Mazeretler arkasına sığınmayan altın nesil
Soru: Müslümanlığı hakkıyla yaşayamayışımızda “Ne yapalım ki hak ve hakikatle geç tanıştık, kötü bir atmosferde neşet ettik.” türünden mazeretlerin bir haklılık payı var mıdır?
Cevap: Hususiyle şuuraltı müktesebatının oluştuğu zaman diliminde yetişme şartları çok önemlidir. Bu dönemle alâkalı kesin bir yaş sınırı belirlemek mümkün olmasa da genelde “sıfır-beş” veya “sıfır-yedi” yaş aralığı olarak ifade edilmektedir. Ancak onun izafî olarak on beş yaşına kadar devam ettiği de söylenebilir. İşte insan bu dönemde, gördüğü, duyduğu, hissettiği her şeyden; etrafında cereyan eden hâdiselerin hemen hepsinden ciddi manada tesir altında kalır, belli bir anlayışa sahip olur ve o istikamette bir şahsiyet kazanır. Dolayısıyla dinî hayatın gerçek derinliğiyle yaşanmadığı; çirkin ve yanlış davranışların yadırganıp olumsuz davranışlara karşı içten içe bir tiksinti, bir geri durup kaçınma duygusunun bulunmadığı; imrenilecek amellere karşı da ciddi bir imrendirmenin yapılmayıp salih amellere karşı iştihaların kabartılmadığı ve bütün bunları hayatlarına hayat kılıp hüsn-ü misal teşkil edecek âbide şahsiyetlerin olmadığı bir ortamda neşet eden kimseler bir yönüyle bu mazeretlerinde haklı sayılabilirler.
Fakat asla unutulmamalı ki, hakiki bir mü’min, Kur’an ve Sünnet’in beyan buyurduğu ve selef-i salihînin hâlisane temsilleriyle ortaya koydukları ideal hayat tarzını araştırır, bulur, öğrenir; öğrenir ve içinde bulunduğu ortamla, yaşamış olduğu hayat tarzıyla mukayesesini yapıp kendi durumunu sorgular. Yani mü’min, yemede, içmede, yatmada, kalkmada, Müslümanların derdiyle derdmend olmada; hâsılı hayatın her anı ve her safhasında Kur’an ve Sünnet yolunu araştırmak, selef-i salihîn çizgisini yakalamakla kendini mükellef bilmelidir. Bu gayeye hizmet etmesi yönüyle selef-i salihînin hayatlarının anlatıldığı tabakat kitapları çok önemlidir. O büyük zatların hakiki Müslümanlığı nasıl ve hangi çerçevede yaşadıklarını öğrenip anlamaya, anlayıp benliğimize mal etmeye çalışmalıyız. Bu istikamette atalarımız ve seleflerimiz olan Osmanlı’nın da bizim için çok önemli bir kaynak olduğu unutulmamalıdır.
Sahabiler, iradelerinin hakkını vermişti
Sahabe-i kiram efendilerimiz her türlü kötülük ve çirkinliğin hükümferma olduğu, insanların gırtlaklarına kadar fısk u fücura gömüldüğü bir dönemde neşet etmişlerdi. Şu an huzurunuzda o dönemin levsiyatını dile getirerek zihinleri bulandırmak istemiyorum. Ancak o altın neslin, nasıl kapkaranlık bir atmosferden sıyrılıp apaydınlık bir ufka ulaştıklarını anlama adına, müsaadenizle bir-iki hususu hatırlatayım. O karanlık devirde ahlâksızlık, cemiyeti öyle sarmıştı ki bazı evlerin kapılarına bayraklar asılıyor, oralarda bohemce bir hayat yaşanıyor ve bu durum normal karşılanıyordu. Toplum bünyesinde nesebi karışmış, babasının kim olduğu bilinmeyen bir hayli insan vardı. İffet öylesine ayaklar altına alınmıştı ki, bazı insanlar üryan bir şekilde Kâbe’yi tavaf edebiliyorlardı. İçki ve kumar hiç de ayıp sayılan şeyler değildi. Yalan, aldatma ve hile; marifet ve akıllılık sayılıyordu. Sözün özü, bütün insanî değerler tersyüz edilmiş, faziletler ayıp; ayıp ve kusurlar ise birer fazilet gibi itibar görmeye başlamıştı. İşte böyle bir toplum içinde neşet eden o insanlar, Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) insanlığa sunduğu güzellikleri gördüklerinde hemen o ışık kaynağının etrafında kümelenmiş ve bütün o çirkinlikleri, pislikleri ellerinin tersiyle iterek akılları talim, nefisleri tezkiye, kalpleri tasfiye eden birer medeniyet muallimi hâline gelmişlerdir.
