Kadın En Muallâ Mevkii İslam'la Kazandı
Kadın hakları konusunda söz söyleyebilecek yegâne din İslam'dır. Çünkü gerek Kur'an-ı Kerim'e, gerek Peygamber Efendimizin tatbikatına, gerekse İslam tarihine baktığımızda, fertlerin hatalarından kaynaklanan birtakım suiistimaller dışında, kadının en muallâ mevkii Müslüman toplumlarda kazandığı görülür.
Evet, İslam'da kadının diğer sistemlerde asla rastlanamayacak eşsiz bir konumu vardır. Günümüzün en modern sayılan toplumları bile, bu konuda onunla boy ölçüşemeyecek kadar geridir.
Günümüz toplumlarında kadın, belli bir özgürlüğe sahip ise de, bu, daha çok cismanî arzuları tatmin özgürlüğüdür ki, böyle bir özgürlük, gerçek insan fıtratının ve selim aklın kabul edebileceği ve herhangi bir semavî dinin makbul sayacağı bir özgürlük değildir. Son asırlarda, hassaten devletlerarası kanlı savaşların getirdiği geçim zorlukları ve ekonomik ihtiyaçların baskısı kadını iş dünyasına ve sokağa çıkmaya zorlamıştır. Bu çıkışın akabinde, kadın kendi iaşesini temin etmeye başlamış ve fert planında bir ölçüde iktisadî hürriyet elde etmiştir; fakat pek çok yerde, onun bilhassa fizikî cazibesinden faydalanmak isteyen birtakım sermaye çevreleri için istismar mevzuu bir alet haline düşmekten de kurtulamamıştır. Maalesef, kadın özellikle Batılı toplumlarda piyasaya, pazara, eşyanın malî değerine katkıda bulunduğu ve erkeklerin nefsanî arzularına hizmet ettiği nispette, dolayısıyla hayatının sadece bir anında surî ve sunî bir sevgi bulabilmiştir; ne var ki, içtimaî hayatta kerime, bacı, eş, anne ve nine olarak gördüğü ve yerini başka hiçbir şeyin dolduramayacağı muhabbet ve hürmeti büyük ölçüde kaybetmiştir. Zamanla o, bu defa da hürriyet kılıfı altında modern tekniklerle (!) sömürüldükçe sömürülmüş, çoğu insanî haklarından mahrum edilmiş ve karanlık çağlardakine denk bir istismarın kurbanı haline gelmiştir.
Aldatan Havva imajı ve ilk günahın vebalinin kadına yüklenmesi, Batılı toplumlarda, asırlar boyu kadın hakkında çok olumsuz yorumlara sebebiyet vermiştir. Bu çarpık anlayıştan dolayı, kadın güvenilmez, doğrudan muhatap kabul edilmez, ikinci sınıf bir varlık konumuna itilmiş; âdet hali, hamilelik ve çocuk doğurma, onun ebedî suçuna bir ceza olarak telâkki edilmiştir. Oysa İslam'ın kadına bakışı, erkeğe bakışından hiç farklı değildir. Kur'an'ın ifade ettiği yaratılış keyfiyeti, önce Hazreti Âdem'in, daha sonra da ondan, onun mayasından eşinin yaratılması şeklindedir. Kur'an'ın tasviri, kadın-erkek ayrımı yapılmadan her ikisinin de insan olduğunu hatırlatmaya ve bu iki varlığın birbirini tamamlayıcı önemli birer fenomen olduklarını nazara vermeye matuftur. İslam'a göre, kadın ve erkek arasında bir kısım farklılıklar bulunsa da, bunlar pek çok maslahat için planlanmış özel bir dizaynın neticesidir; fakat aralarında ontolojik bir farklılık kat'iyen söz konusu değildir.
İki Ceset Bir Ruh
Allah kadını başka değil, erkeğe eş olarak yaratmıştır; bu itibarla, o onsuz olamaz, o da onsuz olamaz. Alvar İmamı'nın ifadesiyle, Hazreti Âdem Cennet'te de bulunsa Havva'sız olduğu dönemlerde hicran içinde yaşamıştır; şayet başta Havva yaratılsaydı, bu defa da o, Adem'sizliğin hicranını yaşayacaktı. Çünkü, yaratılış itibarıyla, Âdem Havva'sız, Havva da Âdem'siz olamazdı. Onlar, iki ceset, bir ruh gibiydiler ve bir hakikatin ayrı ayrı iki yüzünü temsil ediyorlardı.
