Malî ve Bedenî İbadetler
Dinimizde ibadetler, esas itibarıyla iki bölümde mütalâa edilir: 1. Malî ibadetler. 2. Bedenî ibadetler. Yalnız bu taksimi, birbirinden kesin hatlarla ayrılmış, birinin diğeri ile uzaktan yakından ilgi ve alâkası olmayan bir ayrım şeklinde düşünmek doğru değildir. Belki bu ikisi birbiri ile iç içe ve omuz omuzadırlar.
Meselâ namaz bedenî bir ibadettir ama, namazı bütün bütün maddeden tecrid etmeniz mümkün değildir. Namazda zaman-mekân unsurları tamamen madde ile izahı yapılabilecek hususlardandır ki, namazın içindeki ve dışındaki şartları tetkik edildiğinde bunlar apaçık görülecektir.
Hem meselâ zekât malî bir ibadettir ama, kişinin zekât verebilecek seviyeye gelinceye kadar çarşıda pazarda çalışması çabalaması da onun bedenle olan ilgisini gösterir.
Bir de hac vazifesi vardır ki, bu da, bir yönüyle malî, bir yönüyle bedenî bir ibadettir. Hac farizasını ifada harcanacak paraları temin, işin malî cihetini teşkil ederken, uzun hac yolculuğu, tavaf, vakfe, şeytan taşlama, sa'y vs. gibi menâsik de işin bedenî cihetini teşkil eder. Oruç da bu çerçeve içinde değerlendirilebilir.
Görüldüğü gibi, İslâm'ın şartları içinde yer alan dört ana unsurun mânâ ile olduğu gibi madde ile de çok ciddî bir alâkası vardır. Dolayısıyla Allah'a karşı yapılan ubûdiyetlerin âdeta maddeden tecerrüdü imkânsız gibidir.
Bu kısa açıklamadan sonra, soruya esas teşkil eden mevzua geçebiliriz: Günümüzde, iman ve Kur'ân'a sahip çıkmada ve onu neşretme vazifesini üzerine alma konusunda çok defa madde ön plana çıkmaktadır. Meselâ, malıyla Allah yolunda mücadele etme, yani onu hak yolunda, zekât ve zekâtın ötesi hibe, vakıf, sadaka vs. şeylerle destekleme... gibi.
Yalnız burada yanlış anlamalara sebebiyet verebilecek ince ve dakik bir noktaya işaret etmek istiyorum. Allah'ın kendilerine mal mülk ihsan ettiği insanlar, zekâtlarını versinler, hatta zekâtın ötesinde ve onun çok çok üstünde infaklarda bulunsunlar, ama bedenen hizmet yolunda koşmasalar da olur demek doğru değildir. Bu konudaki mütalâalarımı farklı yerlerde ve defaatle arz etmişimdir. Yeri geldiği için kısaca tekrar etmek istiyorum:
Meselâ, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), İnsanlığın İftihar Tablosu'nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıdığında, Mekke'nin ileri gelen zenginleri arasındaydı. Vefat ettiğinde ise geride bıraktıkları hepimizin mâlumu!. Evet O, Allah Resûlü'nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıdıktan sonra, bütün mal varlığını İslâm yolunda harcamış ve bitirmişti. Ama beri taraftan da, başta hicret olmak üzere Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Tebük vs. bütün muharebelere, bütün mücahedelere bedenen de iştirak etmişti.
Görüldüğü gibi malın hepsini Allah yoluna infak etmek, bedenen yapılan mücadelelere katılmaya engel değil. Farzımuhal, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), bunlardan birisine katılmasaydı, belki de Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Tebük hareketi dönüşü, Ka'b b. Malik'e dediği şeyleri ona da diyecek, Ka'b b. Malik ve arkadaşlarına uyguladığı boykotu ona da uygulayacak ve hakkında semavî af fermanı gelinceye kadar onunla konuşmayacak, kimseyi de konuşturmayacaktı. Nereden biliyorsunuz?
Evet, başa dönecek olursak, İslâm ve Kur'ân'a hizmette bazen madde ön plana çıkar.. çıkar ama, bu mutlak bir hakikat değildir. Zamana, mekâna ve kişilerin durumuna göre değişkenlik arz eder şekilde çıkar.
