Kur’ân’ın şahitleri
Kur’ân’ın kıymetini anlamak için bir de onun talebelerine göz gezdirmeli. Sahabe ve tâbiîn efendilerimizin nasıl bir ömür sürdüklerini görmeli. İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Malik, Ahmed b. Hanbel, Abdülkadir Geylânî, İmam-ı Rabbânî, Şah-ı Nakşibendî, Hazret-i Mevlânâ ve Bediüzzaman gibi Hak dostlarını büyüten, onları hüsn-ü misal yapan Kur’ân’ın mesajından başka nedir? Hadis-i şerifleri rivayet edip o bereketli sözlerin bizlere ulaşmasını sağlayan selef-i sâlihînin hayat hikâyelerine baksanız hayran kalırsınız, onları uhrevîleştiren şey Kur’ân’ın mesajı değil midir?
Onlar, sürekli Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bulunma temkiniyle yaşamışlardır. Daima, “enis ü celîs” bildikleri “Dost”la beraber bulununca da konuşmaları hep “sohbet-i yârân” olmuştur. Onun rızasından başka bir şey düşünmemiş, onun hoşnutluğuna vesile olacak meselelerden başka bir şey konuşmamışlardır.
Bu mesele, biraz iradenin hakkını vermeye; biraz Allah (celle celâluhû) tarafından konduğu yerin, konumunun farkında olmaya ve biraz da duruşu çok iyi belirlemeye bağlıdır. Hele her şeyin günlük hâdiselere bağlandığı, aktüalitenin çok öne çıktığı, insanların “Hayır, doğrusu siz şu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz, onun için ahireti terk edipdurursunuz” (Kıyamet, 75/20-21) âyetine mâsadak yaşadığı bir dönemde bizim için Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bulunma ve bunu hissetme halini yakalamak çok zordur. Bu mevzuda fikir jimnastiğimiz olmalı. Meseleler hep gelip “sohbet-i Cânân”a dayanmalı. Oturup kalkarken, dünyevî meselelerden bahsederken bile ahiret buudlu davranmalı. “Allah’ı başkalarına tanıtma ve bu vesileyle kurtulma”, yapacağımız işlerde rotayı tayin etmeli. Mesela, teknolojiden bahsederken “Bu teknoloji Rabb’imizi anlatma adına ne işe yarar? Şu ilmî inkişafı, Rabb’imizi insanlara duyurma adına nasıl değerlendirebiliriz? Uhrevî hayatımız adına interneti nasıl kullanabiliriz?” sorularının cevabı aranmalı.
Mesela, bugün, biz meşgul olsak da olmasak da internetin de bağımlıları var. Bazıları onu kendi hesaplarına, şeytanın oyuncağı gibi kullanıyor ve sürekli kötülük yayıyorlar. İnanan insan, onu da uhrevî kazanç vesilesi yapabilir. Fakat o dikkatli olur; hangi tuşa dokunacak, hangi sayfaya girecek, bunu iyi belirler. Tahminî bir tuşa dokunurken de “İnşaallah karşımıza iyi bir şey çıkar” mülâhazasıyla teyakkuzda olur. Bunlar, kalb ibresinin göstermesi gereken noktaya yönlendirilmesi açısından çok belirleyici hususlardır.
Bir mü’min, kâinattaki her şeyde Allah’ı gösteren bir işaret bulur; ona bakar, Cenâb-ı Hakk’ın izlerini görür. Bu, teknolojiyle de mümkündür. Mesela, çağın büyüklerinden birinden dinlemiştim, Hz. Bediüzzaman arabayla bir yere giderken radyoda şarkı çıkıyor. Arabayı kullanan şahıs, Üstad’ın lâubalîliğe karşı kapalı olmasına saygısının ifadesi olarak radyoyu kapatmak istiyor. Radyonun düğmesini çevirirken Bediüzzaman kendisine has edasıyla, “Dur keçeli...” diyor, “ben hava unsurunu temaşa ediyorum, havayı insanların hizmetine veren Allah’ın kudretini tefekkür ediyorum.”
Hani daha önce de çok anlattım; Alvarlı Efe Hazretleri, “Dört güzeller” türküsünü duyunca Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi hatırlayıp iki gözü iki çeşme ağlarmış. İşte onun gibi, Üstad da orada konsantre olmuş; şarkıyı değil, o şarkının ötesinde hava nimetini dinliyor, onu tefekkür ve temaşa ediyor.
