Kur’an talebesi ve iki tehlike
Ebû Mûsâ (radıyallâhu anh) Hazretleri'nden rivayet edildiğine göre; Resul-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Saçı–sakalı ağarmış Müslüman’a, Kur’an-ı Kerim’i usûlüne uygun olarak okuyan ve gulüv ve cefâdan uzak kalan (içindekiyle amel hususunda ölçüyü aşmayan ve ondan uzaklaşmayan) insana, bir de herkesin hakkını gözetmeye çalışan âdil idareciye ikram etmek, Allah Teâlâ’ya duyulan saygı ve ta’zimden ileri gelir.”
Hamele-i Kur’an
Hazreti Sâdık u Masdûk (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Müslüman yaşlıya ve herkesin hakkını gözeten idareciye ikramda bulunmaya teşvik etmenin yanı sıra, “hâmil-i Kur’an” olan insanları da aynı çizgide zikretmiş ve onların da hürmete lâyık kimseler olduklarını belirtmiştir. Hadis-i şerifte, Kur’an ile meşgul olan bir insanın hakiki “hâmil-i Kur’an” sayılması ve ikrama lâyık görülmesi için gulüv ve cefâdan uzak bulunması gerektiği ifade edilmiştir.
Söz Sultanı’nın (aleyhissalatü vesselam) betahsis gulüvde bulunan “gâlî” ve cefa eden “câfî”yi nazara vermesinde derin manalar aramak lazımdır. Zira “gulüv”, mübalağanın şiddetli derecesinin ismi olduğu gibi, herhangi bir mevzuda galeyâna gelmek, ayaklanmak, taşkınlık yapmak ve haddi aşmak demektir. Bu itibarla da, Kur’an-ı Kerim’e çok bağlı görünen ve onu baştan sona çok iyi ezberleyen bazı kimselerin dinin diğer delillerini yok saymalarından ve dolayısıyla bir kısım yorum hatalarından kaynaklanan aşırılık ve taşkınlıkları da gulüvdür. Bir yönüyle, her şeyi Kur’an’a bağlama ama onu yorumlarken haddi aşma; Resûl-i Ekrem Efendimiz’in şerh, izah ve tefsirlerini nazar-ı itibara almama, Selef-i salihînin görüşlerine kıymet vermeme ve kuru nascılık gibi bir yolda yürüme de gulüvdür. Evet, ilk dönem itibarıyla Hâricîler, daha sonra Zâhirîler ve nihayet o cereyanların tâ günümüze kadar uzanan farklı kolları incelenecek olursa, Kur’an’ın gölgesinde ve ona bağlılık adı altında ortaya konan aşırılıkların pek çok misali görülecektir.
Kur’an-ı Kerim’e karşı cefâ
Cefâya gelince o, eziyet, işkence ve zulüm demektir; ayrıca, alâkasız kalmak, terk etmek ve unutmak manalarına gelmektedir. Bu itibarla, Kur’an’ı okumayan, okuyup da üzerinde düşünmeyen ya da okuyup düşündüğü halde onunla amel etmeyen kimse İlahî Beyan’a cefâ ediyor demektir.
Bazıları, bir ömür boyu Allah’ın kelamına karşı bîgâne yaşarlar; yaşar ve böylece Kur’an’a cefâ etmiş olurlar. Aslında, bir insan, iş-güç sahibi de olsa ve pek çok meşguliyeti de bulunsa, biraz gayret etmek ve az bir vakit ayırmak suretiyle Kur’an’ı bir ayda öğrenebilir. Heyhat ki, altmış-yetmiş yaşına ulaştığı halde, onlarca senenin sadece birkaç gününü Kelamullah’a ayırmayan ve ona yabancı olarak dünyadan çekip giden bir sürü inanan vardır. Hâlbuki bir mü’minin belli bir yaşa gelmiş olmasına rağmen, hâlâ Kur’an okumasını bilmemesi ve hele öğrenme cehdi göstermemesi Müslümanlık adına ciddi bir ayıptır.
Bazıları da Kur’an’ı öğrenirler, hatta ezberlerler; fakat sonra Mushaf’ı kaldırıp evlerinin duvarına asar ve onu yalnızlığa, kimsesizliğe, garipliğe terk ederler. Belki sadece Ramazanlarda mukabele kasdıyla onu bir aylığına kılıfından çıkarırlar ama akabinde Kelamullah’ı yeniden bir dekor malzemesi gibi kullanmaya dururlar. Hatta bu uzun fasılalardan dolayı kimileri yüzünden okumayı, kimileri de hafızalarındaki sûreleri dahi unuturlar. Onlar da bu şekilde Kur’an’a cefâ etmiş sayılırlar.
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi ekmelüttehaya) Kur’an’dan bu denli uzak yaşayanlar hakkındaki şu tehditkâr beyanı ne kadar da ibretamizdir: “Her kim Kur’an-ı Kerim’i öğrenir ama mushafı bir köşeye atar, onunla ilgilenmez ve ona bakmazsa, Kur’an Kıyamet günü o insanın yakasına yapışır ve ‘Ya Rab! Bu kulun beni terk etti; benimle amel etmedi. Aramızda hükmü Sen ver.’ der.”