Bunu böylece tespit ettikten sonra, meseleyi iki ayrı açıdan değerlendirebiliriz:
1. İnsanların az veya çok sahip oldukları maddî imkânları Allah yolunda harcamaları ve infak etmeleri.
2. Bu mevzuda yapılabilecek fedakârlığın, İslâm'ın getirmiş olduğu sınırlar içinde ele alınması.
Evet, günümüzde, mü'minler arasında çok çarpık ve çarpık olduğu kadar da yanlış bir anlayış var. Diyorlar ki: "Benim maddî imkânlarım geniş değil, servetim yok, dolayısıyla malî ibadetler, yani zekât, hibe, vakıf, sadaka vs. benim işim değil." Hayır. Bu düşünce kat'iyen doğru değil. Herkes, Allah'ın kendisine bahşettiği imkânlarla, O'nun yolunda kullukta bulunmakla mükelleftir. Öyleyse, on milyona sahip olan da, yüz milyara sahip olan da, elinde bulundurduğu meblağ içinde, Allah'ın hakkını araştırarak, halkın hakkını araştırarak infakta bulunup Rabbisinin rızasını kazanmaya çalışacaktır. Hususiyle günümüzde, Allah'ın yüce dininin yüceltilmesi ve yükseltilmesi uğrunda, bu yüce davaya inanan herkesin ama herkesin, sahip bulunduğu imkânlarla bu kervana katılması şarttır. Dolayısıyla "Şu anda fakirim, zengin olayım da, ondan sonra infak ederim." anlayışı, mü'min anlayışı değildir ve olamaz da.
Evet, Allah kendi katında amelleri değerlendirirken, onun azlığına ve çokluğuna göre değil, o işin ihlâslıca yapılıp yapılmadığına bakar. Onun için Bediüzzaman'ın ifadeleriyle "Bazen bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana racih gelebilir."
Netice itibarıyla, herkes sahip bulunduğu imkânlarla Allah yolunda seferber olmakla mükelleftir. Birinin atı vardır; o atını alıp gider ve kervana katılır; bir diğerinin atı da yoktur arabası da, o da o hâliyle orduya katılır; bir başkasının atı hatta atları yanında, birçok askerî teçhizatı vardır, o da onları alır askere gider ve hep birlikte Allah yolunda mücadele ederler. İşte bütün bunlar belki de Cenâb-ı Hak indinde atbaşı sayılabilir ve hepsi de aynı sevabı alır. Çünkü bunların hepsi sahip oldukları bütün imkânlarıyla seferber olmuşlardır.
Burada bir ayrı hususa bilhassa temas etmekte fayda mülâhaza ediyorum: Bir insanın hem çok vermesi hem de ihlâsını koruması, olabildiğine zordur.. zordur ama "meşakkat miktarınca sevap" kaidesince böyle bir davranışın sevabı da çok fazladır. Evet, maddî imkânların bir yandan refah, ferah vaadettiği, bir yandan da riya ve süm'aya kapılar açtığı bir dönemde, insanın ihlâsını, samimiyetini ve Rabbisi ile irtibatını koruması, elbette onun ecir ve sevabının da çok olmasını netice verecektir.
Meselenin diğer yanı, İslâm'ın fedakârlıklar adına getirmiş olduğu ölçü ile alâkalı idi. Şahsen ben bu mevzu üzerinde sabit bir ölçü bilmiyor ve hatırlamıyorum. Gerçi zekât ve öşür adına âyet ve hadislerle tespiti yapılan sabit miktarlar vardır.. ve bu miktarlar insanı mesuliyetten kurtaracak minimum sınırları bildirirler. Meselâ; altın, gümüş ve ticarî emtiada nisap 20 miskal altın, tarladan elde edilen ürünlerde onda bir vb. gibi. Yalnız bu miktarlar, işin minimum yanıdır ve bu, zekât veya öşür verilirken bu ilâhî kıstasların altına düşülmemesi demektir. Tıpkı namazlarda olduğu gibi...
