Mü'mince görüntü ve hâl dili
Mü’minler, çok samimî ve yürekten inanmalı; Cenâb-ı Hakk’ı her an görüyor gibi bir tavır ortaya koymalı ve onun tarafından görülüyor olmanın mehâbetini üzerlerinde taşımalı. Hakikî bir mü’minin, birilerine uzun boylu akıl hileleri yapmaya, mantık oyunları oynamaya ihtiyacı olmamalı; hal ve tavrı yetmeli bir şeyler anlatmaya, muhatabını ikna etmeye. Yatıp kalkması, konuşması, bakışı, duruşu yetmeli... Onu görenler “Bu ciddî adamda ciddiyetsizlik olamaz, bu temiz yüzde yalan bulunamaz” demeli. İşte bizim en büyük problemlerimizden bir tanesi, hem toplum, hem de fert planında bu tavrı sergileyememe ve içteki olgunluğun dışa yansıması olan bu görüntüyü yakalayamamadır.
Tavırlarımızda inanmış bir insan görüntüsünün olmaması, başkalarını da yanıltıyor. “Acaba bir yalan peşinde miyim?” dedirtiyor İslâm’a sıcak duranlara. Sonradan gelen nesiller de önlerinde gönülden inanmış, inancını hal ve tavırlarına içirmiş, ciddî insanlar göremiyorlar ve onlar da ciddiyetsiz yetişiyorlar.
Mü’mince tavır, kalblerimizin beslenmesi açısından da çok önemlidir. Ben kendimi vesvese, tereddüt ve şüpheye ait bir boşlukta hissettiğim zaman etrafıma bakmalıyım; Kâbe’ye yönelmiş, bünyân-ı mersus gibi bir beraberlik teşkil etmiş, “Allah” (celle celâluhû) diyen insanların inandırıcı tavırları beni almalı, kucaklamalı ve sonsuza taşımalı. Ve ben ona dayanmalıyım. Gözümde yaş kalmamışsa, kalbimin katılaştığını hissediyorsam, “Hz. Muhammed” deyince dudaklarını yalayan, “Amaaan, siz ne kadar da tatlısınız, Efendimin adını andınız” diyen ve yanaklarından domur domur yaş döken bir Müslüman’ı görmeliyim... Görmeli ve kalbim yumuşayana kadar onun seziş, duyuş ve hissedişleriyle yoluma devam etmeliyim. Ama maalesef, koskoca âlem-i İslâm olarak hepimizde bir inanmış insan tavrı eksikliği var.
Müslümanları dalalet içinde görme ve “Hiçbirinde hayır yok” mülâhazası içine girme, insanı felâkete götürebilecek bir günahtır. İnananları beğenmeyen ve onları itham eden birisine, Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle buyurmuştur: “ ‘İnsanlar helâk oldu’ diyen, onların en evvel helâk olanı ve en kötü durumda bulunanıdır.” Evet, “İnsanların hepsinin işi bitmiştir” diyenin işi bitmiştir. Dünyanın dört bir yanındaki samimî mü’minleri kat’iyen ademe mahkûm edemeyiz. Fakat bir otokritik olarak kendimizi sorgulamamız gerektiğini düşünüyor ve olmamız gerektiği gibi olamadığımızı zannederek bir inkisâr-ı kalble bu sözleri söylüyorum.
Ben hemen her akşam, Kâbe’de kılınan sabah namazını seyrediyorum. Burayla orası arasındaki saat farkından dolayı oradaki sabah namazını biz burada akşamı kıldıktan hemen sonra seyredebiliyoruz. O mükerrem beldede binlerce insanın beraberce secdeye varışını görmek çok hoşuma gidiyor. Fakat maatteessür, imamından müezzinine, görevlilerinden cemaatine kadar hep gayr-i ciddî görüntüler sergileniyor. Tavaf eden insanların gezişinde, yürüyüşünde, istilamlarında, Safa-Merve arasındaki koşuşmalarında bir lâubalîlik göze çarpıyor.
İhtimal, şuurlu namaz kılan, tavafı meleklerle ve peygamberlerin ruhlarıyla beraber yapan insanlar da vardır; ama arada kalıyordur onlar; kameramanların veya otomatik kameraların azizliğine uğruyorlardır. Makam-ı İbrahim’de, Hicr’de başını yere koymuş, gözyaşlarıyla içini döken hassas ruhlar veya Hacerü’l-Esved’i öperken hakikaten kalbinin sadakatini haykıran gönül erleri vardır; maalesef o tür görüntüleri vermiyorlar. Hâlbuki öyle manzaralarla beslenmeye hepimizin ihtiyacı var. Kâbe’nin etrafından alın da, bizim evlerimize kadar her tarafta, mü’minlerin ihsan şuurlu bir duruş ve samimî bir tavır sergilemesine dünyanın ihtiyacı var. İhtiyacı var; zira yeryüzü asıl ses ve sadasını, gökte meleklerin duruşunun ve mele-i âlânın sakinlerinin yüreklerinin çarpışının aks-i sedası olan “mü’mince tavır”da bulabilecektir. Zaten Müslümanların inandırıcılığı da ancak o zaman gerçekleşebilecektir.