Bu itibarla da, Kelâmullah’ın bir köşeye atılması, yalnızlığa terk edilmesi, sadece duvarların süsü yapılması ve yalnızca ölülere okunması revâ değildir. O, ölülerden önce diriler için kurtuluş vesilesidir. Onda ferdî ve içtimâî bütün hastalıklarımızın çaresi vardır. Onu böyle görüp böyle kabul etmemek başlı başına bir cefâdır.
Hâsılı; Kelam-ı İlâhî’den kat’iyen uzaklaşmayan, onu usûlüne göre okuyan, emirlerine uygun olarak yaşayan ve ayetleri yorumlama hususunda haddi aşmayan insan ikrama layık bir Kur’an talebesi sayılır. Ne var ki, Kur’an hakkında gulüv ve cefâdan uzak kalabilmek için, usûle riayette titizlik göstermenin yanı sıra ciddi bir teemmül, tedebbür ve tefekkürle murad-ı ilahiye ulaşmaya çalışmak gerekmektedir. Bunu yaparken de, Kur’an-ı Kerim’in sahabe tarafından nasıl anlaşıldığını ve nasıl yorumlandığını fevkalâde bir titizlikle kelimesi kelimesine tespite çalışan, muhkematı esas alarak mülahazalarını yine Kur’an ve Sünnet-i sahiha disiplinleriyle test eden, böylece Kur’an düşmanları tarafından yorum ve te’vil adına ortaya atılan muzahref bilgi kırıntılarını ayıklayan ve murad-ı İlahi’yi doğru anlayabilmemiz için harikulâde bir sa’y ü gayret gösteren Selef-i salihîn efendilerimizin müstakim çizgisinden asla ayrılmamak icap etmektedir.
Allah’ın rıza ve hoşnutluğu
Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak, bir mü’min için çok önemlidir ve onun hayatının temel yörüngesidir. Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kalp ve ruh dünyasında hissetmek ise bu büyük ideale göre ikinci-üçüncü derecede bir meseledir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda temel ölçü kabul edilebilecek bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “Allah nezdindeki değerinizin ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız Allah’ın, sizin nezdinizdeki yerinin ne olduğuna bakın!”
Bu peygamberâne ölçüye göre, hayatını Rabb’inin istediği şekilde yaşamaya çalışan, O’nun her hüküm ve icraatına rıza gösteren, gösterip bir mahbub u matlub gibi O’na tutkun bulunan, her lâhza O’nu düşünüp O’na kavuşacağı ânın özlemiyle yaşayan kimse, Allah’ın hoşnutluğuna ermiş ve O’nu -keyfiyetler üstü bir sevgiyle- seviyor demektir.
Allah’tan razı ve hoşnut olduğunu söylemesinin yanında, başına gelen kaza ve belâlara, ibadet ü taatin ağırlığına, her türlü musibete, O’nun yolunda hizmette tahammülfersâ hâdiselere ve zamanın çıldırtıcılığına karşı her şeyi gönül hoşnutluğu ile karşılayan yani Allah’a karşı tavrı hep rıza televvünlü olan birinin, Allah nezdinde karşılaşacağı muamele de rıza televvünlü olacaktır. Allah’ın bir kulundan hoşnut olmasının en büyük emaresi, o kulun, her lâhza Allah’tan hoşnut olduğunu soluklamasıdır. Her şeyiyle Allah’a teslim olmuş kimse, o ölçüde Allah tarafından da seviliyor demektir. İşte bu da, “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.” (Beyyine, 98/8) sırrına mazhariyetin ifadesidir.
Meselâ, böyle bir ufka ulaşan kişi, içine hiç sıkıntı gelmeden namaz kılabilir, en yorgun en sıkıntılı olduğu anlarında bile namaz kılmak onun için bir inşirah vesilesi sayılır. O, orucunu aynı ruh hâleti içinde tutar. Allah yolunda hizmet ederken, sahip olduğu şeylerden infakta bulunurken hep gönül rahatlığı içinde ve Hz. Rahmân’ın teveccühleriyle yüz yüzedir.
Hâsılı, kulluğa ait her şeyi gönül rızası ile yapan ve yaptıklarında da ihlâslı olan bir kimsenin “Rabb’im benden hoşnuttur.” demesinde herhangi bir sakınca yoktur.
Haftanın Duası
Allah’ım! Evvel Sen, Âhir Sen, Zâhir Sen, Bâtın Sen, her şeyin ilmi nezdinde olan yegâne Alîm de Sensin. Bahtına düştük, ne olur, Doğu ile Batı’yı birbirinden uzak tuttuğun gibi inadı, lüzumsuz yere ısrarı ve arzularına uymak suretiyle İblis ve avenesine benzemeyi de bizden fersah fersah uzak kıl. Bilerek ya da bilmeyerek işlediğimiz günahları, Senin mukaddes sevgine mazhar olmuş kullarının günahları (gibi) kabul et.
Sözün Özü
Yeryüzünde insanların huzur içinde yaşamaları ve bir evrensel barış tesis etmeleri, onların kendi aralarında merhamet ve adalet duygularını yaygınlaştırmalarına bağlıdır. Bu ölçüde evrensel bir barış ve huzuru da ancak sinelerinde adalet düşüncesinin yer aldığı, gönüllerinde merhamet duygusunun dal-budak saldığı ve haksız yere kazanılmış bir arpa tanesinin bile ötede hesabının verileceğine inanan insanlar gerçekleştirebilirler.
- tarihinde hazırlandı.