Çarşı-pazardan nebiler-sıddıklar safına
Medîne'nin Gülü Varlığın Özü Efendimiz, kalbi zühde göre programlandığı için fakirlerden fakir yaşamayı tercih etmiş ve ömrünü hep zâhidâne geçirmişti.
Zira O, ümmetine ve hususiyle de irşad erlerine misal olma mevkiinde idi. O, böyle davranmakla hem tebliğ ve temsil vazifesinin dünyaya alet edilmemesi gerektiğini eşsiz yaşantısıyla göstermiş, hem bu yüce vazifede "Benim mükafatım ancak Allah nezdindedir." diyen bütün peygamberlerin duygularını yeniden seslendirmiş hem de Kur'an hadimlerine bir örnek, bir rehber olma sorumluluğunun hakkını vermişti. Bundan dolayı, hayatını en fakirane bir çizgide sürdürmüştü.. sürdürmüştü ama ümmetinin fakr u zaruretine asla razı olmamış; ashabını çalışıp kazanmaya, güçlü bir toplum meydana getirmeye teşvik etmiş ve onları el açan değil, el uzatan insanlar olma ufkuna yönlendirmişti.
İşte, zühdün ferde ve topluma bakan yanlarını tefrik edemeyen, takva ile alakalı hakikatleri ve incelikleri kavrayamayan bazı kimselerin ticareti, çok çalışıp çok kazanmayı ve zengin olmayı gereksiz, hatta zararlı görmelerine karşılık, Allah Resûlü, "Sadık ve emin tacir; şehitlerle, sıddıklarla ve nebilerle beraberdir." diyerek, bir manada müminleri ticarete teşvik etmektedir. Şu kadar var ki, Allah'ın en sevgili kullarıyla beraber haşredilmesi için ticaret adamının mutlaka doğru, dürüst ve güvenilir bir insan olması gerektiğini de nazara vermektedir.
Evet, İslam'ın ticaret ahlakını esas alan bir tacir, dürüstlüğü, doğru sözlülüğü ve güvenilirliği ile muhatabına güven vermelidir. Müşterinin bilgisizliğini, gafletini ve ihtiyaç içinde olmasını suiistimal etmemeli ve asla kimseyi aldatmamalıdır. Hatta aldatan ve kandıran bir insan olmayı, İslam dairesinin dışına çıkma gibi saymalı ve böyle bir akıbetten ürkmelidir. Evet, mümin aldansa da aldatmaz. Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, bir satıcının, ıslandığı için tartıda normal ağırlığından daha fazla gelen bir miktar buğdayı satmaya çalıştığını görünce, "Niçin ıslak tarafı halkın görebilmesi için üste getirmedin?" diyerek onu ikaz ettikten sonra, "Bizi aldatan bizden değildir" buyurmuş; kusurlu bir malı, ayıbını söylemeden satmanın bir Müslüman'a yakışmayacağını ve ondan gelen paranın da helal olmayacağını belirtmiştir.
Mahşerde nebilerle beraber olacak tacirin en önemli vasfı sıdktır. Yalan söylemek ve hele yalan yere yemin etmek büyük günahlardandır. Allah Teâlâ, çok küçük menfaatler elde etmek için Nam-ı Celîl'ini kullananların ve yeminler ederek insanları aldatanların ötede yüzlerine bakmayacaktır. Bu hakikati dile getiren Resûl-i Ekrem Efendimiz, "elbisesini yerlerde sürüyerek kibirle yürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek malını fahiş bir fiyatla satmaya çalışan" kimselerle Cenâb-ı Allah'ın konuşmayacağını, yüzlerine rahmet nazarıyla bakmayacağını ve onları can yakıcı bir azapla cezalandıracağını haber vermiştir.
Ticaret erbabı için en az sıdk kadar önemli olan emniyet vasfı, alışverişte âdil davranmayı, ölçü ve tartıyı tam yapmayı ve hileden uzak durmayı gerektirmektedir. Kur'an-ı Kerim, geçmiş toplumların gerileyiş, çöküş ve yıkılış sebepleri arasında ölçü ve tartıda haksızlık yapmalarını da saymakta; mesela, Hazreti Şuayb'ın peygamber olarak gönderildiği Medyen ve Eyke halklarını helâke götüren sebeplerden birisinin de ölçü ve tartıda hile yapmaları olduğunu hatırlatmaktadır.
