Muhammedî Ruha Sahip miyiz?
Peygamberlerin hepsi, Cenâb-ı Hakk'ın seçkin kullarıdır.
Allah Teâlâ onları özel donanımlarıyla dünyaya göndermiş ve kendi elçiliğiyle vazifelendirmiştir. Lâkin, onların bazılarını diğer bir kısmına tafdil eylemiştir. Umumî manada ve mutlak olarak her peygamberin faziletini tesbit etmekle beraber, bazı peygamberlere öyle hususî fazîletler vermiş ve onları öyle üstün kılmıştır ki, diğerlerinin o mevzûda onlara yetişmeleri mümkün değildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hazreti İsa, Hazreti Musa, Hazreti İbrahim ve Hazreti Nuh (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüsselâm) için "Ulü'l-Azm" unvanının kullanılması da böyle bir hususiyetten dolayıdır. Şu kadar var ki, risalet tahtının sultanları olan bu en yüce peygamberler arasında dahi bir ufuk farkı söz konusudur.
Eşya ve hadiseler, Âdem Nebi'den (aleyhisselâm) İnsanlığın İftihar Tablosu'na (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar uzanan çizgide ruh, mana, idrak edilme ve yorumlanma açısından sürekli değişim geçirmiştir. Değişen şartlar her zaman farklı şekillerde toplumlara da aksetmiştir. Bundan dolayı, ayrı ayrı zamanlarda gelen peygamberlerin farklı hususiyetlerle donanmış olması gerekmiştir.
Mesela; bir dönemin şartları ve o devirdeki insanların özellikleri ancak Hazreti Nuh gibi bir resûlün gönderilişine müsait bir zemin teşkil etmişti. Bu itibarla, denebilir ki, şayet aynı dönemde risaletle görevlendirilseydi, Hazreti İsa'nın da Nuh aleyhisselamın hususiyetlerine bürünmüş olarak vazife yapması iktiza ederdi; eğer Hazreti Nuh da onun kavmine gönderilseydi, kendi tabiatının özelliklerini aşıp Mesihiyet ruhuyla hareket etmeye mecbur kalırdı. Günümüze gelinirken süratle küreselleşmeye doğru giden dünyada, bütün insanlığı kucaklayacak ve getirdiği düsturlarla kıyamete kadar beşerin ferdî, ailevî, içtimaî, idarî ve siyasî her türlü problemini çözebilecek âlemşümûl hüviyette bir peygambere ihtiyaç vardı.. ve Allah (celle celâluhu) böyle bir dönemde de o seviyede bir peygamberi, yani Nebîler Serveri Hazreti Muhammed'i (aleyhissalatü vesselâm) gönderdi.
Hıllet ve Müsamaha Yolu
Rehber-i Ekmel (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, hem Hazreti Nuh ve Hazreti Musa ile hem de Hazreti İbrahim ve Hazreti İsa ile temsil edilen meslekleri bütünüyle nazar-ı itibara alarak, kendisinin hilm, silm, mülâyemet ve müsamaha yolundakilere benzediğini ifade etmiştir.
Bu itibarla, Hazreti Rûh-u Seyyid'il-Enâm halîliyet ile mesîhiyeti cem'etmiştir. Hıllet ve müsamaha yolunu seçmiş; bu meslekte varıp zirveye ulaşmış, tahtını hullet ve şefkat ufkuna kurmuştur. Hazreti İbrahim'de bir çekirdek gibi icmalî bulunan halîliyet ve hıllet ile bir tohum misillü Hazreti Mesih'in özünde var olan mesihiyet ve re'fet, İnsanlığın İftihar Tablosu'nda ser çekmiş bir ağaca dönüşmüştür. Onlardaki hilm ve şefkatin tafsil ve inkişafı, hakikî insan-ı kâmil Hazreti Habibullah'la gerçekleşmiştir ki, işte bu habîbiyet ve hulletin unvanı Muhammedî ruhtur.
