Peygamberlere saygı ve bozulan dengeler
Efendimiz öncesinde insanoğlu ilâhî mesajları orijiniyle koruyamamış, peygamberlerin söz ve fiilleriyle bırakmış oldukları mirası muhafaza edememişti ve bunun neticesi olarak da maddî-mânevî ciddî bir tatminsizlik ve buhranlar anaforunda yaşıyordu. İnsanlık, Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bu bataklıktan kurtuldu; ama onun mesajına kulak vermeyen insanlar kim olurlarsa olsunlar -ki bunlar Müslüman da olabilirler- aynı türden anaforların içinde yıllar ve yıllar boyu yaşadılar, yaşıyorlar ve yaşayacaklar. Mesela, Batı dünyası ilâhî dinin getirdiği değerlere sahip olamamanın boşluğunu rasyonalizm, pozitivizm ve benzeri ilim adını verdikleri düşüncelerle doldurmaya çalıştı. Özellikle Orta Çağ’da kendini gösteren bu yaklaşım, Rönesans’la gelişti ve farklı bir mahiyet kazandı. Din-ilim ayrılığı, bu yaklaşımın en önde gelen özelliklerinden biridir. Bu anlayışa göre Hıristiyanlık daha çok ahlâkî değerlerin koruyucusu konumuna sokuldu. Böyle olunca din de, dinle gelen mesajı insanlara takdim eden nübüvvet müessesesi de insanların nazarında değer kaybına uğradı.
Şurası muhakkak ki, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan buyurduğu değerleri bırakıp bunların yerine dışarıdan başka değerler ithal etme, dengeyi bozma demektir. Dengenin bu şekilde bozulması insanı da, toplumu da başka dengesizliklere ve hatalara sürükler. Aslında İslâm, Efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) önceki peygamberlerle takdim edilen değerleri yeniden insanlığa hatırlatmak, bozulan o dengeyi yerine oturtmak, bir başka tabirle ilâhî ahengi yeni baştan tesis etmek için gelmiştir.
Evet, Allah’ın koymuş olduğu sınırların dışına çıkanlar ilmi ve ilmî düşünceyi âdeta kutsamışlar, akla ve mantığa ters olduğu iddiasıyla dine ve dinî değerlere baş kaldırmışlardır. Batı tarihi açısından bakıldığında belki bazı haklı nedenlere dayanan bu yaklaşım, ne yazık ki dinlerin mahiyet ve muhtevalarındaki farklılık hiç nazara alınmadan bize de yansımış ve aynıyla taklit edilmiştir. Eski yıllarda bu durumu bir darağacı misaliyle izah etmeye çalışmıştım. Temelde başkaları için kurulan darağacında hiç hak etmediği halde bizim dinimiz, inançlarımız ve kültürümüz de berdar edilmiştir.
Evet, başkaları gibi bizim dünyamız da değer kaybına uğramıştır. Mesela, ifrat ve tefritler arenasında Efendimiz de dahil peygamberleri bizim gibi sıradan insanlar seviyesine indirme –yüz bin defa hâşâ- ya da kendi dönemlerinde, sadece o dönemlere mahsus olmak üzere, tarihsel bir misyon eda edip çekip gittiklerini iddia etme gibi düşünceler bir değer kaybıdır. Peygamber ve peygamberlik anlayışına da saygısızlıktır.
Ne yazık ki, bu anlayış bulaşıcı bir virüs gibi bizim de içimizi sardı. Hatta bazı hocalar ve ilâhiyatçılar bile bu hastalıktan nasiplerini aldılar. Bunlar, bizim sahip olduğumuz ve Batı dünyasında emsalinin gösterilmesi mümkün olmayan usul ilimlerini bir kenara bıraktılar. Ve tabiatıyla bunlar tarafından yetiştirilen insanlar da kaptıkları bu virüsle malûl hale geldiler.
