Muhammedî Ruh ve Mânâ İçinde Diyalog
Türkiye'de farklı kesimler arasındaki diyaloglarda takınılacak tavır nasıl olmalıdır?
Aslında bu soruya bir tek cümleyle cevap vermem istenseydi kendi esnekliği içinde Muhammedî ruh ve mânâya sahip olmalıyız' derdim. Yine de öyle demiş olalım; sonra anlatılan şeyler de onun tafsili sayılsın.
Kur'ân ve Sünnet'e bu zaviyeden bakınca, konuyla alâkalı birçok âyet ve hadis bulmak mümkündür. Bir insan kendini az zorlayarak, biraz dikkatlice Kur'ân âyetlerine göz gezdirse, bu mevzua esas teşkil edebilecek onlarca âyet bulabilir. Şahsen ben iddiayı sevmem.. yarım-yamalak da bir hafızlığım var.. buna rağmen müsamaha, af, diyalog ve herkese bağrını açma ile alâkalı onlarca âyeti peşi peşine okuyabilirim. İşte bu husus İslâm dininin âlemşümul özelliğini yani evrenselliğini göstermektedir.
Kaldı ki; 'İslâm' ismi, kökeni itibarıyla silmi, teslimi, emniyeti, güveni ifade etmiyor mu? Öyle ise bunları tebliğ ve temsil etmeden hakikî Müslüman olmamız mümkün değildir. Evet İslâm isminin mânâları altında herkesi kucaklama, herkese ve her şeye sevgi esası ile yaklaşmak vardır. Ama onu bu espri ile ele almaz ve öylece yaklaşmazsak, o zaman ne İslâm'ı anlamış ne de onun tebliğ ve temsilini yapabilmiş sayılırız.
Gerçi Kur'ân-ı Kerim'de başkaldıran insanlara karşı takınılması gereken tavırlar, had, kısas gibi cezaî müeyyideler vardır. Bu müeyyidelerden hareketle Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali Efendilerimiz, Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yapılagelen birçok tarihî uygulamadan bahsetmek mümkündür. Fakat biz o uygulamaları bağlı olduğu tarihî çizgiden kopararak değerlendirmeye kalkacak olursak yanlış kanaatlere varırız. O halde siyak-sibak münasebeti içinde o hadiselere bakmak ve her şeyi öylece değerlendirmek şarttır. Evet, diyebiliriz ki, İslâm'da sulh, sevgi, af, müsamaha esastır; sair şeyler ise ârızîdir.
Öte yandan; eskilerin 'evvelen ve bizzat' dediği, mükellefler için evveliyet bahis mevzuu olan konuları öne çıkarmak lazımdır. Meselâ, Cenâb-ı Hakk, sevgiye önem vermiş, kendisini seveni sevdiğini bildirmiş, en çok sevdiği insana Allah'ı seven mânâsına 'Habibullah' ismini vermiştir. Öyleyse bizim de bunu esas almamız ve ona öncelik hakkı tanımamız gerekir. Münafıklara karşı cihad, kâfirlere karşı sert davranma.. gibi hükümler yine eskilerin ifadesiyle 'saniyen ve bil'l arez'dir. Kaldı ki onlara sert davranma, mücadele etme ve gerektiği yerde öldürme çeşitli sebeplere talik edilmiştir. Şayet o sebepler sözkonusu olmazsa, hükümler de tatbik edilmeyecek demektir. Zahid-i Kevserî'nin uzun uzadıya anlattığı bir misalle konuyu az açalım; Kur'ân-ı Kerim'de zekâtın sarf mahalleri anlatılırken, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlar (müellefe-i kulûb) da zikredilir. Allah Rasulü (sav) hayat-ı seniyyeleri boyunca bu hükmü hep tatbik etmiştir. Efendimiz (sav) vefat edinceye kadar da bu hükmün neshine dair herhangi bir belge sözkonusu değildir. Ne var ki, Hz. Ömer, hilafeti döneminde, te'lîf-i kulûb için yanına gelen insanlara verilen şeyleri onaylamaz, onaylamak bir yana, ellerindeki fermanı yırtar atar. Ardından da 'eskiden İslâm zayıftı, bugün ise Müslümanlar kuvvetli ve güçlüdür. Böyle bir şeye ihtiyaç yoktur' der ve onları uzaklaştırır. Şimdi Hz. Ömer'in, Efendimiz'in uyguladığı bir hükme böyle tavır almasını aklınıza sığıştıramayabilirsiniz. Fakat İslâmî ilimler açısından meseleye yaklaşacak olursanız, Hz. Ömer (ra) Kur'ân'daki bu hükmün illetini kavramış ve ona göre hüküm vermiştir. Kur'ân ise bu yardımı kalplerin te'lîfine bağlamıştır
İşte Kur'ân-ı Kerim'deki öldürme, sürme, harb etme gibi hükümler böyle çeşitli sebeplere talik edilmiştir. O sebepler mevcut değilse o zaman yapılacak şey 'va'z u nasihattir', 'emr-i bi'l maruftur', 'kavl-i leyyindir' ve tavr-ı leyyin ile İslâm'ın güzelliklerini anlatmaktır. Bu sebepleri nazar-ı dikkate almadan, Kur'ân'ı Zahirîlerin anladığı şekliyle anlayıp, vurma, kırma, dövme diyen insanlar maalesef ne hükmü, ne hükmün menatını ve ne de İslâm'ı anlayabilmişlerdir.