Evet, Muhammedî ruh, içten samimi bir dostluk, kardeşlik, ülfet tavrı ve ünsiyet muamelesi şeklinde tezahür eden İbrahimî ve Mesihî üslûbu özünde birleştirmiş insan tabiatıdır. Artık beşeriyetin bu karakter ve tabiattaki insanlara muhtaç olduğunu bilen Cenâb-ı Hak, evvelki iki elçisinin hususiyetlerini Allah Rasûlü'nde (aleyhi ekmelüttehaya) toplamış ve rehber-i ekmel olarak O'nu göndermiştir. Zira, Muhammedî ruhla hayatiyet kazanan insanlar, başkalarını şefkatle kucaklayacak ve onları kaçıracak davranışlardan fersah fersah uzak duracaklardır. Onlar, muhataplarını celbetme, yumuşatma ve düşündürme metodunu deneyecek; her meseleyi empatiyle değerlendirip karşıdakileri anlamaya çalışacak, böylece iç fetih dediğimiz gönüllere girmeyi başaracak, en azından herkesi bir insaf zeminine çekecek ve sonra söylemek istediklerini dile getireceklerdir. Bu suretle, hem diğer insanların ufuklarını açmış hem de onları kendilerine karşı insaflı davranmaya sevk etmiş olacaklardır.
Muhammedî ruh, şefkat ve merhametle yoğrulmuş karakter demektir. Öyle bir karaktere sahip olan insanın, başkalarının şekavetini istemesi mevzubahis olamaz. Hatta, muhatapları nasıl davranırsa davransın, onun mukabele-i bilmisil yapması, kahriyeler okuması ve lanetler yağdırması mümkün değildir. Zira, beşere bu ruhu kazandıran Şefkat Peygamberi, şahsına reva görülen işkenceler, eziyetler ve zulümler karşısında dahi insanların hidayetlerini dilemiştir. Hele kendi ümmeti söz konusu olunca, onların ebedî kurtuluşu hesabına gece gündüz dualar etmiş ve gözyaşı dökmüştür.
İşte, bizim mesleğimizin esasını da bu duygu oluşturmaktadır; bizim gözlerimizi diktiğimiz ufuk Muhammedî ruhtur. Her Kur'an talebesi ve hizmet âşığı, karakteri itibarıyla olabildiğine ince, fevkalâde narin, bir anne gibi şefkatli; hep mütevazı, mahviyet içinde, yüzü yerde ve herkesi sevgiyle kucaklamaya hazır bir insan olmalıdır. O kendi asrında Muhammedî ruhun (aleyhi ekmelüttehâyâ) izdüşümü bir varlık olmaya çalışmalıdır. Evet o, en uzaktakilere bile yakın durmalı ve meclisini, Peygamber meclisi gibi herkese açık tutmalıdır ki, can alıcı hasım ruhlar dahi ellerinde olmayarak kendilerini birden onun şefkat iklimine salıversinler.. bir kere de o atmosfere girenler artık bir daha ayrılmayı düşünmesinler...
- Peygamberlerin kiminde Allah'ın Celal sıfatı ağır basarken kiminde Cemal sıfatının daha fazla tecelli ettiğini görürüz. Efendimiz'de ise daha çok Cemal tecellisi görülür.
- Efendimiz, kendi ifadeleriyle daha çok atası Hz. İbrahim ve Hz. İsa'ya benzemektedir. Zira onlarda da hilm, silm ve şefkat daha baskındı.
- Mesleğimizin esasının, Efendimiz'in sahip olduğu ve 'Muhammedî ruh' diyebileceğimiz bu karaktere bürünmek olduğunu söyleyebiliriz.
Hüzünle Yoğrulmuş Tefekkür
Günümüzde âlem-i İslâm'ın yürek parçalayan durumu karşısında çaresizlikten dolayı hüzün duyma, Allah'a inanmışlığın, Kur'ân'a bağlı olmanın, Efendimiz'e "Muhammedün Resûlullah" demenin gereğidir.