Yani biz nasıl 5 vakit namazı 4'e, 3'e indiremiyor 6'ya, 7'ye çıkartamıyoruz; vakitlerde veya rekât adetlerinde değişiklik yapamıyoruz; aynen öyle de zekât veya öşürde de aynı şekilde anlamak mecburiyetindeyiz. İbn Mâce'nin rivayet ettiği bir hadise göre, sahibi bulunduğumuz mallar üzerinde zekâtın haricinde hak vardır ki, hadis şarihlerinin ifadelerine göre, devlet reisi ihtiyaç anında bunu teb'asından talep edebilir. Nitekim devlet ve millet bütünlüğünün tehlikeye düştüğü dönemlerde, sadece mallar değil, canlar da istenmiş ve millet seve seve bunu vermiştir. İşte bu duruma düşmemek için, malların infakı zekât miktarının çok çok üstünde olsa bile gerekiyorsa, bu mutlaka yapılmalıdır.
Bu perspektifle günümüze bakacak olursak; günümüzde din-i mübîn-i İslâm pâyimâldir... Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yâd-ı cemili unutturulmak istenmektedir.. yeryüzünde İslâm âlemi adına muvazene unsuru olabilecek şerefli, haysiyetli, ağırlıklı bir toplum yoktur. Dolayısıyla zalim güçlere, kaba kuvvetin temsilcilerine karşı Müslümanın hak ve hukukunu koruyabilecek ve onu müdafaa edebilecek seviyede güçlü bir toplumdan bahsedilemez.
İşte bütün bunlar, Müslümanın, değil malının yarısını veya hepsini, hatta canını dahi bir kesenin içine koyup mücadele ve mücahedeye atılması için yeterli sebeptir. Evet, bu gayret, Müslümanın mâkus tali'inin değişmesi, cereyan eden her şeyin Müslümanların lehine cereyan edebilmesi için yapılacak zarurî faaliyetlerdendir ve bunlar kırkta bir ölçüsünde verilecek zekât ile olacak şeyler de değildir. Onun için dava şuuruna sahip her fert, ukbâ-dünya muvazenesini çok çok iyi değerlendirip, inancı ve imanı ölçüsünde minimum zekât miktarının üstünde yapacağı infaklarla mutlaka bu kervana katılmalıdır. Hatta katılmak zorundadır. Bana öyle geliyor ki, bugün Allah adına ne verilirse verilsin, Hak katında çok hora geçecek ve bire binler sevap verilecektir.
Evet, herkes inandığı ölçüde Allah yolunda ―nefsiyle, malıyla― hizmet etmekle mükelleftir. Bunun ölçüsü de bir mânâda yoktur veya bunun ölçüsü izafîdir. Yani kim ne kadar Allah'a ve O'nun yüce adının ufkumuzda şehbal açmasının lüzumuna, Resûlullah nâm-ı cemilinin sinelerimizin dermanı olduğuna inanıyorsa, değil sadece malını, o, canını dahi verecektir.. verecek ve "Ah keşke, kırk canım olsaydı onu da verseydim!" diyecektir. Tıpkı Abdullah İbn Hüzafetü's-Sehmî gibi.
Hani, Bizanslılar onu esir edip işkencenin akla-hayale gelmeyenini tatbik ettikten sonra idamına karar kıldıklarında o ağlamaya başlar. Ona: "Niçin ağlıyorsun?" diye sorarlar. O dakikaya kadar defalarca kafasını kaynar suya sokmuşlar, atların arkasına bağlayıp sürüklemişler ve Abdullah'ın dayanıklılığı karşısında hayran olup "Keşke Hıristiyan olsa!" düşüncesine kapılmışlar.. onu çok iyi tanıyorlar, tanıyorlar ve bütün bunlara katlanan birinin ağlamasını görünce de hayrete düşüyorlar.. düşüyor da "Korkuyor musun?" diye soruyorlar. Abdullah ise:
"Hayır! Böyle bir tek canla gideceğim için üzülüyorum. Arzu ederdim ki, başımdaki saçlarım adedince canlarım olsun da, onları sevdiğim Allah ve Resûlü'nün uğrunda feda edeyim. Ama şu anda buna sahip değilim ve ben burada çok basitçe, sadece bir insan olarak ölüyorum..." mealinde sözler sarf ediyor.
Bizler de, o şanlı sahabi gibi varımızı yoğumuzu Allah yolunda infak etsek, ikame etmeyi düşündüğümüz hakikatin ikame edilmesi karşısında yine de onu az görmemiz, "Keşke başımızdaki saçlarımız adedince başlarımız olsaydı da, hepsini feda etseydik!" düşüncesine iştirak etmemiz gerekir.
- tarihinde hazırlandı.