Ne yazık ki, bu görüntü bozukluğu her tarafı sarmış durumdadır. Siz dinimizi ve millî an’anelerimizi merak eden birisini Türkiye’ye götürecek olsanız, “Gitsin bir Türkiye’yi görsün... Camileri, camide tek vücut olmuş cemaati, cemaatin yaşaran gözlerini görsün; görsün de kafasına takılabilecek şüphelerden sıyrılsın, vehimlerden kurtulsun” deseniz; ben buna cesaret edemem ve gönül rahatlığıyla “Çok iyi olur” diyemem. Fakat yine de, bizim milletimiz pek misafirperverdir ve ülkemizde misafir kabul etmenin kendine göre bir azizliği vardır. Anadolu insanı, tavırlarını yeniden gözden geçirir, bir misafiri ağırlamanın ve misafire açık bulunmanın havasını biraz sun’î de olsa sergiler. Genel durumu istenilen seviyede olmasa da, ev sahipliği avantajıyla ve biraz muvakkat ruh haletiyle, biraz da tabiatındaki misafirperverlik mülâhazasıyla ciddî bir görünüm sergileyebilir ve bu, misafire bir şeyler ifade edebilir.
Evet, on bir havarinin bütün dünyayı sarsmalarındaki büyü, samimiyetleridir; hallerindeki inandırıcılıktır. Sahabe efendilerimizin kısa zamanda bütün dünyaya iman nuru götürebilmelerinin ve gittikleri her yerde hüsn-ü kabul görmelerinin en önemli sebebi mü’mince tavırlarıdır. Asırlar sonra, Üstad’ın talebeleri de ihsan duygusuyla yaşama, ihlâs ve samimiyetle dopdolu olma örneği sergilemişlerdir. Fakat günümüze doğru gelindikçe Müslümanlarda kemmiyet planında bir genişleme olmuş ama içteki mânâ ve ruh korunamamış, aynı seviyede götürülememiştir.
Bugün bizde de akıl var, mantık var; ilim, fen ve teknoloji açısından eskilerden çok daha ileriyiz; fakat eskilerin taşıdığı yürek yok bizde. “Kalbin her atışında Allah’ın duyulması ve o duyuşun bizim çehremize aksetmesi” nimetinden mahrumuz. Oysa kalb atışlarımız, tıpkı bir saatın iç hareketi ve çalışmasının dışarıya aksetmesi, akrep ve yelkovanın sâlise, sâniye ve dakikayı “Burada bir takvim işliyor” diyerek göstermesi gibi dışa aksetmeliydi. Canlılığın asıl merkezi, insanın içidir; gönlüdür... Latîfe-i Rabbâniyesidir; sırrıdır; hafîsi, ahfâsı ve iç derinlikleridir... Bunlar dışa aksedince, saatin iç dinamiklerinin akrebi ve yelkovanı harekete geçirdiği gibi kendilerini hissettirir. İşte, İslâm dünyasının eksiği, ilim değil, teknoloji değil, zenginlik değildir. İtiraf etmeliyim ki, bunların hepsinin kendilerine göre birer tesiri vardır; fakat müessir diyebileceğim ölçüde -“diyebileceğim ölçüde” diyorum çünkü hakikî müessir Allah’tır- tesirli bir şey varsa, o da haldir, keyfiyet derinliğidir, engin bir gönül dünyasının oturuşa kalkışa, yürüyüşe duruşa yön vermesidir... Bizim eksiğimiz, mü’mince görüntüdür.
Günümüzde bir Sadreddin Konevî yok; bir Mevlânâ yok; Nakşibendi Hazretleri, Hasan Şâzelî, Ahmed Bedevî, İmam-ı Rabbâni, Mevlânâ Halid ve bir Bediüzzaman yok... Yok... Yok... Dolayısıyla mânevî heybet ve ağırlığı olan büyüklerin insibağından mahrum yaşıyoruz. Genelde, kendi değerlerimize karşı bir kopukluk içindeyiz. “Kopuk”u, Türkçede kullandığımız mânâda da ele alabilirsiniz. Umumiyetle, bir kopukluk yaşanıyor. Şirazesi kopmuş kitap sayfalarının, bağı kopmuş tesbih tanelerinin dağınık hali gibi bir kopukluk... Merkeze sımsıkı tutunmamız, ile’l-merkez gücü kendi lehimizde kullanmamız gerektiği yerde, ani’l-merkez bir hareket görüntüsünde bir kopukluk yaşıyoruz; kendi özümüzden kaçıyoruz. Tabii ki, bu kaçış dışa da aynen aksediyor.