Diğer taraftan, ticaret akdinde bulunan hiç kimsenin aldatılmaması için dinimizin emirleri istikametinde bir dizi tedbirler tavsiye edilmiş; mesela, alışveriş ve borçlanma anlaşmalarının kayıt altına alınması gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca bir ticarî malı pahalanması gayesiyle stoklayıp daha yüksek bir fiyatla satmak için piyasaya arzını geciktirmek anlamına gelen "ihtikâr" ve gerçek alıcı olmayan bir kimsenin satış bedelini artırmak maksadıyla fiyat yükselterek müşteri kızıştırması diyebileceğimiz "neceş" gibi haksız rekabet çeşitleri de yasaklanmıştır. Dolayısıyla, bir tacirin, yukarıdaki hadis-i şerifin şemsiyesi altına girebilmesi için ticaretteki bu türlü gayr-i meşru muamelelerden de kaçınması gerekmektedir.
İradenin hakkını ver
Evet, bazı kimseler cismanî arzuları ve şehevanî duygularının altında kalır ve aldanırlar. Bazıları rahat-rehavet, yurt-yuva ve ev-bark gibi dünyalıklara takılır, yolda kalırlar. Diğer bazıları da dünyaya bütün bütün meftundurlar; mala-mülke, servet ü sâmâna asla doymaz ve hep daha çok zenginlik arzularlar. Bu arzularını gerçekleştirmek için de her türlü gayr-i meşru işlere bile tevessül eder ve burası adına art arda yatırımlar yaparken ahiret hesabına sürekli kaybederler. Sadık, iffetli ve helâlinden kazanan bir ticaret adamı ise pek çok insanın ayağının kaydığı bu hususlarda temkinli davranır, kaygan zeminleri dikkatli adımlar ve hep ahiretin yamaçlarını düşünerek hileden, yalandan, müşteriyi kandırmaktan ve haksız kazançtan ısrarla uzak kalır. Çarşı pazarda cirit atan binlerce şeytanın hücumlarına rağmen, haram-helâl mülâhazasına bağlı olarak alışveriş yaptığı sürece, işinin başında geçirdiği ve geçireceği dakikalar da ibadet sayılır.
İşte, bu kayma noktalarında iradesinin hakkını verip mümince duruşunu koruyabilen ve kendini zorlayarak istikamet çizgisinde işini devam ettirebilen sadık ve emin bir tacir, buradaki cehd ü gayretine ve halis niyetine mükafat olarak ötede nebîlerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraber haşrolur. Böylece o, ticaretten vazgeçmediği ve dünyayı ihmal etmediği gibi ahiretine de gereken ehemmiyeti göstermiş ve ebedî saadete vesile uhrevî ücretini de elde etmiş olur. Zaten, bir açıdan sırat-ı müstakim; dünyayı ihmal etmemenin yanında, insanın kendisini ve ahiretini de gözetmesinin farklı bir ismidir.
- Efendimiz, kalbini zühde göre programlamış, fakirlerden fakir yaşamayı tercih etmiş ve ömrünü hep zâhidâne geçirmiş ama ümmetinin fakr u zaruretine asla razı olmamıştı.
- Dünyayı ihmal etmediği gibi ahiretine de gereken ehemmiyeti gösteren sadık tacir, ahirette nebilerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraber haşrolunacaktır.
- Mahşerde nebilerle beraber olacak tacirin en önemli vasfı doğruluktur. Allah, Nam-ı Celîl'ini gereksiz yere kullanıp yemin edenlerin ötede yüzlerine bakmayacaktır.
Zühdün Ömer'cesi
Mevlânâ Şiblî'nin anlattığına göre; Hazreti Ömer (radiyallahü anh), dört bir cephede hasımlarıyla hesaplaşırken, onca at ve onca deveyi harp meydanına sevk ediyor ama bununla beraber harbe iştirak etmeyen binlerce atı da hazır bekletiyordu.