Bu müthiş adamı görmeyi hepiniz gibi ben de çok arzu ederdim. Dizinin dibinde oturmayı, sohbetine ermeyi, dinlemeyi çok isterdim. Nasip... Belki bize görememenin hasret ve hicran sevabı, görenlere de huzurun insibağının sevabı yazılır.
Bazı âlim ve ârifler, etraflarındaki ulemaya göre konuşmuşlar; meseleleri onların seviyelerine göre anlatmışlardır. Bediüzzaman’a gelince, o, meseleleri herkesin anlaması için gayret göstermiş; hatta mübtedilerin ve avamın anlamasına da önem vermiştir. Kur’ân’daki, tenezzülât-ı ilâhiye ve beşerin anlayışına göre hitap esprisini örnek alan Bediüzzaman’ın bu şekildeki bir tenezzülü de onun büyüklüğüne bir kat daha büyüklük katmaktadır. Onun kolay söylenir görülen öyle ifadeleri vardır ki, bunlar tam bir sehl-i mümteni örneği, enfes beyanlardır. Mesela, Yirmiüçüncü Söz’ün beşinci noktasında şöyle diyor:
“Hem dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semerât-ı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise; o nevî dua ve ibadetin vakitleridir; o (dünyevî) maksatlar, (dua ve ibadetlerin) gayeleri değildir. Mesela; yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet halis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki güneşin gurubu akşam namazının vaktidir; güneşin ve ayın tutulmaları da küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir...”
Buradaki ubudiyeti, usul-ü fıkıhta kullandığımız “taabbudî” mânâsında anlamak gerekir; yani, çok defa mânâsını anlayamasak da Allah’ın emri olduğu için yapıp neticesini Allah’tan istediğimiz ibadetlerdir. Mesela, duada Rabb’imizden istediğimiz şeylerle onun veriş keyfiyeti arasında sebep sonuç mülâhazasına göre bir münasebet yoktur. Sebeplerle tarttığınız zaman görürsünüz ki, sizin istek ve yakarışlarınızdan bu netice çıkmaz. İşte o zaman, Allah’a güveniniz, itimadınız nisbetinde esbab üstü, doğrudan doğruya Hz. Müsebbibü’l-Esbâb’dan, Hz. Kâdiu’l-Hâcât’tan istediğinizi istersiniz; o da herhangi bir sebebe iktiran etmeden verebilir.
Çok eski yıllarda bir arkadaşımız, “Yağmursuzluk dahi yağmur duasının vaktidir” cümlesini işitince bu orijinal yoruma âdeta vurulmuştu. Evet, âdet-i Sübhânî açısından yağmurun vakti bellidir; ay ve güneş tutulmalarının vakti ve ne zaman son bulacağı çok önceden hesap edilebilmektedir. Fakat biz yine de yağmur duası yapıyor; husuf ve küsuf namazları kılıyoruz. Evet, yağmursuzluk, yağmur duasının vaktidir. Ay ve güneş tutulması da, husuf ve küsuf namazlarının vaktidir. Biz ülfetten dolayı bu ifadeleri okur geçeriz; ama Üstad Hazretlerinden başka birinin böyle dediğini de hatırlamıyorum.
Üstad yine, “Esbâba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı; müsebbebi (sonuç, netice) îcad etmek için değil, belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenâb-ı Hakk’tan istemek için bir vaziyet-i marziyye almaktır. Hatta çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır” diyor.
Biz bazen bu hâlisâne mülâhazaları koruyamıyoruz. Mesela, hekime müracaat ediyoruz, etmeliyiz de; fakat bazen şifayı sanki hekim verecek, sanki o tedavi edecek; sanki bizim derdimize aldığımız ilaç iyi gelecek gibi mülâhazalara kapılıyoruz. Oysa ki, izzet ve azamet öyle istemiş: Basit işlerde kudret-i ilâhiyenin mübaşeretinin görünmesini dilememiş. Şifayı veren Hazret-i Şâfî’dir. Cenâb-ı Allah, o ilaçla o şifa arasında bir iktiran (örtüşme) hâsıl etmiştir. Bu tevhid düşüncesi çok defa unutuluyor. Maalesef, bazen hiç farkına varılmadan zımnî bir şirke giriliyor.
- tarihinde hazırlandı.