyle bir netice ise, ancak Allah Resûlü'nün bu sahadaki gayret ve çalışmalarıyla elde edilebilmişti.
Evet O, hiçbir zaman insan unsurunu ihmal etmemiş ve fertlerin her yönüyle sağlıklı yetişmesini, milletin sağlıklı yetişmesini bilmiş.. öğretmiş, öğretilmesini emretmiş.. nazarî şeyleri pratiğe dökmüş.. bizzat kendisi de bir muallim gibi talebe yetiştirmiş.. ve ölü bir dünyada, ölü yığınlar içinde bir ilim ve iman toplumu inşa etmişti.
İlk münşî ve mimardan sonra, toplum kendi idarecilerini artık kendi içinden çıkarır ki, bu evvelkisine karıştırılmamalıdır.
Evet, ilme, düşünceye ve tekniğe açık bir toplum, kendisi gibi insanlar tarafından idare edilir ve bu insanlar daima toplumun özü ve kaymağı hükmündedir. Sütün kaymağı yine süt olacağı gibi, altta kaynayan ilim, düşünce ve teknik olursa üstte de bunlara ait kaymaklar olacaktır. Allah Resûlü, bu hususu da gayet veciz ifade etmiş ve: كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ "Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz."[9] buyurmuştur.
4. Bir Ülke Yetişmiş İnsanlarıyla Mamurdur
İnsan unsuruyla ilgilenmeyi emir ve teşvik eden birçok âyet‑i kerime vardır. Bunların hepsine bakılabilse, İslâm dininin insana verdiği önem ve ehemmiyet daha iyi anlaşılır. Ancak biz, bu mevzuu işlemeyi, şimdilik düşünmediğimiz için sadece fikir verme maksadıyla, bir iki âyete temas edip geçeceğiz:
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَأُولَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
"İçinizde, iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan men eden bir cemaat olsun. İşte başarıya ulaşanlar yalnız onlardır."[10]
كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ
"Siz insanlar arasında en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülüğü men eder ve tam olarak Allah'a inanırsınız."[11]
Bu ve benzeri âyetler, İslâm'ın insana ve ilme verdiği ehemmiyeti göstermesi bakımından fevkalâde mânidardır.
İslâm; kalb, ruh, his, duygu ve düşünceyi en iyi şekilde ve dengeli ele almış ve onları yaratılış gayelerine yönlendirmiştir. Ne ihmal, ne de dengesizlik.. bu duyguların bütünüyle seyahat.. ve hepsiyle varlığın perde arkasını müşâhede.. Allah Resûlü de bunu, hayat-ı seniyyelerinde hiç mi hiç ihmal etmemiştir.. bu bir rehber için çok önemlidir. Nice rehberler vardır ki, ellerinin altındaki insan ve imkânlarla zafer bekledikleri yerde fiyasko ile karşı karşıya kalırlar. Daha doğrusu zafer kuşağında bir türlü falsolardan kurtulamazlar. Kitle ruh hâletinden istifade edip milleti sokağa dökenler, belki onun hissini değerlendiriyorlardır. Ama, süreklilik isteyen işlerde bu hiç de önemli değildir.
Zaten, Allah Resûlü de bir his ve heyecanla insanları arkasında toplamayı hiç mi hiç düşünmemiştir. Çünkü böyle bir hisle toplananlar, başka bir hisle de dağılıp gider ve onu yapayalnız bırakırlar. Oysaki Allah Resûlü'nün etrafındaki insanlar en ağır, en acı zamanlarda bile O'nu bırakmamışlardır. Bırakmak şöyle dursun, O'nun uğrunda ölmeyi hayatlarının gayesi bilmiş ve şehit olmayı canlarının bedeli ve gayesi saymışlardır. Diğer duyguların teker teker kullanılması, daha doğrusu istismarı da böyledir.
Sadede dönüyoruz; evet, bir ülke, eğer mamur ise, o, insanlarıyla mamurdur ki, Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) da bunu yapmıştır. Dünyanın çeşitli yerlerine gönderdiği insanların, gittikleri yerlerde, devleti ve milletleri idare etmede, hatta mektep ve medreseler açmada hiçbir falso ve fiyasko ile karşılaşmamaları gösteriyor ki, Allah Resûlü, arkasına aldığı insanları çok iyi yetiştirmiş ve her şeyin üstünde insana önem vermiştir...
[1] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/265.
[2] Buhârî, menâkıb 25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/257; Hâkim, el-Müstedrek, 4/564.
[3] Nasr sûresi, 110/2.
[4] İbn Mâce, zühd 7.
[5] En'âm sûresi, 6/52.
[6] Kehf sûresi, 18/28.
[7] Tirmizî, menâkıb 33.
[8] Tevbe sûresi, 9/122.
[9] Deylemî, Müsned, 3/305.
[10] Âl-i İmrân sûresi, 3/104.
[11] Âl-i İmrân sûresi, 3/110.
- tarihinde hazırlandı.