Saygısızlık önce küçük daireden başladı ve büyüğüne doğru dalga dalga yayıldı. Önce sahabe-i kiramla başladılar işe ve sürekli eleştirdiler onları. O günlerde -beni tanıyan arkadaşlar bilirler- “Onlar da bizim gibi insandır” diyerek eleştirmeye başladıkları an içim cız etti benim. Şöyle dedim etrafımdakilere: “Bu mesele sahabe ile başladı; ama sahabe ile bitmeyecek. Böyle sorumsuzca, hiçbir temele dayanmaksızın sahabeyi eleştiren kişiler, çok yakında Peygamberi de sorgulayacaklar ve gün gelecek Kur’ân’ı, hatta Allah’ı sorgulamaya kadar götürecekler bu işi.” Bu tahminlerimde yanılmayı ne kadar arzu ederdim. Fakat bunların hepsi oldu. “İnsanlığın İftihar Tablosu”na -hâşâ- “postacı” denildi. Yani, tıpkı bir postacı gibi, mesajı Allah’tan insanlara ulaştırdı ve işi bitti, diye düşünüldü. “Kur’ân’da gramer hataları var” denildi. Hatırlıyorum, benim çok takdir ettiğim ve sevdiğim bir insandan Kur’ân hakkında “Günümüzün modern anlayışına uymayan, modern tarz-ı telakkilerle örtüşmeyen yanları var” şeklindeki yorumları duymak beni derinden üzmüştü. Gayretullaha dokunur bu sözler, diye çok korkmuştum o zamanlar. Hâşâ, “Allah cüz’iyatı bilmez” gibi, Zât-ı Bâri’ hakkında yakışıksız düşünceler öne sürenler bile oldu. Hâsılı, sahabe ile başlayan tenkit süreci, ulûhiyet hakikatinin sorgulanmasına kadar geldi, dayandı.
“Tarihsellik” mülâhazaları içerisinde “maslahatları celb, mefsedetleri def etme”yi yegâne ölçü alanlar oldu. Tarifi kendilerine ait maslahat ve mefsedetler Kur’ân ile çatışırsa Kur’ân’ı kulak ardı edeceksiniz, dediler. Aslında maslahat ve mefsedetlerde bir mazmun vardır. O mazmun, Kur’ân ve Peygamber tarafından belirlenmiştir. Mesela, “usul-ü hamse” denilen, korunması gerekli olan beş temel esas; akıl, nesil, din, nefis ve maldır. Bunların iddiasına göre, bu beş husus günümüzde Kur’ân ve sünnette vaz’edilen dinamiklerle değil de başka yollarla, sistemlerle korunabiliyorsa Kur’ân tarihteki rolünü oynamış ve fonksiyonunu tamamlamıştır. Fıkıh metodolojisindeki tasnifiyle vaz’î ve hitabî hiç ayırım yapmadan bütün tekliflere şamil kıldılar bu düşüncelerini. Bir tartışma programında seyretmiştim. Kendisine sorulan bir soru üzerine birisi dedi ki, “Ben kendime göre namaz kılıyorum.” Ne demektir bu? Din, insanları kendi iradeleriyle maksud-u bizzat olan hayra sevkeden, yönlendiren vaz’ı ilâhî ise, ne demek “kendine göre namaz”?
Aslında Ahmet Naîm cennet-mekândan Ömer Nasuhi Hoca’ya, Allâme Hamdi Yazır’dan Bediüzzaman’a kadar çokları bu ve benzeri sakîm düşüncelerin üzerinde ısrarla durmuşlar. Hususiyetle Bediüzzaman erkân-ı imaniyyeyi tahkime ihtiyaç duyulan bir mevzu olarak ele almış, farklı bir üslûpla onları yeniden anlatmıştır. Hem de defalarca tekrarlama bahasına. Ben bu tekrarları askerî mülâhaza ile tabyeler olarak görüyorum. Yani tek bir tabyeye bağlı kalmama, nefis ve şeytanın değişik taarruz şekillerine, vesveselerine, iğvalarına (aldatmalarına) karşı farklı ve alternatifli müdafaa şekilleri geliştirme nazarıyla bakıyorum. Kaldı ki Kur’ân’ın üslûbudur bu. Aynı konuyu farklı yerlerde, farklı üslûplarla defalarca ele almamış mıdır Kur’ân? Demek kaynağı Kur’ân olan orijinal bir metoddur bu.
Şimdi aklî, mantıkî delillerle gerek Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), gerekse diğer enbiyâ-i izâmın konumunu zihnimizde ve hayatımızda bir kere daha belirlemek ve yerlerini tahkim etmek zorundayız. Zira, bu mevzuda yaşanan düşünce ve inanç kaymaları hep bu tahkimsizlikten kaynaklanmaktadır. Üstad’ın Reşhalar’da anlattığı gibi anlama ve anlatma bir ölçü olabilir bu konuda. O Reşhalar’dan her biri birer Risale’ye mevzu teşkil edecek kadar geniştir. Ne kadar arzu ederdim eli kalem tutan arkadaşlar o Reşhalar üzerinde doktora çalışması yapsalar.
