Allah karşısındaki duruşuyla mü’min
Mü’min; inanan, güvenen, emin bir geleceğe namzet olan, çevresine emniyet vaad eden ve iç içe farklılıkları bulunan özel konumlu bir âbide insandır. O, bütün bir ömür boyu her işini Allah tarafından görülüyor olma mülâhazasına bağlar ve her zaman imrendiren bir incelik ve nezaket içinde bulunur. Bu engin ve derin duyuş ve duruşuyla o, halk karşısında da Hak karşısında da hep nazik, terbiyeli, hatırnaz ve incedir. Öyle ki, hayatıyla tehdit edilse, değişik baskılara maruz kalsa ve iftiraya uğrasa da, meşru müdafaanın dışında herhangi bir kabalığa asla tenezzül etmez. Evet, o, Allah’a kul olmanın benliğinde hâsıl ettiği zarafet ve derinlikle bütün tavır ve davranışlarında fevkalâde kibar, olabildiğine temkinli, dediklerinin-ettiklerinin farkında, her konuda ciddî mi ciddî, aynı zamanda rahat, mülâyim ve herkese sinesi açık müstesna bir insandır.
Zaten o, mefkûresini ifade etmeyen her türlü plan ve projeden, netice itibarıyla Allah’a götürmeyen dağınık düşüncelerden, lağv u lehv sayılan davranışlardan ve boş lakırdı, boş mülâhazalardan uzak mı uzak; sükûtu fikir, konuşması zikir, zâhir ve bâtın hâsseleriyle hep O’na kilitli, melekler kadar teveccühü derin ve arı-duru, her zaman yüksek uçmaya hazır ve gerilimi baş döndürücü, fakat aynı zamanda kendi plan ve projelerini gaye ölçüsünde öne çıkarmayacak kadar da yöneldiği Yüce Dergâh’a saygılı, gözleri hep ufuk ötesinde, himmeti dağları delecek kadar yüce, hayatının gerçek deseni kabul ettiği inançlarını yedi cihana duyurma gayretiyle tam bir metafizik gerilim içinde, yaptığı ve yapacağı işlerin gerektirdiği nezaketin de farkında kusursuz bir basiret insanıdır.
Yetirir o dapdaracık ömrünü hem dünyayı imar etmeye hem de ukbâyı peylemeye; boşuna zayi etmez kendine ilk bahşedilen mevhibelerin en küçüğünü ve meşgul olmaz dünya ve öteler adına bir şey vaad etmeyen “mâlâyâniyât”la.. rahatlıkla bağışlayabilir kendine lütfedilenlerin bütününü Hak rızası yolunda.. bağışlar ve bir pulunun boşa gitmemesi konusunda da olabildiğine titiz davranır. Çalışıp kazanırken hak ölçülerine ve haram-helâl mülâhazalarına fevkalâde dikkat ettiği gibi, edip eylediği işlerin birer çağlayana dönüşüp ötede Cennet ırmaklarını oluşturması için de her zaman rıza hedefli, “i’lâ-yı kelimetullah” yörüngeli hareket eder, dikkatli ve hesaplı davranır; damlasını deryalara çevirme yollarını araştırır, zerre ile güneşleri peylemeye çalışır ve bir ömür boyu gelip geçici şeyleri ebedîleştirmek için çırpınır durur.
“Ben” değil, her zaman “biz”
Herkesi ve her şeyi O’ndan dolayı sever, her zaman sevgi soluklar ve çevresinde sevgiden bir atmosfer oluşturur. Koşar ağlamaları dindirir, âh u vâhları keser, ızdıraplara panzehirler çalar ve gülmeye çevirir feryad u figanları.. hamd ü senâlara döndürür çaresiz sinelerden yükselen iniltileri.. rıdvan meltemleri hâline getirir etrafta esip duran alevden fırtınaları. Âlemin inlememesi için hep inler durur ve başkalarının ağlamaması için de gözyaşlarını ceyhun eder. O kendine, başkaları için bir şey ifade etme durumuna göre değer verir ve onun nazarında “ben” değil her zaman “biz” söz konusudur. Hodgâm değil diğergâmdır; beden insanı değil bir ruh ve mânâ eridir. Çiğnetmez kalbini cismine ve ruhunu da bedenine. Peygamberâne bir iffet ve ismet peşindedir. Meşru dairenin zevk ve lezzetlerini yeterli bulma mevzuunda öyle bir disiplin kahramanıdır ki, nefis ve cismaniyetle mücadelede iradesinin hakkını vererek -Allah’ın izniyle- bir hamlede her engeli aşar ve gider ta ruhunun ufkuna ulaşır.
Gönülden O’na inanmış her mü’min, O’nun ilk armağanlarını, daha sonraki lütuflarına erme adına önemli birer vesile bilir ve değerlendirir.. ve bunlarla gerçek kimliği olan Hakk’a kulluğu, O’nun yakınlığını ve O’nun hoşnutluğunu elde etmeye çalışır. Aksine, tam inanamadığından dolayı ilk mevhibeleri görmeyen ve onları iman, mârifet ve muhabbet yolunda değerlendiremeyenler ikinci ve sermedî lütuflardan da mahrum kalırlar.