Demek ki onlar, “Ne yapalım, içinde yaşadığımız toplumun hâli buydu!” diyerek mazeret üretme gibi bir yanlışlığın içine girmemiş; girmemiş ve iradelerinin hakkını vererek cahiliye bataklıklarını birer Asr-ı Saadet gülistanına çevirmesini bilmişlerdir. O zaman bizim de, “Ne yapalım, hayata uyandığımızda kendimizi bir levsiyat bataklığı içinde bulduk. Ahlâksızlık, çarşı-pazar, ev-sokak her tarafta kol geziyordu. Anne-babamız da ümmiydi. Bizi dinimizden soğutmuşlardı. İslamî terbiye alamadığımızdan biz de din ve diyanet adına birer terbiyezede olarak yetiştik.” deyip başkalarına atf-ı cürümde bulunma, eksik ve kusurlarımızı başkalarına fatura etme ve bu suretle işin içinden sıyrılmaya çalışma gibi bir yanlışlığın içinde olmamamız gerekir.
Kabir kapısı kapanmıyor
Hz. Pir, Sözler’de bu hakikati ne güzel ifade eder. Hatırlayacağınız üzere Ondördüncü Söz’ün hâtimesinde o, şöyle der:
“Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.
Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”
Evet, “zaman değişmiş, asır başkalaşmış” gibi bahaneler insanın kendi kendini aldatmasından başka bir şey değildir. Hem böyle bir aldanış –Allah korusun– ebedî bir hüsrana sebebiyet verebilir.
Annelerin yüksek fazileti
Anne, bir milleti yetiştiren ailenin en önemli unsurudur. O, İslâm nazarında o kadar mukaddestir ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Cennet, annelerin ayakları altındadır.” (İbn Mâce) buyurur. Öyledir zira anne, bir milleti yoğuran mukaddes bir el ve toplumun ilk hücresini teşkil eden yuvanın da kurucusudur; içinde cıvıl cıvıl çocukların etrafa saadet ve neş’e aksettirdikleri bir yuvanın kurucusu...
Bu yönüyle İslâm, anneye öyle yüce bir pâye verir ki, bunun ötesinde ona yeni pâyeler vermeye kalkışmak, o mukaddes varlığı hoyratlaştırmak, onun başındaki zeberced kakmalı tacı alıp yerine cam parçalarıyla süslenmeye çalışılmış bir külah geçirmek gibi olur. Kadını ve erkeği yaratan Allah (cc), onların kâmet-i kıymetlerine göre onları teçhiz buyurmuş ve istidatları (yetenekleri) açısından da verdiğini vermiştir. Kadın, maddeten zayıf ve nahiftir. Kadın, hadiselerden daha çabuk etkilenir. İşte bu tabiattaki birini, yaratılışına mülâyim gelen işlerden uzaklaştırarak onun incelik, zarafet ve saygınlığıyla telif edilemeyen işlerde istihdam etmek açıktan açığa ona bir zulümdür.
Aslında kadın dediğimiz bu nazik varlık öyle şeylerle teçhiz edilmiştir ki, bu yönüyle o, erkeğin fersah fersah önündedir. O, bir şefkat kahramanıdır; evlâtları uğrunda öyle titrer ki bu konuda erkek onunla yarışamaz. Bu durum sadece insanlık âlemine mahsus da değildir; tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı olduğu hâlde, yavrusunu köpeğin ağzından kurtarmak için çok defa kendini feda eder. İşte, bütün canlılarda yavrularına karşı Allah tarafından verilen bu engin şefkat duygusu, anneler için öyle muallâ bir sermayedir ki, bunu onun elinden alıp da ona hangi pâyeyi verirseniz veriniz, Allah’ın verdiğinin yanında çok sönük kalacaktır.
Haftanın Duası
Ey kendisinden istekte bulunulanların en cömerdi ve ey talepleri yerine getirenlerin en hayırlısı Yüce Rabb’im!.. Bilerek ya da bilmeyerek işlediğim günahlardan dolayı beni yarlığamanı ve hususi himayene, ilahî riâyetine almanı diliyorum. Sana karşı her an kulluk şuuruyla yaşayabilmenin kapısını ve ihsan sırrını benim için aç; beni peygamberlerin, sıddîkların, şehitlerin ve sâir sâlih kulların yoluna hidayet eyle.
Sözün Özü
Çehresinde pırıl pırıl bir hayâ ve davranışlarında dupduru bir samimiyet bulunan nesiller yetiştirmek istiyorsak, bedene ait arzu ve isteklerini zaruret çerçevesine hapsetmiş ve hep O’nu seslendirme, O’nunla nefes alıp-verme azmiyle gerilmiş ciddi, vakur, ağırbaşlı kimseler olmalıyız. Sonra da, maddî-manevî hiçbir şey beklemeden, dünyevî-uhrevî hiçbir sevdaya kapılmadan, en içten ve şefkat dolu bir edayla neslimize el uzatmalıyız.
- tarihinde hazırlandı.