Seviyeli Temsil
Müslümanlar, dinleri hak olmasına rağmen niçin başka devletlerden geri kalmıştır?
Evet Müslümanlar bugün pek çok sahada, bilhassa batılı ülkelerin hemen hepsinden geri kalmış durumdadırlar. Bu bir vâkıa olarak doğrudur. Bunun pek çok sebebi vardır; ama zannediyorum en başta Kur'ân'ı doğru anlayıp seviyeli temsil edememeleri gelmektedir. Daha başka sebepler üzerinde de durulabilir ama bana göre tedennî sâiklerinin başında bu gelmektedir. Allah'ın (cc) yüce kelamını ruhumuza mâl etmede, yaşamada, hayatımıza hayat kılmada gösterdiğimiz gevşeklik bugünkü durumumuzu netice vermiştir. Bir zamanlar, Kur'ân'ı olduğu gibi anlayıp tam temsil eden insanlar, dünya çapında başarılar elde edip, hemen her alanda zirveleri tutmuşlardı. Başta 4 büyük râşit -doğruyu bulmuş, doğruyla kaynaşmış ve bütünleşmiş, Allah Resûlü'nün hilâfet yanının temsilcileri- halifeler, bunların başında gelir. Daha Hz. Osman (ra) döneminde Hazar Denizi aşılmış, Amuderya'ya varılmış ve Aral gölü çevresi huzurun soluklandığı, ilmin yaygınlaştığı bir ideal bölge haline gelmişti. Bütün bu baş döndürücü gelişme ve ilerlemeler, 10-15 sene gibi kısa bir zaman içinde gerçekleşmiş oluyordu. Çünkü bu dönemde temsil vazifesi bihakkın yerine getiriliyordu. Daha sonraları Emevî-Abbasi, Selçuklu-Osmanlı gibi devletler bu süreci belli ölçüde devam ettirdiler.
Hâsılı, mesele gelip İslâm adına bilinmesi gerekli olan şeylerin bilinmesine, idrak edilmesi ve hayata geçirilmesi zarûrî olan hususların kavranıp yaşanmasına bağlanmaktadır. Zannediyorum Müslümanlar, bunları yapamamanın cezasını çekiyorlar bugün. Tarihin şehadetiyle sâbittir ki; bugüne kadar zamanın aşındırıcı dişleri arasında çiğnenmemiş ne bir millet, ne bir toplum, ne bir devlet ve ne de bir medeniyet vardır. Şimdiye kadar ne büyük devletler, ne muhteşem imparatorluklar ve ne medeniyetler o gaddâr u devvârın dişleri arasında öğütülüp gitmişlerdir de bunu kimse durduramamıştır. Evet, herkes, her toplum, her millet bir gün mutlaka mîâdını dolduracak ve yok olacaktır. İkbâlleri idbarlar takip edecek ve bir bir gelenler bir bir gidecektir. Ancak birinin talih yıldızı sönerken, bir başkasınınki parlayacak ve bu şekilde ölüm ve doğumlar birbirini takip edip duracaktır. Bu Allah'ın (cc) bir kanunudur. İnsanlar ve medeniyetler doğarlar, büyürler ve ölürler. Biz de bir mânâda, eski şartlar çerçevesinde mîâdımızı doldurmuş sayılırız.
Öte yandan; 8-10 asırdan beri, milletimiz bir kısım kâfir ve zalimler tarafından sürekli baskı altında tutulmakta ve gelişip inkişaf etmesine fırsat verilmemektedir. Evet, şu 8-10 asırlık tarihimiz itibarıyla bizler, İslâm'ı temsile çalışırken, korkunç bir taassup ve yobazlıkla gelip gelip bize toslayan bir düşman cephe vardı ki, hiçbir zaman ellerini yakamızdan çekmediler. Tek başına bir milletin bütün bunlara mukavemet etmesi ise çok zordu. Bakın, Haçlı seferleri başladığı günden itibaren, hiç durmadan gelip gelip üzerimize çullandılar. Biz 3-4 asır sürekli bunları göğüsledik. Sonra Devlet-i Âliye ile uğraşmaya başladılar; hatta onun içine sızıp bu koca milleti paramparça ederek birbirine düşürdüler.. yer yer içimize ırkçılık mülâhazaları atarak, Türk'ü Kürd'e, Kürd'ü Boşnak'a, Boşnak'ı Arnavut'a vurdurdu ve herkesi birbirinin kurdu haline getirdiler. Çekip giderken de geride bir sürü virüs bıraktılar. Bütün bu olumsuzlukları da geri kalışımızın sebepleri arasında zikredebiliriz.
