Nebi vesayeti
Peygamber vesayeti varlığa tedelli usulü ile bakmayı gerektirir. Kâinatta müşahede edilen delillerden yola çıkarak Cenâb-ı Hakk’a ulaşmaya bedel tedelli, baştan Yaradan’ın kabul edilmesi demektir. Bunun aksi olan yaklaşım tarzında ise, mün’amün ileyhten (kendisine nimet verilenden) Mün’im’e (nimeti veren Cenâb-ı Hakk’a) ya da nimetten Mün’im’e gidilir ki, bu tavır insanın yollarda takılmasına sebep olabilir. Natüralist ve materyalist mülâhazalar, söz konusu yollarda kalmanın örnekleridir.
Evet, baştan Hazret-i Zât-ı Vâcibu’l-Vücûd’u kabullenen insan baktığı her şeyde onu görür: ağaçta, dalda, meyvede, yaprakta, çekirdekte… Küçükten büyüğe veya büyükten küçüğe her şeyde; ama her şeyde, sadece onu temâşâ eder. Bu, tıpkı harfleri veya kelimeleri bütün karakterleri ve özellikleri ile tanıma gibidir. Özellikle Osmanlıcada geçerli olan bir husustur bu. Mesela “mektup” kelimesini Osmanlıcaya hakkıyla vakıf birisi gördüğünde, onu “miktûb” veya “müktûb” gibi değişik şekillerde okumaz. Çünkü Osmanlıcada kelimeler, hecelere bölme usulüyle değil; kalıplar şeklinde görülür ve okunur. Stenoda olduğu gibi kalıplar vardır, o kalıpları beller ve gördüğünüzde doğru okursunuz.
Aynen bunun gibi varlığı bütünüyle Allah’a (celle celâluhû) bağlayan, bağlandığına baştan inanan bir insan hep onu görür; onu bilir ve onu duyar. Peygamberane bir bakış, görüş, duyuş ve seziştir bu; varlığı doğru okumaktır. Varlığı bu şekilde okuyanın ise mârifeti artar. Mârifet arttıkça düşünce ufku gelişir, terkipçi nazar derinleşir ve gün gelir Allah’ın (celle celâluhû) kudretinin, iradesinin, meşietinin, hayatının, sem’inin, basarının kendisini kuşattığını görür; görür ve bu nimetleri ihsan eden Rabb’ine şevk ve şükürle yaklaşır.
Varlığa bu gözle bakamayanlara gelince; onlar üzerlerine sağanak sağanak dökülen nimetler karşısında küstahlaşır, lâubalîleşir ve şımarırlar. Üstad’ın misalleri içinde memer (nimetlerin üzerinde tecellî ettiği, gelip geçtiği bir varlık) olduğu halde mazhar olduğunu (o nimetlerin mazharı olduğunu, onları hak ettiğini) zanneder. Hâlbuki Allah’a karşı saygılı olmak, temkin içinde ona şükür hisleriyle dolmak, bizleri şımartacak ölçüde başımızdan sağanak sağanak yağsa da nimet karşısında şımarmamak, o nimetleri ihsan eden Rabb’imize ciddiyet içinde mukabelede bulunmak gerekir. Allah insanı bir ayna yaptıysa, insan ayna olmasını bilmelidir. Her tavrında, her davranışında, her sözünde, her düşüncesinde, her mülâhazasında onu göstermelidir. Bu peygamberane bir tavırdır. Evet, peygamberlerin hepsi böyle hareket etmiş ve bununla bütün insanlara ışık tutmuş, rehber olmuşlardır. Vesayet çağrısıdır bu aynı zamanda ve bu çağrıya icabet edilmelidir. Tarih şahittir ki, buna icabet edenler aldanmamıştır.
Hâsılı; hem peygamberî bir bakışa, insibağa, nazar ve teveccühe ulaşmak, evirip çevirip her şeyi ubudiyet sırrına bağlamak, mişkat-ı sünnetin ışığı altında meseleleri çözmek, hem de bunlara mazhar olduktan sonra kendimizi rahat ve rehavete salmamak, şatahata girmemek için Nebi vesayetine ihtiyacımız var.