Evet, nasıl ki, pozitif negatife, elektron protona, gece gündüze, yaz kışa, yeryüzü gökyüzüne muhtaçtır; aynı şekilde erkek kadına, kadın da erkeğe muhtaç olarak halk edilmiştir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: "Kadınlar erkeklerin yarısıdır." Bu itibarla, insan olma yönüyle kadın ve erkek eşit yarımlardır; fakat hiçbir zaman biri diğerinin aynı değildir. Bunların fıtratlarında, fizikî donanımlarında, ruh dünyalarında ve psikolojik yapılarında bir kısım farklılıklar mevcuttur; ama ne erkek kadının biyolojik olarak daha olgunlaşmış bir şeklidir, ne de kadın erkeğin az gelişmiş bir tipidir. İkisi de müstakil birer insandır ve bunlar birbirine muhtaçtır.
Bu müstakim anlayışa uygun olarak, Devr-i Risalet Penâhî'de, kadın hak ettiği yüksek mevkiye yükseltilmiş, ona tabiatına uygun işler tevdi edilmiş ve onun toplum içindeki hayatî konumu yeniden ortaya çıkartılmıştır. Hem de bu büyük inkılâp, dünyanın vahşet içinde yüzdüğü ve kadının insan olup olmadığının, ruhu bulunup bulunmadığının tartışıldığı karanlık bir dönemde yapılmıştır. Bununla beraber, kadınlar erkeklerin mesul sayıldığı bazı mükellefiyetlerden sorumlu tutulmamışlardır. Onların, bir kısım mükellefiyetlerden muaf olmaları da, kadınların eksik görülmesinden ve onlara bazı nakîseler isnad edilmesinden kaynaklanmamıştır. Aksine, taife-i nisanın erkeklerin sorumlu olduğu kimi mükellefiyetlerden mesul tutulmamaları rahmet-i ilahiyenin neticesi ve onlara merhametin ifadesidir. Bu rahmet tecellisi de şu temel espriye dayanmaktadır: Kadın, erkeğe kıyasla daha çok şefkatli ve pek merhametlidir. Ondaki engin şefkate bir iltifat olarak, yegâne merhamet sahibi Rahman ü Rahîm, ilahî rahmetinin bir tecellisine daha kadını mazhar kılmış ve onun bazı mükellefiyetlerini kaldırmıştır.
- Gerek Kur'an-ı Kerim'e, gerek Peygamber Efendimiz'in tatbikatına, gerekse İslam tarihine baktığımızda, kadının en muallâ mevkii Müslüman toplumlarda kazandığı görülür.
- Günümüz toplumlarında kadın, belli bir özgürlüğe sahip ise de, bu, daha çok cismanî arzuları tatmin özgürlüğüdür ki, makbul sayılacak bir özgürlük değildir.
- Kadınların bir kısım mükellefiyetlerden muaf olmaları, onların eksik görülmesinden kaynaklanmamıştır. Aksine, bu durum onlara rahmet-i ilahiyenin bir neticesidir.
İfratlar-tefritler Arasında Kadının Yeri
İslam'a göre kadının dünyadaki rolü sadece evinin işleriyle meşgul olmak ve çocuk büyütüp yetiştirmekle sınırlı değildir.
Aslında o, fıtratına ters düşmemesi ve dini hassasiyetleri gözetmesi kaydıyla, toplumun hemen her alanında kendi üzerine yüklenen vazifeleri yapmakla ve içtimaî hayatta erkeğin elinin yetişmediği yerlere uzanıp oradaki eksiklikleri tamamlamakla mesuldür. Fakat maalesef, bu gerçek zamanla Müslümanlar arasında dahi göz ardı edilmiş ve kaba bir anlayış, hoyrat bir düşünce kadın ve erkeğin birbirine yardımcı olmalarına dayalı bu sistemi bozmuştur. Onun bozulmasıyla da hem aile düzeni hem de içtimaî nizam bozulmuştur.