Entelijansiyamızın gafleti de, geri kalışımızın önemli sebeplerinden biridir. Buna münevver körlüğü' de denebilir. Evet bir dönemde, biz de ilim, teknik ve teknoloji açısından aydınlanma mülâhazasıyla dışarıya bir hayli insan göndermişiz. Ancak gidenlerin çoğu gittikleri yerlerde mahiyet değiştirmiş, fıtrat ve karakter dejenerasyonuna uğramış, hatta bunlar arasında milletini, tebaasını değiştirenler bile olmuş.. ve sonra bu çarpık beyin gücü hiç de arzu edilmeyen bir seviyeye ulaşmış ve koskoca bir millet üç-beş maceraperestin gadrine uğramıştır.
Bu konuda Bediüzzaman'ın yaklaşımları da çok dikkat çekicidir. Onun bu konudaki düşüncelerini özetlemede yarar var: O, bizim geri kalışımız ve başkalarının ileriye gitmesini, bize ait bir kısım kusur ve seyyielere bağlar. Bunu biraz daha açalım; her mü'minin her sıfatının mü'min olması şart değildir. Bazı mü'minlerde kâfir sıfatları bulunabilir. Her kâfirin de her sıfatı kâfir olmayabilir. Bazı kâfirlerde mü'min sıfatlarının bulunması mümkündür. Meselâ tembellik bir kâfir sıfatıdır. Kahvehaneleri doldurup sabahtan akşama kadar oturmak da öyle. Sistem ve yöntem bilmemenin de mü'mine yaraşır yanı yoktur. Bir mü'min namaz kılıyor, oruç tutuyor olabilir; ama eğer o, kahvehanelerde zaman öldürüyor, sistemden, yöntemden de haberi yoksa, mü'min evsafı adına onu olumlu kabul etmemiz mümkün değildir. Allah'ın ilk emri 'Oku' (Alak, 96/1) iken, okumadan nefret etmek bir kâfir sıfatı olsa gerek...
Şimdi gelin bir kâfir düşünün ki, hayatını disipline etmiş, program altına almış ve öyle metodlu çalışıyor ki, bir dakikasını bile zâyi etmiyor. İşte bu kâfir, bir mü'min sıfatını hâiz sayılır. O, bir durakta otobüs beklerken kitap okuyorsa mü'mince bir iş yapıyor demektir. Eğer Allah (cc), insanların ihraz ettikleri vasıflara göre hüküm veriyorsa -ki veriyor- kâfirde bir mü'min sıfatı olduğu takdirde onu galip kılması âdet-i sübhâniyesinin gereğidir. Tabiî, kâfir evsafıyla ittisaf etmiş bir mü'min için de bunların aksi söz konusudur.
İkinci olarak, Bediüzzaman yaklaşık şu mütâlâayı serdeder: İnsanları hak bir hedefe götüren vesileler de hak olmalıdır. Aksi halde maksadın aksiyle tokat yenilir. Aksine eğer hakka ulaşma adına batıl vesileler değerlendiriliyorsa, meselâ, insanlara İslâm adına bir şeyler anlatalım denirken, kitle ruh hâletinden istifade etme gibi batıl bir yola tevessül ediliyor, propaganda gücüne dayanılıyor ve insanlar aldatılıyorsa, böyle bir yolda başarıların devamı imkânsızdır. Bu yüzden, Allah'a giderken, attığımız her adımın, O'nun rızası dairesinde olup olmadığına fevkalâde dikkat etme mecburiyetindeyiz.
Biraz daha açabiliriz: Birkaç asırdan beri Müslümanlar, hakka, hakikata giderken, hep batıl yolları, batıl sistemleri denemişlerdir. Allah da (cc) maksatlarının aksiyle onları sürekli tokatlamıştır. Diğer yandan Müslümanlar arasında uzlaşmacı olacağımıza hep uzaklaştırmadan yana olmuşuzdur. Hâlbuki tevfîk-i ilâhînin en büyük teminatı ve bizim Allah (cc) katında kabul gören en büyük fiilî duamız, ittifakımızdır. Hakk'ın hatırı âlîdir. Meşrep ve mizaç farklılıkları fıtratın muktezasıdır. Öyleyse hemen şunun-bunun aleyhinde olmamak ve onunla uğraşmak yerine yapılan her hizmeti alkışlamak mü'min olmanın gereğidir.
Bu konuda üçüncü husus da Allah'ın kanunlarına riâyet meselesidir. Allah'ın (cc) iki çeşit kanunu vardır. Bunlardan biri, kâinatta cereyan eden ve fizik, kimya, astronomi, astrofizik, biyoloji ve tıp gibi değişik ilimlerin esaslarını teşkil eden kanunlardır. Buna 'kâinat kitabı' da diyebiliriz. Bu kitap bir bakıma sessizdir, fakat dilinde binbir nağmenin tesiri gizlidir.