Peygamber vesayeti varlığa tedelli usulü ile bakmayı gerektirir. Kâinatta müşahede edilen delillerden yola çıkarak Cenâb-ı Hakk’a ulaşmaya bedel tedelli, baştan Yaradan’ın kabul edilmesi demektir. Bunun aksi olan yaklaşım tarzında ise, mün’amün ileyhten (kendisine nimet verilenden) Mün’im’e (nimeti veren Cenâb-ı Hakk’a) ya da nimetten Mün’im’e gidilir ki, bu tavır insanın yollarda takılmasına sebep olabilir. Natüralist ve materyalist mülâhazalar, söz konusu yollarda kalmanın örnekleridir.
Evet, baştan Hazret-i Zât-ı Vâcibu’l-Vücûd’u kabullenen insan baktığı her şeyde onu görür: ağaçta, dalda, meyvede, yaprakta, çekirdekte… Küçükten büyüğe veya büyükten küçüğe her şeyde; ama her şeyde, sadece onu temâşâ eder. Bu, tıpkı harfleri veya kelimeleri bütün karakterleri ve özellikleri ile tanıma gibidir. Özellikle Osmanlıcada geçerli olan bir husustur bu. Mesela “mektup” kelimesini Osmanlıcaya hakkıyla vakıf birisi gördüğünde, onu “miktûb” veya “müktûb” gibi değişik şekillerde okumaz. Çünkü Osmanlıcada kelimeler, hecelere bölme usulüyle değil; kalıplar şeklinde görülür ve okunur. Stenoda olduğu gibi kalıplar vardır, o kalıpları beller ve gördüğünüzde doğru okursunuz.
Aynen bunun gibi varlığı bütünüyle Allah’a (celle celâluhû) bağlayan, bağlandığına baştan inanan bir insan hep onu görür; onu bilir ve onu duyar. Peygamberane bir bakış, görüş, duyuş ve seziştir bu; varlığı doğru okumaktır. Varlığı bu şekilde okuyanın ise mârifeti artar. Mârifet arttıkça düşünce ufku gelişir, terkipçi nazar derinleşir ve gün gelir Allah’ın (celle celâluhû) kudretinin, iradesinin, meşietinin, hayatının, sem’inin, basarının kendisini kuşattığını görür; görür ve bu nimetleri ihsan eden Rabb’ine şevk ve şükürle yaklaşır.
Varlığa bu gözle bakamayanlara gelince; onlar üzerlerine sağanak sağanak dökülen nimetler karşısında küstahlaşır, lâubalîleşir ve şımarırlar. Üstad’ın misalleri içinde memer (nimetlerin üzerinde tecellî ettiği, gelip geçtiği bir varlık) olduğu halde mazhar olduğunu (o nimetlerin mazharı olduğunu, onları hak ettiğini) zanneder. Hâlbuki Allah’a karşı saygılı olmak, temkin içinde ona şükür hisleriyle dolmak, bizleri şımartacak ölçüde başımızdan sağanak sağanak yağsa da nimet karşısında şımarmamak, o nimetleri ihsan eden Rabb’imize ciddiyet içinde mukabelede bulunmak gerekir. Allah insanı bir ayna yaptıysa, insan ayna olmasını bilmelidir. Her tavrında, her davranışında, her sözünde, her düşüncesinde, her mülâhazasında onu göstermelidir. Bu peygamberane bir tavırdır. Evet, peygamberlerin hepsi böyle hareket etmiş ve bununla bütün insanlara ışık tutmuş, rehber olmuşlardır. Vesayet çağrısıdır bu aynı zamanda ve bu çağrıya icabet edilmelidir. Tarih şahittir ki, buna icabet edenler aldanmamıştır.
Hâsılı; hem peygamberî bir bakışa, insibağa, nazar ve teveccühe ulaşmak, evirip çevirip her şeyi ubudiyet sırrına bağlamak, mişkat-ı sünnetin ışığı altında meseleleri çözmek, hem de bunlara mazhar olduktan sonra kendimizi rahat ve rehavete salmamak, şatahata girmemek için Nebi vesayetine ihtiyacımız var.
- tarihinde hazırlandı.