Fakat bu husustaki düşünce kaymalarının ve inhirafların müsebbibi -hâşâ- Din-i mübin değildir; hata, onu yanlış yorumlayıp yanlış uygulayanlara aittir. Tatbikattaki bu hataların da mutlaka düzeltilmesi lazımdır. Ne var ki, bu mevzudaki yanlışlıklar düzeltilirken mesele feministlerin arzu ettiği şekilde ele alınırsa, bu defa yine denge bozulacak ve ifratları tefritler takip edecektir. Mesela; kadını sadece çocuk yapan bir obje kabul etmek ve onu bir çocuk fabrikası gibi görmek ne kadar çirkinse ve ona karşı saygısızlıksa, kadının tenasüle baş kaldırması ve bir makine olmadığını göstermek için çocuk edinmekten kaçınması da o kadar fıtrata terstir ve yakışıksızdır. Evet, kadın, bulaşık bir kap olmadığı gibi, yeri de sadece bulaşık kapların bulunduğu mutfak değildir; fakat yemek, çamaşır, bulaşık, temizlik gibi ev işleriyle hiç alâkasının bulunmadığını iddia eden ve yuvayı bir aşhaneye, bir yatakhaneye çeviren kadın da çocuklarına iyi bir anne, iyi bir muallim ve iyi bir mürşide olmaktan çok uzaktır.
Diğer taraftan, kadını maden ocaklarındaki gibi çok ağır şartlar altında çalıştırmak da zulümdür. Sırf erkeğe eşit olduğu iddiasıyla, kadının, yaz günü sıcakta tırpan sallama, tırmık çekme, dövenlerin üzerinde iş görme, ya da sınırda terörist gözetleme, eşkıyayı takip için mağaralarda yatıp kalkma gibi ağır mesuliyetler altına itilmesi insan tabiatına terstir, zalimane bir işkencedir; kadınlığının hususiyetlerini görmezlikten gelme ve fıtratın kanunlarıyla çatışma demektir.
Bu itibarla, İslam'a göre, kadını eve hapseden ve onu içtimaî hayattan bütün bütün uzaklaştıran anlayış kat'iyen doğru değildir; kadın, fizyolojisi ve psikolojisi nazara alınmak kaydıyla, herhangi bir işte çalışabilir. Fakat hem kadın hem de erkek hayatın bir paylaşımdan ve iş bölümünden ibaret olduğunu bilmeli ve her biri kendi fıtratına uygun işleri yaparak diğerine yardımcı olmalıdır.
Haftanın Duası
Ulu dergâhına teveccüh eden gönülleri asla mahzun bırakmayan, semalara doğru açılan elleri hiçbir zaman boş çevirmeyen âlemlerin Rabbi Allah'a sonsuz hamd ü sena; O'nun mustafa, mücteba ve murtaza kulu Hazreti Muhammed'e, âline ve ashabına salât ü selam ediyor, bir kez daha rahmeti sonsuz Mevla'mıza yöneliyoruz: Allahım!
Bahtına düştük, ne olur, Doğu ile Batı'yı birbirinden uzak tuttuğun gibi, inadı, lüzumsuz yere ısrarı ve arzularına uymak suretiyle İblis ve avenesine benzemeyi de bizden fersah fersah uzak kıl. Amin...
Sözün Özü
Salât u selâm, Allah Resûlü (sas) hakkında Cenâb-ı Hakk'a yapılan bir duadır.
İnsanlığın İftihar Tablosu da; 'Yanında adım anıldığı hâlde bana salât u selâmda bulunmayanın burnu yerde sürtülsün.' ifadeleriyle bu konuda bizzat kendisi tahşidatta bulunmuştur. Salât u selâm getirirken, bir taraftan nâm-ı celîl-i Muhammedîyi yâd etmek, beri taraftan da, bir İmam-ı Rabbânî, bir Üstad Bediüzzaman edasıyla, her zaman değişik tazimat ve tekrimâtla hislerimizi ifade etmek ve böylece O Zât'ı içimizde daima taze tutmak ise, O'na karşı ayrı bir vefa borcudur.
- tarihinde hazırlandı.