Mukaddes çile
Kimi insan vardır, kendi bedeninin, beşerî yapısının, çoluk çocuğunun, ailevî hayatının veya akraba çevresinin başına gelen bela ve musibetlerden dolayı endişe ve sıkıntı duyar. Kimi insan da vardır, çevresiyle alâkadarlığının genişliği ölçüsünde derece derece kendi köy, nahiye, kasaba ve ülkesinde meydana gelen hâdiselerden dolayı müteessir olur. Ama kimi insan da vardır ki, nazarları her an bütün dünyaya müteveccihtir, herkesle alâkadardır ve yeryüzünde olup biten hâdiseleri, ateş nereye düşerse düşsün kendi üzerine düşmüş gibi içten içe vicdanında duyar, hisseder ve yaşar. Elbette bu seviyedeki bir endişe ve ızdırap, takdir ve tebcil edilecek mukaddes bir ızdırap ve endişedir. Ancak insan, ifrata girmemeli, kendine zarar verecek, azap edecek bir duruma düşmemelidir. Ayrıca, çekilen o sıkıntı ve ızdırap, asla iradeyi felç edecek, insanı ümitsizliğe sevk edecek, onu çaresizlik psikolojisine sürükleyecek bir noktaya gelmemelidir. Bildiğiniz üzere âlemlere rahmet olarak gönderilen, kalbi bütün insanlık için tir tir titreyen Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzudaki tebcil ve takdir edilecek hassasiyeti, vahy-i ilâhî tarafından tadil buyrulmuştur. Meselâ Kehf sûre-i celilesindeki bir âyet-i kerimede; “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin.” (Kehf Sûresi, 18/6) buyurulmak suretiyle, iltifat ve takdir edalı böyle bir tadilin yapıldığı ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun zatında ümmete ikazda bulunulduğu söylenebilir.
İnsanlığın bitişi
Bu açıdan O’nun ümmetinden olan her fert, peygamberâne bir azim, kararlılık ve kucaklayıcılık içinde başta kendi çevresi ve yakınları, ülke ve milleti olmak üzere topyekûn Müslümanları, hatta himmeti daha da âliyse, bütün insanlığı kucaklamalı ve onların ızdırap ve sıkıntılarını kendi vicdanında duyup hissetmeye çalışmalıdır. Zira günümüz dünyasında, bir baştan bir başa bütün yeryüzünde adaletsizlik, hukuksuzluk ve eşitsizlik –halk ifadesiyle– gırla gitmektedir. Açlık ve sefaletten ölüp giden, çeşit çeşit zulüm ve baskıya maruz kalan insanların hâl-i pürmelâli yürekleri parçalamaktadır. İşte bu hazin manzara karşısında olup bitenleri sinema seyrediyor gibi seyretmeme, onlar karşısında heyecan ve ızdırap duyma, insan olmanın gereğidir. Aksi ise, insanlığın bitişi, onun kaybedilmesi demektir. Şefkat Peygamberi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):
“Müslümanların dertlerini paylaşmayan onlardan değildir.” (Taberani) buyuruyor ki, konumuz açısından derinlemesine üzerinde düşünülmesi gereken bir nurlu beyandır.
Dolayısıyla dünyada olup biten hâdiseler, vicdanı bütün bütün körelmemiş her bir ferdin gönlünde endişe ve sıkıntı hâsıl edebilir. Fakat inanan bir insan, başta da söylediğimiz gibi, bu sıkıntıları duyup hissettiğinde, ümitsizliğe düşmemeli, çaresizlik duygusuna kapılmamalıdır. Bilakis Hz. Müsebbibü’l-Esbâb’a teveccüh etmeli, içini dökmeli, duaya sarılmalı, O’na yalvarıp yakarmalı ve sebepler dairesinde iradenin hakkını verme adına ne yapılması gerekiyorsa, yapabileceği her ne var ise onu yapmaya çalışmalıdır. Siz sizi bildiğiniz, ben de kendimi bildiğim günden beri, bizim dünyamız, hep bu tür ızdırap ve sıkıntılar içinde kıvranıp durmaktadır.
‘Keşke!’ ler kuşağı
Evet, bütün bunlar karşısında “Keşke olmasaydı!” deyip ızdırapla iki büklüm olduk. “Keşke, kendi insanımıza karşı bu ölçüde bir temerrüt, bir inat gösterilmeseydi. Keşke bu ölçüde bir bağnazlık ve taassup yaşanmasaydı. Keşke, düşmanlığa kilitli bazı insanlar, Anadolu insanına ve bu ülkenin evladına insafla ve önyargısız bir şekilde, bir kerecik olsun bakabilselerdi.
Evet, keşke, asırlarca hak ve adaletin temsilcisi olmuş insanımız, bugün de, şanlı geçmişinde olduğu gibi, yeryüzünde, devletler muvazenesinde söz sahibi olabilseydi. Bütün mazlum ve mağdurlara kol kanat gerebilecek bir konumu bulunsaydı. Sözüne itibar edilir, gözünün içine bakılır bir merci olsaydı.
Neden benim ülkem de, devletler muvazenesinde, bir Amerika, Çin veya Hindistan’ın yerinde olmasın? Neden dünya ekonomisini belirleyen, siyaset ve idarede söz sahibi olan, gözünün içine bakılan bir ülke konumunda bulunmasın?
