Musibet, Mükafat ve İnsan
'Musibet, cinayetin neticesi, mükafatın mukaddimesidir' sözü nasıl izah edilebilir?
Musibetler; insanın başına çok defa işlemiş olduğu günah, hata ve yanlışlardan dolayı gelmektedir. Kur'ân-ı Kerim'deki Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir.' 'İki ordunun karşılaştığı günde, içinizden geri dönüp kaçanları şeytan bazı günahları dolayısıyla zelleye düşürdü.' ve 'Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana isabet eden her kötülük kendindendir.' âyetleri farklı zâviyelerden bu hakikati dile getirirler.
İnsan, bizzat eliyle mübâşeret ettiği veya duygularına fısk aşılayan bir kısım düşünce, tefekkür ve tavırlarından ötürü, kendi derece ve mertebesine göre muaheze edilecektir. Bir tasavvuf büyüğü olan Muhâsibi, bu mertebelerden birincisine, kafalarından şöyle-böyle bir fenalık geçince 'büyük günah işledik' endişesine kapılıp hemen Allah'a teveccüh eden salih kulları yerleştirmiştir. Bu meselede de Ashab-ı Kiram yine zirveleri temsil etmektedir. Nitekim 'Siz içinizdekileri açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker.' âyeti nazil olunca, Sahabe adeta şok olmuş ve bu âyetin tesiri altında kalmıştı. -Zira beşeriyet icabı zaman zaman onların da kalblerinden bir duygu olarak mâlâyâniyâta ait şeyler geçebiliyordu- Daha sonra Efendimiz (s.a.s.)'in huzuruna geldiler ve 'Ey Allah'ın Resûlü! Namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellef idik. Şimdi ise bu âyet indirildi. Hâlbuki bizim buna gücümüz yetmeyecek. Her birimiz, bazen gönlünden öyle şeyler geçiriyor ki, dünyaları verseler bunların kalbinde bulunmasını arzu etmez.' dediler. Efendimiz (s.a.s.) ise onlara: 'Siz de, sizden önceki Kitap ehli gibi, duyduk ve karşı koyduk mu demek istiyorsunuz?' buyurdu. Sahabe ise, 'İşittik ve itaat ettik.' Diyerek, tazarru ve niyaz ile Allah'a dua dua yalvarmaya başladılar. İşte bundan sonra 'Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez.' Âyeti nazil oldu. Her ne kadar bu âyet, birinci âyeti neshederek, güçlerinin yetmediği ve ellerinde olmayan şeylerden dolayı mü'minlerin hesaba çekilmeyeceklerini bildirmişse de, böyle bir ufku temsil eden hassas ruhların, feyizli dimağların ve lâhutî kalblerin her zaman ve her asırda olması gerektiği de şüphe götürmez bir gerçektir.
İkincisi, fena bir fiil yapmaya karar verip daha sonra da, 'Ben bu kötü fiili yapmamalıyım. Çünkü bu, Rabbime karşı bir sû-i edeptir' diyerek ondan vazgeçen insanın metrebesidir. Bu durum, Yüce Yaratıcı'ya iman ve itminan ile lebâleb dolu bir kalbin görüntüsünü aksettirir. Zira fiil plânına gelmeden, anında müdahale edilerek yanlışlığa meydan verilmemiştir.
Üçüncüsü, kötü fiili yapmaya doğrudan doğruya teşebbüs eden, mesela hırsızlık yapmak için başkasına ait olan bir malı alan fakat daha sonra 'Rabbim bu eli bunun için yaratmadı' diyerek, o kötü fiili işlemeye başlamışken vazgeçen insanın mertebesidir. Bu da kendi dairesi içinde ayrı bir derinlik ve enginliktir.
Dördüncüsü ise toplumumuzda yaygın olarak görülen, bir menhiyatı yapıp tevbe eden, daha sonra tekrar yapıp tekrar tevbe eden insanın seviyesidir. Bu tıpkı buz üzerinde yürüyen veya uçurumun kenarında koşmaya kalkan insanın durumu gibidir ve çok tehlikelidir. Eğer böyle bir insanı inayet-i İlâhî yetişip elinden tutarak, arş-ı kemâlât-ı insaniyete çıkarmazsa, o insanın en ufak bir sarsıntıda -hafizanallah- yıkılıp gitmesi mukadderdir.
Yukarıda ifade ettiğimiz farklı merhaleler içinde sonuncusu hariç diğerlerinin başlarına gelen bela ve musibetler, onların, seviyelerine göre işledikleri günahlarına keffaret içindir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de, 'Elinize batan bir diken, bir günahınızı siler ve sizi bir derece yükseltir' buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, her musibet, bir günahın düşürülmesidir ve aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın bir mükâfatının da mukaddimesidir.
Evet, belâ ve musibetler zahirde bir kısım zararlara sebebiyet vermiş gibi görünse de, netice itibarıyla fevkalâde yararlı olduklarını söylemek mümkündür. Mesela Hz. Âdem, Allahu Teala'nın, 'Ey Âdem! Sen zevcenle birlikte cennete yerleşin. İstediğiniz şeylerden yiyin fakat şu ağaca yaklaşmayın.' demesine rağmen, Hz. Havva'nın ısrarı neticesinde memnû meyveye -o meyve ne ise- elini uzatmıştı. Cenâb-ı Hak da, bir ceza olarak, Hz. Âdem'i Havva Validemizden ayrı kalmaya mahkum etmişti. Hz. Âdem ızdırapla iki büklüm bir şekilde yıllarca tevbe ve istiğfarda bulunmuş ve neticede Erhamü'r-Rahimin'in merhametine nail olmuştu. Sadece bununla da kalmamış kâinat yüzü suyu hürmetine yaratılan İnsanlığın İftihar Tablosu'na dede olma, insanlara Allah'ın seçmiş olduğu bir peygamber olma ve sonra tekrar cennete girme gibi nimetlerle de serfiraz kılınmıştı. İşte böyle musibetlere terettüp eden bir ceza, aynı zamanda binbir hayrın mukaddimesi demektir.
Evet, başa gelen her musibeti, işlenilen bir kötülük ve günahın neticesi saymalı ve kasvet bağlamış şahsî veya içtimaî ufkun açılmasına da bir vesile telâkkî edip her lâhza Allah'a hamd edilmelidir.
Mevzuu, bir hadis-i şerifle noktalamak istiyorum: 'Müminin her hali hayırlıdır. Musibet geldiği zaman sabreder, onun için hayırlıdır. Nimet isabet ettiği zaman şükreder, onun için yine hayırlıdır.'
- tarihinde hazırlandı.