Fakat sebepler tahakkuk ettiğinde, elbette o hükümlerle, hükmün menatı çerçevesi içinde amel edilecektir. Meselâ siz i'lâ-yı kelimetullah yaparken, sizi öldürmeye kalkıştılar veya çeşitli vesilelerle vatanınıza saldırdılar. Şimdi siz onlara harp ilan etmeyecek misiniz? Çanakkale'de yaptıkları gibi 'kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela' toplanıp üzerinize gelseler, siz bir köşede sus-pus oturup 'ne iyi ettiniz de geldiniz mi?' diyeceksiniz?.. yoksa, evet yoksa canınızı dişininize takıp mücadele mi edeceksiniz?
Bakın içinde bulunduğumuz dünyanın haline!.. Geçenlerde bir gazetenin verdiği bir habere göre, dünyanın 56 yerinde sıcak harp devam ediyormuş. Şu son çeyrek asır içinde, dünyaya demokrasi ihraç eden ve hümanizmi bayraklaştıran ABD, Vietnam'da, Körfez'de hep savaştı. Sudan'ı, Libya'yı terörist ilan etti. Üstelik bunları hep demokrasi adına yaptığını söyledi. Sadece ABD mi? Elbette hayır. Ruslardan, Sırplara, Fransızlardan İngilizlere uzanan çizgide halen harpler devam ediyor. O halde harbe karşı çıkmak beşerî realitelere karşı çıkmak demektir. Onun içindir ki, demokratik hak ve hürriyetlerimize dokundukları an elbette kendimizi müdafaa edecek ve gerektiğinde savaşacağız. Fakat başta da ifade ettiğim gibi bütün bunlar ârızî şeylerdir. İslâm'da esas olan sulhtür, barıştır, insanlığı sevgi ile kucaklamadır.
Sorunuzla alâkalı meselenin bir diğer yanı; diyalog içinde bulunduğumuz insanlarla, 'fasl-ı müşterek'leri artırmak ve onlar üzerinde konuşmak gerekir. Hatta konuştuğunuz, görüştüğünüz bu insanlar, Yahudi ve Hristiyanlar bile olsa, yine bu düşünce ile hareket edilmeli ve muvakkaten bizi birbirimizden ayıracak hususlar bahis mevzuu edilmemelidir. Mesela, siz onlarla Allah, ahiret konularında anlaşamadı iseniz, onlara Efendimiz'i anlatmanın bir mânâsı yoktur. Efendimiz bizim canımızdır.. O'nsuz bir hayat yerin dibine batsın! Ne var ki, O'nu anlatmada zamanlamanın çok iyi yapılması lazımdır. Bakın Kur'ân-ı Kerim kitap ehline çağrıda bulunurken diyor ki: 'Ey kitap ehli! Aramızda müşterek olan kelimeye gelin.' Nedir o kelime? 'Allah'tan başkasına ibadet yapmayalım' (Al-i İmran/64). Zira gerçek hürriyet başkalarına kulluk yapmaktan kurtulmakla gerçekleşir. Allah'a kul olan başkalarına kul olmaktan kurtulur. İşte gelin bu mevzu üzerinde birleşelim, bütünleşelim. Ve yine 'Allah'ı bırakıp da bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin' diyor Kur'ân (Al-i İmran/64). Dikkat edin! Bu mesajda 'Muhammedün Rasulullah' yok. Ve bir başka âyet; 'İman edenlere söyle; (ey Habibim) Allah'ın günlerinin gelip çatacağını ümid etmeyenleri bağışlasınlar' (Câsiye/14). Yani ahirete ve öldükten sonra dirilmeye inanmayanları bağışlasınlar. Çünkü 'Allah herhangi bir kavme ancak kazanmakta olduklarıyla mukabele eder' (Câsiye/14). Yani cezalandıracaksa, onları Allah cezalandırır ve bu mesele bizi alâkadar etmez.