İşte, bu güzel hedeflerin gerçekleşmesi istikametinde koşturup dururken, yolların tıkalı olması ve engellemelerle yüz yüze gelinmesi karşısında insanın yapması gereken, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyeti vicdanında duyması, ellerini açıp ızdırar hâliyle:
“Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyum! Senin sonsuz rahmetine itimat edip inayetine sığınıyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle baş başa bırakma.” (Nesâî) demek suretiyle gerçek havl ve kuvvet sahibine hâlini arz etmesidir. Bunu yapabildiği takdirde insan, bela ve musibetler karşısında sarsıntı yaşamaz, ye’se düşmez, yapacağı işlerden dûr olmaz ve hep Cenâb-ı Hakk’a iltica ederek, inayeti hep O’ndan bekleyerek işlerini ikmal ve itmam etmeye çalışır.
İstiğfar için önemli vakitler
Farz namazların arkasından üç kere af talebinde bulunmak sünnettir. (Müslim) İnsanın, Allah’a en yakın bir konuma ulaştıktan ve O’nun en sevdiği bir ibadeti icra ettikten sonra istiğfar etmesi şu iki hususla açıklanabilir: Birincisi, insanın kendisini namaza verememesi, ilâhî huzurun atmosferine giremeyerek hâlâ kendi dünyasında dolaşması, kendi hesaplarının arkasından koşması ki, miraç sayılan bir ibadette ortaya konulan bu tür tavırlar Allah’a karşı bir saygısızlıktır.
İkinci olarak, namaz, Cenâb-ı Hakk’a yapılan tazarru ve niyazların hora geçtiği bir mevki olduğundan, onun ardından yapılan duaların ayrı bir kıymet ve makbuliyeti vardır. Dolayısıyla böyle bir makamda Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edilip günahlardan arınma ihtiyacının O’na arz edilmesi adına üç defa “Estağfirullah” denilmesi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tavsiye edilmiştir. Bu yönüyle beş vakit namaz, istiğfar için önemli bir zemin ve fırsattır.
Kur’ân-ı Kerim’de beyan buyrulan: “Onlar geceleri az uyurlar ve seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (Zâriyât, 51/17-18) âyet-i kerimesi, istiğfar için çok önemli ayrı bir zaman dilimine dikkat çekmektedir. Öyleyse insanların uykuda olduğu seher vakitlerinde hiç olmazsa iki rekât teheccüt namazıyla Rabb-i Kerim’e karşı kulluğunu arz etme, hiç kimsenin haberdar olmadığı o dakikalarda kalkıp istiğfar etme çok önemlidir.
Öte yandan insanın kalbinin yumuşadığı, günahlarının ağırlığını içinde hissettiği ve heyecanlarının köpürdüğü zamanlar da istiğfar adına çok iyi değerlendirilmelidir. Çünkü bu anlarda kurbet esintileri var demektir.
Hata ve günahların arkasından hiç zaman kaybetmeksizin hemen Cenâb-ı Hakk’a yönelmek de istiğfar için önemli vakitlerden biri olan “hata ve günaha adım atıldığının fark edildiği ilk an”ı değerlendirmek olacaktır. Zira günah bir girdap gibidir ve aynı zamanda o, insanda bağımlılık meydana getirir. Dolayısıyla günaha dalan bir insanın ondan kurtulması kolay olmaz. Birkaç adım sonra ben de geriye dönülemeyecek bir noktaya savrulabilirim, deyip hiç vakit kaybetmeksizin içine düşülen hata ve günahtan geriye dönmek çok önemlidir.
Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, mağfiret talebi adına yukarıda belirtilen zaman dilimleri önemli bir fırsat aralığı oluştursa da, istiğfar için ille de hususî bir zaman tahsis etmek şart değildir. İstiğfarı bu vakitlerle sınırlandırmak ise kesinlikle doğru değildir. Zira insan sabah akşam, gece gündüz her zaman af talebinde bulunabilir, ömrünün her anını istiğfar adına bir fırsat olarak değerlendirebilir.
Haftanın Duası
Allah’ım! Senden bizim, inanan kardeşlerimizin ve topyekûn insanların kalplerini, imana, İslam’a, Kur’an’a, ihsan duygusuna ve Peygamberimiz vasıtasıyla bize gönderdiğin bütün hakikatlere tastamam açmanı diliyoruz. Kalplerimizi topyekûn islerden, paslardan, küçük-büyük bütün virüs ve mikroplardan arındır. Kabirlerimizi Cennet bahçeleri gibi pür-nur eyle. Bilerek ya da bilmeyerek içine düştüğümüz hatalarımızı, günahlarımızı mağfiret buyur ve tekrar onlara bulaşmak suretiyle içimizin kirlenmesine müsaade etme!
Sözün Özü
İnsan, cismaniyetine bağlı kaldığı, hayvaniyetinin güdümünde yaşadığı; yani yiyip-içip yan gelip kulağı üzerine yattığı sürece, mülk âleminin dar çerçevesi içinde sıkışır kalır; kalır da ahsen-i takvîm sırrına mazhar bir varlıkken hayvanlardan da aşağı bir duruma düşer. Fakat o, hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bırakırsa yani nefsanî, hayvanî ve cismanî kâzurattan temizlenerek Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i ilâhiye, evsaf-ı sübhaniye ve şuun-u rabbaniyesinin nurlarıyla tenevvür ederse farklı bir mahiyete erer, farklı bir mahiyet kazanır.
- tarihinde hazırlandı.