Her mü'minde böylesi bir hüzn-ü daim olmalıdır. Zaman, gülüp oynayacak zaman değildir. Düşünün ki, bir kimse, anne ve babasını aynı günde kaybetmiş, evinde taziye ziyaretlerini kabul ediyor. Ama o, böyle bir ortamda şen şakrak, def vuruyor, gülüp oynuyor. Bu durum o insanın akılsızlığına delâlet etmez mi? Hâlbuki hâlihazırda Müslümanlığın maruz kaldığı gadirler, yıkımlar; annenin, babanın, eşin, çocukların hepsinin birden ölmesinden çok daha büyük bir felakettir. O zaman denilebilir ki hiç olmazsa günün belli vakitlerinde bu zulüm ve gadirleri mülâhazaya alıp tefekkürde bulunma, kurtuluş yolları için mahzun bir edayla Rabb'imize yalvarıp yakarma "Allah'a daha has manada inanmışız." demenin ve ihlâslılar yolunda bulunmanın gereğidir. Dolayısıyla böyle bir dönemde hüzün, o hüzne bağlı bir ızdırap, Kâbe'de yapılan dualardan daha makbuldür, denilebilir. Evet, kanaat-i âcizânemce bir kimsenin Arafat'ta el kaldırıp dua etmesinden daha büyük bir dua varsa, o da, ümmet-i Muhammed'in derdiyle kıvrım kıvrım, gece başını seccadeye koyup, "Ne olur Allah'ım, bahtına düştüm. Ümmet-i Muhammed'i bu mezelletten kurtar." diye inim inim inleyerek yaptığı duadır.
Hüzünle tefekkürün kesiştiği, iç içe girdiği konulardan biri de imanımız adına akıbet endişesi mevzuu olsa gerek. Mesela inanan bir gönül "Beni bir akıbet bekliyor ama acaba bu nasıl bir akıbet; su-i akıbet mi yoksa hüsn-ü akıbet mi? Acaba Müslümanlık adına şimdiye kadar çizgimi koruyabildim mi, bundan sonra koruyabilecek miyim?" duygu ve düşüncesi içinde bulunur. Şimdi bu düşüncedeki bir insan sürekli hüzün içinde demektir. Böyle bir hüzne karşı yapılması gerekli olan şey de tefekkür-ü daimidir. Yani o mü'min, "İman adına nasıl derinleşmeli, mârifet adına nasıl enginleşmeli, muhabbet ve zevk-i ruhanî adına Allah'la nasıl bir münasebete geçmeliyim ki su-i akıbetimi hüsn-ü akıbete çevirebileyim?" düşünceleri içinde ızdırap ve hüzünle kıvrım kıvrım kıvranınca bu durum onu tefekküre sevk edecektir. Böylesi bir tefekkür hüzün kaynaklı, hüzün televvünlü bir tefekkürdür. Onun için büyükler sabah-akşam sık sık, "Allah'ım! Yapıp edegeldiğimiz bütün işlerimizin neticesini güzel eyle! Bizleri dünyada rezil rüsva olmaktan ve âhiret azabından koru!" duasını yapmışlardır.
Haftanın Duası
Ey hem dünyada hem de ukbada bitip tükenme bilmeyen hazinelerin sahibi.. ey ihsan ve atâsıyla bütün âlemleri kuşatan yüce Rab! (Mukaddes ve bereketli) hazinelerinin kapılarını bize de aç.. teveccüh buyur ve nezdinden hususi bir nurla simalarımızı, sinelerimizi pür-nur eyle.. Sana yaklaştırmayan ve Senden uzaklaştıran masiva adına ne varsa hepsini tecellilerinin şualarıyla gönlümüzden çıkar.. çıkar ki kalbimizde sadece Senin sevip hoşnut olduğun şeylere karşı arzu ve iştiyak kalsın.
Sözün Özü
İnsan, fıtratı gereği güzel hasletlerin yanında, bir kısım kötülüklere esas teşkil edebilecek kin, nefret, adavet.. vs. vasıflarla da donatılmıştır. Bunların hepsi birden değil, bir tanesi onun benliğini sardığı an, insan artık onun ağına düşmüş ve kurtulması da çok zor demektir. Böyle bir durumda, insanın aklının, mantığının işlemesi ve başka bir şey düşünmesi mümkün değildir. Zannediyorum bu denli garizelerinin baskısı altında olan insana, ahlâk-ı seyyienin esası ve bu yönüyle insanın kupürü olan şeytan bile, teslim-i silah eder, ilişmez.
- tarihinde hazırlandı.