Evet, Efendimiz büyük bir peygamberdir, “Ruh-u Seyyidi’l-Enam”dır. Tasavvufî ifadesiyle “Taayün-i evvel”in kahramanıdır. “Levlâke lemâ halaktü’l-eflâk. (Sen olmasaydın, şu âlemleri yaratmazdım)” kudsî hadisinin mazharıdır o. Bu hadis, hadis kriterleri açısından sahih olmasa bile mânâ itibarıyla doğru; doğru, çünkü o “Muarrif” olmasaydı, bu âlemlerden de, bu kitaptan da hiç kimse bir şey anlamayacaktı. O halde bu hadisin mânâsı şudur: “Ey Resûlüm! Bu kitapların okunması da, mânâlarının şerhi de senin sayende oldu. Öyleyse sen elindeki Kur’ân’la her şeyin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhısın.” Eskilerin ifadesiyle “ille-i gaiye”sin.
Öyleyse, Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) –hâşâ- sıradan bir postacı, bir müvezzi değildir. O yerde durup göklerle irtibat kuran, bizim hiçbir zaman münasebet kuramayacağımız âlemlerle münasebet kuran, burada otururken Allah’ın konuşmasını duyan bir insandır; farklı hususiyetleri, farklı donanımları olan biridir. Zaten o farklı donanımları olmasa Allah’tan emir alamaz. O donanımları olmasa yatağından kalkıp göklerde dolaşamaz, miraç yapamaz.
Kaldı ki bizim mesajı getiren bu zâta bu şekildeki bakışımız, aynı zamanda o mesaja karşı da saygının ifadesidir. Dolayısıyla ona saygısızlık, mesaja karşı da saygısızlık duymaya sebep olur. Onun için ona karşı saygının korunması lâzım. Zaman eskidikçe mesajın nazarlarımızda taze olması, taze olarak hissedilmesi; sürekli o mesaja müracaat etme, delice bağlanma tutkusu işte hep buna bağlıdır.
Peygamberlerin bizim gibi sıradan olmadıklarını herkes kendi kabiliyetlerine göre soluklamalı. Küçük bir ses, küçük bir nefes de olsa dile getirmeli düşüncelerini. Peygamberleri o yüce halleriyle, konumlarıyla kabul etmeli, gönüllerimizdeki tahtlarına oturtmalıdır. Peygamberler öyle bir mazhariyete serfirazdırlar ki, her daim Allah’a yakındırlar. Başkalarının seyr-i sülûk-i ruhanî yolunda çilelerle, acz u fakr, şevk u şükr ile, tefekkür ve şefkatle vasıl oldukları kurbet ufkuna onlar bidayette varırlar, varmışlardır. Bizim terakkimizin sona erdiği, arş-ı kemale ulaştığımız yer, onların yola çıktığı yerdir. İşte bu hakikati, yani bizden farklı olduklarını, hem vicdanlarımıza, hem de başkalarının vicdanlarına kabul ettirme mecburiyetindeyiz. Zira sundukları mesajdan tam istifade etme, onların kadr u kıymetlerini bilmeye bağlıdır.
Özetleyecek olursak, mesajla mesajı getiren zât arasında çok önemli bir münasebet vardır. Peygamberlerin değerleri korunduğu nisbette mesajlardan istifade oranı artar. Bu, meselenin bir yanı. Diğer yandan, Allah, kendi kelâmından, peygamberinin ruhaniyetinden ve öbür âlemde şefaatinden istifadeyi, onlara karşı duyulması gerekli olan saygıya bağlamıştır. Eğer böyleyse -ki benim bunda hiç şüphem yok- bu saygıyı göstermeyen ve koruyamayanlar dünyevî ve uhrevî hayatları adına neler kaybettiklerinin farkındalar mı acaba?
Başka bir tabirle, sizler Kur’ân-ı Kerim’den ve “Efendiler Efendisi”nden teveccühünüz ölçüsünde istifade edebilirsiniz. Yani “Ene inde zanni abdî bî (Kulum beni nasıl zannediyorsa ben ona öyle muamele yaparım)” mantukunca siz Kur’ân’a ne kadar teveccüh ederseniz, o da size kapılarını o kadar açar. Peygamber’e saygınız ne kadarsa, o kadar açar kollarını size. Yürüdüğü yola, vardığı ufka doğru ancak o kadar yaklaşabilirsiniz.
Herkes aklının ve iradesinin hakkını versin. Allah bir akıl vermiş, öyleyse i’mal-i fikirde bulunsun, beyin sancısı yaşasın. Eski sözlere yeni sözler karıştırarak yeni bulamaçlar yapsın, insanlığa yeni şeyler sunsun. Eskileri, eski, renk atmış ve partallaşmış görüyorsa yeni şeyler yapmasını bilsin. Kur’ân-ı Kerim’in yeniliğini, Efendimizin gönüllerde hiç eskimediğini, bizim için daima bir “cânân” olduğunu hem kendisine anlatsın, hem de cihana. Bu mevzudaki mülâhazalarını sürekli yenilesin; yenilesinler ki, hem kendisini kurtarsın, hem de başkalarını.
- tarihinde hazırlandı.