İkincisi; nebiler vasıtasıyla Allah'ın bize gönderdiği kanunlardır ki, bizde Kur'ân, diğer peygamberlerin elinde de Tevrat, Zebur, İncil gibi kitaplardan ibarettir. İşte bu iki kitabın da bilinmesi ve hükümlerine riayet edilmesi şarttır. Ekseriyet itibarıyla, kâinat kitabını okuyup değerlendirmenin mükâfatı dünyada verilegelmiştir. Kur'ân'a uymanın mükâfatı da ahirette. Binaenaleyh mü'minler, Kur'ân'ın sadece ibadet ü taata müteallik meselelerine uyuyorlarsa, mükâfatsız kalmayacaklar ama bu, ahirette olacaktır. Başkaları kâinat kitabını okuyor ve onun kanunlarına riayet ediyorsa onun mükâfatı da dünyada verilecektir. Hem dünya hem ukbâ muvaffakiyetlerine gelince; bu da her iki kitabı aynı seviyede okuyup anlamaya bağlıdır. Aslında bu iki kitap, bir hakikatın iki yüzünden ibarettir. Her ikisinde de aynı el ve aynı kudret vardır. Kâinatı, çeşitli zenginlikler ve derin muhtevasıyla bir kitap, bir meşher haline getirip önümüze seren Cenâb-ı Hak -tabir-i câizse- aynı zamanda onu bir de Kur'ânıyla seslendirmektedir. Hatta O, kâinat kitabının bir parçası olan bizleri de yine Kur'ân'la bize anlatıyor. Câzibe-dâfia, infilak, nümüvv kanunları çerçevesinde, bütün varlıkla alâkalı bize neler ve neler anlatıyor.! İşte bu iki kitaptan herhangi birindeki bir eksiklik, bize telâfisi imkansız nelere ve nelere mâl olagelmiştir...
Şimdi yeniden konuya dönelim: Bugün bazı Müslümanlar, belki Kur'ân'ın ibadet ü taata müteallik meselelerini biliyorlar ama; şeriat-ı fıtriye veya âyât-ı tekviniyeyi, yani kâinattaki câri kanunları bilemiyorlar; bilip uygulamaya koyamıyorlar. Onun için de sürekli mağlubiyet ve hezimet tokatları yiyip duruyorlar. Kâfirlere gelince, onlar Kur'ân'ın dünyaya ait meselelerini, hayata geçirebildiklerinden her zaman mükâfatlarını alabiliyorlar. Öyleyse bizler her iki kitabı da aynı seviyede, mütâlaa edip hayatımıza hayat kılmakla, hem dünya hem de ukba saadetine namzet olduğumuzu düşünce ve tavırlarımızla isbat etme mecburiyetindeyiz.
Son bir husus da, 19. asırda üst üste yaşadığımız hezimetlerdir. Evet bu yıllarda biz sürekli, içte ve dışta sırtımızdan hançerlendik ve iki büklüm olduk. Aslında bu bir bakıma Müslümanların uyanmasına vesile olmadı da değil. Müslümanlar inançlarını bütün dünya karşısında en üst seviyede temsil edecek ve dinlerini bütün dünyaya bir kere daha duyuracak kıvama gelmişti. Hâlbuki 18. asra girerken, batıdaki baş döndürücü değişmeler karşısında, insanımız şaşırıp kalmıştı. İhtişam dönemini çoktan unutmuş, millî hisleri sarsılmış ve mâzisiyle bütün bütün kopuk hale gelmişti. Dolayısıyla o günün insanı kendi çağı ile kat'iyen hesaplaşamazdı. Bize gelince, zannediyorum aynı şeyler bizler için de geçerli. Bakın 21. asrın eşiğinde bulunuyoruz ama teorik seviyede dahi olsa hâlâ kendimize ait, herhangi bir konuyla alâkalı hiçbir sistem geliştiremedik. Sağlam bir iktisadî sistem kuramadık. Pozitif ilimleri bütün bütün ihmal ettik. Bari şimdilerdeki şu kıpırdanışı değerlendirebilseydik. Gece-gündüz çalışarak, okuyarak, düşünerek ve çağı kavramaya çalışarak... Bunu başarabilirsek bir taraftan Rabbimize karşı iştiyâkımız, sevgimiz ve inancımızla kanatlanacak, diğer taraftan Allah'ın kâinat kitabı içinde araştırmalar yapıp, elde ettiğimiz neticeleri hayata geçirebileceğiz. Bunları gerçekleştirdiğimiz takdirde 21. asrı yaşadığımızdan söz edilebilir; yoksa kendi kendimizi aldatmış oluruz.
- tarihinde hazırlandı.