Meselâ, Medine civarındaki çiftliklerde savaşa hiç katılmamış asil Arap atlarından tam kırk bin tane, Suriye civarında da yine aynı sayıda at besleniyor ve yedekte tutuluyordu. Fakat, milletinin selameti ve istikbali için askerî gücünü bu denli kavî tutan ve o büyüklükte bir sermayeye sahip olan Seyyidina Ömer, günde belki sadece bir defa ekmeğini zeytin yağına banıyor, yiyecek olarak onunla iktifa ediyordu.Adalet timsali Ömer Efendimiz, bir gün hanımının, saçlarına zeytin yağı sürmüş olduğunu görüyor. Saça sürülen zeytin yağı kaç para eder! Fakat bu, Ömer hassasiyeti.. sormadan duramıyor: "O zeytin yağını nereden aldın?" diyor. Hanımı, "Hani, fakirlere yağ dağıtmak için kullandığın kazanlar vardı ya.. işte onlardan biri henüz yıkanmamıştı; o kazanın dibinde kalan yağı kullandım." cevabını veriyor. Hazreti Ömer, bu cevaptan hiç memnun olmuyor ve "Millete ait zeytin yağını nasıl kullanabiliyor, onu saçlarına ne hakla sürüyorsun?" diyerek bu hoşnutsuzluğunu dile getiriyor. -Milletin malını "hortumlayıp" duran modern kırk haramilerin kulakları çınlasın!..-
Tertemiz yaşantısıyla ilk halifelere ve hususiyle de adaletin temsilcisi Hazreti Ömer'e çok benzeyen Ömer bin Abdülaziz de, ekonomisi ve siyasi istikrarı bozulmuş bir devletin başına halife seçiliyor. Allah'ın izni ve inayetiyle, iki buçuk senede başkalarının otuz yılda yapamayacakları hizmetleri yapıyor. Öyle ki, onun icraatları neticesinde Türkiye'den kat kat büyük bir devletin hazinesi dolup taşıyor. Bir gün, maliye nazırı gelip "Efendim, hazinemiz haddinden fazla dolu; harcamalarımızın çok üstünde gelirimiz var. Bu imkânı nasıl değerlendirmemizi istersiniz?" deyince, "Halka zekât dağıtın ve muhtaç kimse bırakmayın." diyor. Bir süre sonra maliye nazırı tekrar gelip "Efendim, neredeyse herkes zekât verecek hale geldi ama hâlâ fazlamız var; yapmamızı istediğiniz bir iş varsa emrinize amadeyiz!" diyor. Ömer bin Abdülaziz, "On beş yaşına girmiş, rüşt çağına ermiş herkesi evlendirin; gençlere ev kurmalarında yardımcı olun." mukabelesinde bulunuyor. İşte, ülkesini ve halkını öyle bir zenginlik ve refah seviyesine yükselten insan, kendi adına ise zühd yolunu tercih ediyor. Velid, döneminde on bin dinar maaş alan halasının tahsisatını bile kesiyor ve "Halacığım! hak ettiğimiz kadarını alalım, gerisi bize haram olur" diyor. Sonra da her zaman yaptığı gibi kalkıp biraz zeytin yağı biraz da ekmek getiriyor ve "Halacığım yemek istemez misin?" diyor, ekmeği yağa banıp yiyor. İşte, bu sayede tefessüh etmek üzere olan bir toplumun bağrında yeniden zühd anlayışını, Muhammedî bir ruh kazanma düşüncesini yeşertiyordu.
Haftanın Duası
Ey rahmetiyle bütün mevcudatı kuşatan Rabb'imiz! Bize ve bütün Müslümanlara merhametinle muamelede bulun.. Sana uzaklığın mahrumiyetini yaşatma... Bizi salih kullarından ayırma... Halimize acı da, bizi ne nefsimizle ne de Sen'den uzaklaştıracak herhangi bir şeyle göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa baş başa bırakma... Yardımcımız, koruyanımız ol ve bizi nusretinle te'yid buyur, buyur ki Sen koruyanların en güzelisin ve Sen'in gücünü aşkın hiçbir şey yoktur. Amin...
Sözün Özü
Kâmil insanlarda hissiyat, kalb, akıl, mantık hep aynı ölçü ve aynı çizgi üzerinde birleşir. Evet, hissin kalb, kalbin akıl ve aklın mantık ile hep uyum içinde olduğunu görmek istiyorsanız kâmil insanlara bakmanız kâfidir. Hatta vicdanî tecrübelerle sabittir ki, böyleleri his tufanıyla yaşasa ve hisleri çağlayanlar gibi aksa, yine de akıl, mantık ve kalb dengesini koruyabilirler. Burada nefsin olumsuz müdahaleleri, şeytanın vesveseleri hep marjinal kuvvetler olarak kalır ve büyük ölçüde mağlûbiyet yaşarlar.
- tarihinde hazırlandı.