Bu mevzuda bir diğer misal; Efendimiz (sav) Uhud Savaşı sonunda Mekkeli müşriklere bedduada bulunmuş, başka bir rivayette de bazen sabah namazında sesli olarak ve bazı Arap kabilelerinin isimlerini sayarak onları Allah'a havale etmiş.. zayıf rivayete göre de 'Bi'r-i Maune' hadisesinde ashabını şehid eden kabilelere 30-40 gün süreyle bedduada bulunmuştur. Ardından 'Kullarımın işinden hiçbir şey sana müessir değildir. Allah ya onların tevbesini kabul eder, yahud onları, (kendileri zalim kimseler oldukları için) azaplandırır' (Al-i İmran/128) âyeti nazil olmuştur ki, anlayana göre burada tatlı bir itab da var.. evet rakik peygamberin rakik kalbini incitmeden yapılan bir serzeniş. Yani 'Sen seni alâkadar etmeyen mevzulara ne diye giriyorsun. Halbuki bunlar seni ilgilendirmeyen şeyler.'
Buraya kadar arzettiğimiz misallerde de görüldüğü gibi, diyalog arayışları içinde en önemli mesele, fasl-ı müşterekler üzerinde durma ve konuşmadır.
Söz buraya gelmişken yıllar önce dinlediğim bir hatırayı sizlere anlatmak ve bununla mevzuya biraz daha açıklık getirmek istiyorum. Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretleri, halifelerini dünyanın dört bir yanına gönderir. Bunlardan -Şeyh İsmet Efendi olabilir- bir müridi de Isparta'ya geliyor. O, cemaate nasihat ederken, hahamlar ve papazlar da gelir dinlerler. bir gün o cematte ilmî hakikatlerin diliyle Allah'ın varlığını izah eder. Meselâ der ki, 'bir hücrede 40 bin atom vardır. İhtimal hesaplarına göre bunların böyle olabilmesi için 10 üzeri şu kadar sıfır rakamı ki, bunu okumamız mümkün değildir' veya 'güneşte saniyede şu kadar hidrojen atomu helyuma dönüşüyor. Bu ise ...' vb. misallerin bitimde 'bu bize Allah'ın varlığını göstermez mi hahambaşı?' der. Hahambaşı da onu tasdik eder. Bir başka sefer aynı şeyi papaza sorar. Papaz da 'haklısınız hocaefendi' cevabını verir. Nihayet bir seferinde Hz. Muhammed'den (sas) bahsedince haham da, papaz da 'Hocaefendi, itikadımızı bozma' diye hemen itirazda bulunurlar. Evet Efendimiz bizim canımızdır, ruhumuzdur. O'nsuz hayat batsın ve yerin dibine girsin! Ama O'nun hatırına bir şey yapıyorsak, yine O'nun hatırına zamanlamayı iyi yapmamız, neyi, nerede ve ne zaman söyleyeceğimizi çok iyi hesap etmemiz gerekir. Hâsılı; fasl-ı müşterekler etrafında dönüp durma, diyalog adına dikkat etmemiz gereken en önemli noktalardan birisidir.
Ve son bir husus; münasebette bulunacağımız kimselerle konuşacağımız şeyleri önceden çok iyi belirlememiz gerekmektedir. Meselâ bir ateiste Allah'ın varlığı mevzuunu, onun anlayabileceği bir dil ve üslupla.. kader hakkında şüphe ve tereddütleri olan veya İnsanlığın İftihar Tablosu'nun 'hâtem-i divan-ı nübüvvet' olduğu konusunda şüphesi bulunanla da o konuları çok iyi bilerek ve zamanlayarak konuşmak icap eder. Yani herkesin nabzını tutma ve nabza göre şerbet verme esas olmalıdır.
Ancak ben, içinde yaşadığımız zaman dilimi itibarıyla, akideye müteallik meseleleri müzakere etme gibi bir problemin olmadığı kanaatindeyim. Zaten genelde bütün dünyada dine doğru bir yöneliş var. Bu açıdan şimdilerde temsilin çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Evet bugün, iffetli, temkinli, tedbirli, samimi, ihlaslı, çalmayan-çırpmayan, kendini fazlaca düşünmeyen, hasbî, yaşatma zevkiyle yaşamadan vazgeçmiş, dünyevî beklentileri bulunmayan Hak erlerine ihtiyaç var. Eğer toplum bu vasıflarla bezenmiş insanları bulabilirse, temiz vicdanlar onlara doğru yönelecek ve dine sarılacaklardır. Son dönemler itibarıyla hizmet insanlarına gösterilen teveccühün arkasında bunun olduğunu zannediyorum. Rabbim sırat-ı müstakîmden ayırmasın! Âmîn!
- tarihinde hazırlandı.