Aslında böyleleri, bütün bütün ahiret hayatlarını ihmal ettikleri gibi, dünyada da hiçbir zaman tam mutlu olamazlar; inkâr kaynaklı bir sürü problem altında hep inim inimdirler ve kat’iyen streslerden, hafakanlardan kurtulamazlar. Depresyonlar yaşar, cinnet nöbetleri geçirir, paranoyalarla kendi huzurlarını dinamitler ve öteki âlemlerin aydınlık bir koridoru sayılan bu güzel dünyayı kendileri hakkında Cehennem’e çevirirler.. Evet, bunlar, diğer insanları sevemez hatta farklı mülâhazalarla kendilerinden başka herkesten nefret eder, nefret ettiklerinden nefret görür; her zaman hırsla kıvranır durur, umduklarını elde edememenin inkisarıyla inler; ölüm korkusuyla tir tir titrer; daha çok yaşama arzusuyla nelere nelere katlanır; çok defa bu karmakarışık hislerle sıhhatlerini bozar ve zihnî teşevvüşlere girerler. Akı kara, karayı ak, iyiyi kötü, kötüyü iyi görmeye başlarlar. Kendileri gibi düşünmeyenleri düşman ve hain görür, sürekli hıyanet kâbuslarıyla yatar-kalkar ve vicdanlarındaki Cehennem zakkumundan dolayı daha Cehennem’e gitmeden Cehennem ızdıraplarıyla kıvranır dururlar.
Hakikî mü’mine gelince o, Allah’ın kendisine lütfettiği her şeyi yedi, yetmiş ve yedi yüz veren başaklara çevirir.. bunları O’na yükselmenin merdivenleri hâline getirir, Hak hoşnutluğuna (rıza ufku) ulaşmada birer rampa gibi kullanır... ve yürür Cennet mirasçılarıyla beraber inşirahla tüllenen akıbetine doğru…
Her sıkıntı, bir inşiraha gebedir
Sıkışmanın en son noktası, boşalıp rahatlamanın başlangıcıdır. Bu, fert plânından toplum plânına, makro âlemden normo ve hatta mikro âleme kadar uzanan çizgide geçerli bir prensiptir. Meselâ, arzın merkezinde olan sıkışmalar bir yönüyle nefes almayı netice vermektedir. Bu sebeple yanardağların fışkırması bir rahmettir. Çünkü sıkışma neticesiyle dışarı atılan lâvların, yerin altında kalması durumunda umumî bir tazyike sebebiyet vermeleri bir ölçüde yer kabuğunu her yandan sarsmaları demektir.
Aynen bunun gibi Allah (celle celâluhu), insanın ağız ve burnunu da böyle bir menfez yapmıştır. İnsan, bu vesileyle içindeki zehirli gazları atar ve zehirlenmeden kurtulur. Bu durumda, vücudun rahatlaması adına, ondan zararlı olan şeylerin dışarı atılması demektir. Aynı durum, kâinatta da söz konusudur. Büyük patlama ile kâinatın yaratılması, haddizatında bir nefes alma, tomurcuk gibi çiçek çiçek açma ve neticede varlığa açılmadır.
Toplumlarda vuku bulan sıkışmalar da büyük ölçüde inşirahın hazırlayıcısıdırlar. Meselâ, Allah Teâlâ, İnşirah Sûresi’nde bize Efendimiz’in (sallallâhu alehyi ve sellem), üzerinde bulunduğu ağır yük sebebiyle bir sıkıntı ve ızdırap içinde olduğunu bildirmektedir. Bunu, toplumun boşluğa açık olması ve Efendimiz (sallallâhu alehyi ve sellem)’in çaresizlik içinde kıvranması şeklinde anlamak mümkündür. Bu şiddetli sıkışma ve tazyikten sonra, Allah (celle celâluhu) bişaret esintileri ile gelen İlâhî esintilerle Efendimiz’in (sallallâhu alehyi ve sellem) sadrına inşirah vermiş ve sırtındaki yükünü hafifletmiştir.
Evet, her sıkıntı ve tazyik bir inşiraha gebedir. Hadis diye rivayet edilen fakat Sühreverdî’ye ait olduğu söylenen, ‘Karar kararabildiğin kadar, çünkü kararmanın son noktası aydınlığa açılmanın başlangıcıdır.’ sözü de bu hakikati ifade etmektedir. Ama bu, çekilen her sıkıntıdan sonra, mutlaka hep hayır doğacak demek de değildir. Çünkü hayır, hayırı hazırlayabilecek temiz ve nezih ruhların mevcudiyetine vâbestedir.
Bir toplum, içinde hayır cereyanları olduğu hâlde tazyike maruz kalmaz ise o toplumun önünde bir infilâk var demektir ve her infilâk da bir inşirahın müjdesidir.
Haftanın duası
Rabb’imiz, Senden bütün varlığı kuşatan rahmet havuzuna bizi de almanı dileniyoruz; işte kalblerimiz de bu duygularla Senin ulu dergâhına yönelmiş bir vaziyette. Bize merhametinle muamele et... Bütün günahlarımızı ve kusurlarımızı yarlığa... Ömrümüzün geri kalan kısmında da bize sıhhat, afiyet ver ve bizleri dupduru ve katışıksız salih ameller işlemeye muvaffak eyle! Mevcudatın Efendisi’ne salât ü selam ederek dualarımızı Kâbe-i Muazzama’da yapılmış dualar gibi kabul buyurmanı diliyoruz.
Sözün özü
Dünden bugüne bütün fenalar ve fenalıklar, onların daha kötüsü nazara verilerek millete kabul ettirildi. Hatta “ehven-i şer” diye alkışlattırıldı. Tıpkı “Dinsizi görünce, imansıza rahmet okuma” atasözünde olduğu gibi... Bu hain fikir hangi mel’un sistemden kaynaklanırsa kaynaklansın, inançlarımız, tarihî düşüncemiz, örf ve âdetlerimiz adına böyle bir izâfîliği mutlak bir gerçekmiş gibi kabullenip ölçü hâline getirmek, sonu gelmeyen bir soysuzlaşma ve yozlaşmaya “evet” demekten başka bir şey değildir.
- tarihinde hazırlandı.