İslâm’ın yorumlanması biraz bizim tavırlarımızla alâkalıdır. Muhyiddîn İbn Arabî, “İlahî tecellîlerin kendisini göstermesi için, bu varlık ve eşyanın varlığına ihtiyaç vardır” der. Fakat İbn Arabî Hazretleri bunu âdeta bir zaruret gibi, ulûhiyete isnad edilen bir ihtiyaç gibi ortaya koyar ve “Allah’ın görünmesi için bunlar lâzımdı. Bu ayna, yani insanlar, eşya ve hâdiseler olmasaydı, o kenz-i mahfî olarak kalırdı” der. (Bunlar onun sözleri de olsa temkinli konuşmaya çalışıyorum.)
Biz meseleleri o büyük insanların seviyesinde değerlendiremeyiz. Aklımızın almadığı ve bize kapalı kalan yerler olabilir; fakat fakir, onun bu düşüncesine iştirak edemiyorum. Ehl-i Sünnet çizgisinin düşünce ve hareket adına ortaya koyduğu çerçeve, düşüncelerimi de, beyanımı da bağlayıcıdır benim. Ne var ki, “Hz. Zât” hakkında söyleyemediğim bir sözü Kur’ân hakkında söylemek istiyor ve bunun doğru olduğuna da inanıyorum: “Bizim Kur’ân-ı Kerim’e muhtaç olduğumuz kadar, Kur’ân da kendisini ifade etme adına, samimî ve gönlü Kur’ânlaşmış insanlara muhtaçtır.” Bütün ihtişamıyla yüksek raflarda, kadife bohçalar içerisinde muhafaza edilen “Kelâm-ı İlâhî”, öpülüp başlara konan bir “Kitap” olsa da, eğer onu temsil eden insanlar yoksa, o kendini anlatamıyor demektir. Kur’ân her zaman vardı ve indiği andan itibaren de mücessem bir ruh halinde insanlara rehber oldu. Fakat gördüğünüz gibi, onun sesi bazen gürül gürül çıktı, kevn ü mekânı inletti, çınlattı; bazen de ağzına fermuar vurulmuş gibi sustu, harem odalarına kilitlendi, kadife mahfazalar içinde hep bağlı kaldı.
Evet, bizim Kur’ân’a çok ihtiyacımız var; biz Kur’ân’sız edemeyiz. Hayatımızın programıdır o. Düzenli yaşamamız adına bizim için bir katalog mahiyetindedir. Bizi yaratan ve mahlûkâtını en iyi bilen Allah (celle celâluhû), doğru dürüst kendimizi idare edebilmemiz ve fıtratımıza uygun yaşayabilmemiz için Kur’ân kılavuzunu göndermiştir. Bu unutulmaması gereken bir hakikattir; fakat şunu da unutmamak lâzımdır ki; kataloğu değerlendirecek, makinayı işlettirecek, bir sistemi tertip ve düzen içinde çalıştıracak, nazarî bilgileri hayata geçirecek canlı, şuurlu ve iradeli varlıklara ihtiyaç vardır.
Ve işte Kur’ân, bu canlı, şuurlu ve iradeli temsilcilerini bulamadığı her devirde hazin bir gurbet yaşamıştır/yaşamaktadır. O mükemmel “Kitap”, ancak mükemmel bir temsilci kadrosuyla sesini soluğunu duyurabilir. Eğer onun sesini gerçekten aksettirecek insanlar olsaydı, ilk nefeste onu duyar; ikinci nefeste de seslerini tâ göklerin ötesine duyururlardı ve melekler “Meğer yerde ne gönül erleri, ne kahramanlar varmış” derlerdi.
Mevlânâ Hazretlerinin Mesnevî’sinde de, Divân-ı Kebîr’inde de aklı ikna etmeye matuf ifadeler çok yoktur; fakat onda eşsiz bir hal derinliği vardır. Mesela, bir gün, Mevlânâ’nın şöhretini duyan bir rahip, Konya’ya gidiyor. Mevlânâ’nın bulunduğu yere varıyor, talebeleri arasında onlara bir şeyler anlatırken onu seyrediyor. Mevlânâ’nın oturup kalkması, yürüyüşü, adımlarındaki vakar ve o keskin bakışları yetiyor rahibe. Allah’la (celle celâluhû) çok kavî irtibat içindeki bu insanın yüzüne ve tavırlarına aksetmiş gönlündeki imanı. Rahip hemen koşuyor ve elini öpmeye çalışıyor Mevlânâ’nın. O, rahipten hızlı davranıyor ve onun elini öpüyor. Görüntüsündeki ihtişama bu tevazuu da katılınca rahip daha fazla dayanamıyor, Hazretin ayaklarına kapanıyor ve “Senin dinin haktır” diyor. Mevlânâ eve dönünce Sultan Veled’e, “Oğlum, adama bak! Benim tevazumun önüne geçmeye çalışıyor; gerçek mânâsını dinimde bulan tevazuyu verir miyim ben başkasına?” diyor. (Mü’min, imansız birinin elini öper mi? Eğer o mü’min Mevlânâ ise, dünya için edânîye baş eğmeyecek izzetli bir insansa ve bu hareketinde sadece muhatabının hidayeti için her şeye katlanma duygusu varsa, evet, öper.)
Cenâb-ı Allah’ın, hakkım olmadığı, liyakatim de bulunmadığı halde tanıma lütfuyla serfiraz kıldığı çok kıymetli insanlardan birisi de Üstad’ın ilk talebelerinden Re’fet Ağabeydi. Bir ziyaret esnasında şunu anlatmıştı: “İstanbul’da, mezardaki ölüler vaazını anlasalar, onları bile diriltecek gibi, çok etkili konuşan bir hoca vardı. Görkemli, mehib ve halkın da çok itibar ettiği bir adamdı. ‘Bediüzzaman diye biri gelmiş, otelde kalıyormuş, nasıl bir adam olduğuna bir baksanıza’ demişlermiş kendisine. Üstadımızın yanında olduğum bir sırada geldi. İçeriye girerken, başı üst eşiğe değecek gibiydi. Üstad’a yaklaşınca üstadımız hemen kalktı, misafirin eline yapıştı ve öptü. Vaiz efendi çok şaşırmıştı. Biraz sonra Üstad konuşmaya başlayınca şaşkınlık ve hayreti iki kat arttı; Bediüzzaman’ın ilmi, hali, büyüklüğü ve gösterdiği bu tevazu karşısında daha fazla dayanamayıp kalktı ve Üstad’ın dizlerine kapandı. O uzun boylu, o edalı ve çalımlı vaiz iki büklüm olmuştu.”
İşte ölçüler, kaynaklar bir olunca ses ve görüntü de aynı oluyor. Farkları yok birbirlerinden. Mevlânâ, gönlü ummanlar gibi bir insandır ve almıştır herkesi sinesine; Bediüzzaman da bir bahr-i bîpâyândır, o da açmıştır gönlünü herkese. Ve her ikisi de gönüllerinin dışa aksetmesiyle, bakanlara Allah’ı (celle celâluhû) hatırlatan canlı âyetler gibi yaşamışlardır.
Kim bilir, o koca İmam-ı Rabbânî Hazretleri de Hindu bir dünyada, Brahmanist bir dünyada nice insanı karşısında dize getirmiştir büyüklüğüyle, tevazuuyla, siretinden suretine yayılan nurla ve mü’min duruşuyla. Öyle tesirli olmuş ki, şahın oğlu Âlemgir bile onun büyüsüne kapılmış. O devirde hükümdar, Sanskritçe gibi bir din teklif ediyor; yani, biraz Hinduizmden, biraz Budizmden, biraz Hıristiyanlıktan, biraz Yahudilikten ve biraz da İslâm’dan aldığı şeylerle bir bulamaç yapmak istiyor. Müslümanlara zulmediyor. Ve işte böyle bir adamın oğlu, İmam-ı Rabbânî’ye hayran kalıyor ve diyor ki, “Ya İmam, babamla alâkamı kesmeme ne dersin? İsterseniz bir daha görüşmeyeyim onunla.” O günlerde, Ekber Şah, İmam-ı Rabbânî’yi hapse atmıştır; ki bunun gibi şeylerden dolayı İslâm dünyasında ona “Ekfer Şah” derler. Hapiste olan Hz. İmam kendisine yöneltilen soru karşısında, “Hayır; o senin babandır. Kur’ân, ne olursa olsunlar valideyne iyilikle muamelede bulunulmasını emrediyor” diyor. Ve kavî imanı, aşkın heyecanı, bir de mü’mince tavrıyla o çevreyi fethediyor.
Görülüyor ki, bu insanlar kendilerini yüce hakikate bağlamış, nefislerini tamamen nefyetmiş ve yok saymışlar. Onlardaki bu adanmışlık ruhu da yeryüzündeki bütün isbatların doğmasına vesile olmuş. Onlar sayesinde insanlar her yerde Cenâb-ı Hakk’ın azametini müşahede etmişler. O büyükler birer ayna olmuş ve etraflarına sürekli rahmet tecellîleri yansıtmışlar.
Bu hal ve tavır, her devirdeki zirveleşmiş ruhların şiarıdır. Onlar, oturur, kalkar, Rabb-i Kerîm’lerini zikrederler. Her hâdise, her düşünce ve her mülâhazayı onu anmanın birer bahanesi, hattâ mukaddimesi sayar ve âdeta, kendileri olarak kendilerinden kaçar, kendilerini duymaz ve kendilerine karşı yabancı yaşarlar. İyiliklerini insanlardan saklamanın da ötesinde kendi kendilerinden saklama mülâhazaları içinde dolaşır ve vicdanlarında sürekli “araya girme”lerin ıstırabını duyarlar. Yer yer kendilerine takıldıkları olsa da, bunu bir kâbuslu rüya telâkki eder ve bir an evvel ondan kurtulma yollarını araştırırlar.
Maalesef, günümüzde İslâm’ı araştıran, dinimize sıcak bakan insanlar bize takılıyorlar. Kendimizi, Cenâb-ı Hakk’ın adını yüceltmeye tamamen adasak, dinin bir aksesuarı haline gelsek ve insanlar bize takılmasa, onların hakikatle buluşmaları daha kolay olacaktır. Ve esas olan da, aradan çekilmek, aradaki engelleri bertaraf ederek insan gönlüyle Allah’ı (celle celâluhû) buluşturmaktır. Ama biz arada olunca, düşüncelerimiz, tavırlarımız, hallerimiz araya bir engel gibi girince insanlar bize takılıyor, haylulet oluyor, husuf-küsuf yaşıyorlar.
İnsanları sıfatlarıyla, ahlâkî değerleriyle tartsalar, inanmayanların yüzü güler ve hakikî Müslümanlar mahcup duruma düşer, çok utanırlar. Çünkü inançsızlar derler ki, “Hayret! İslâm topluluğunda bile bizim sıfatlarımızdan ne kadar çok var!...” ve sevinirler bu kadar nüfuzlarına. Yalan var, dalavere var, sözünde durmama var... Yani İslâm dünyası bâtılın alfa’sı değilse beta’sı, beta’sı değilse gama’sı tesirindedir ve maalesef, Müslümanların hali iç açıcı değildir, durumumuz yürek kanatıcıdır.
Şu teessür, üzüntü ve gözyaşlarımız bizi kendimizi sorgulamaya sevk ederse, ben de abes konuşmadığıma inanacağım. Okuduğum, dinlediğim ve konuştuğum şeyler bana hayat vermiyorsa onların size tesir etmesini bekleyemem; çünkü, meyyit hayat veremez. Elinde hayat kâsesi taşıyanlar, bir ayakları her zaman Hızır çeşmesinin başında olanlardır. Onlar dipdiri oldukları içindir ki, söyledikleri her şarkıda hayat nağmesi vardır.
İşte, siz bana bir cümle söylediniz, ben de onu vesile bildim ve bir sürü baş ağrıtacak söz savurdum; fakat siz kusura bakmazsınız. “Dertli, söylegen olur” derler. İnsanın sıkıntısını, dert ve ıstırabını başkalarıyla paylaşması da bir ihtiyaçtır. Ben halimi, duruşumu, görüntümü beğenmiyorum. İstiyorum ki, halimizle yüksek hakikatlere ayna olalım. Sizlerin de benimle aynı kanaatte olduğunuzu düşünerek bu kadarcık bir dert paylaşımını mahzursuz gördüm. “Neden İslâm’a yönelme istenilen seviyede olmuyor?” mülâhazasının verdiği inkisarla nefsimi muhatap alıp dertlerimi sayıp döktüm; fakat bu arada genel durumu da arz etmiş oldum.
Hâsılı, her birimiz Rabb’imiz, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), din ve milletimiz hatrına bize bakanlara “Yalan yok çehresinde” dedirtmeli ve muhataplarımızı “Eğer bu insanları böyle yüksek bir karakter ve ahlâka ulaştıran sâik dinleri ise, onların dini de yalan olamaz” hakikatine ulaştırmalıyız.
- tarihinde hazırlandı.