İbadetsiz Yaşamanın Mazereti Olmaz
Evvela; Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bu beyanıyla, vasatî ömre işarette bulunmaktadır.
Sâniyen; İmam Buhârî Hazretleri bu hadisi naklederken, Fâtır Sûresi'nin 37. ayetini o bâbın unvanı (bölüm başlığı) olarak zikretmiştir. Demek ki, hem altmış yaşın hem de "mazeret" meselesinin bu ayet-i kerime ışığında şerh edilmesi gerekmektedir. Söz konusu ilahî beyanda -mealen- şöyle denmektedir:
"Onlar orada imdad istemek için 'Ey Yüce Rabb'imiz! Ne olur, çıkar bizi buradan, dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, güzel ve makbul işler yapalım!' diye feryad ederler. Fakat onlara şöyle cevap verilir: 'Biz, size, bir kimsenin ibret alıp gerçeği görecek kadar düşünebileceği bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı da gelmişti. Öyleyse tadın azabı! Çünkü zâlimleri kurtaracak yoktur!" (Fâtır Sûresi, 35/37)
Abdullah İbni Abbas hazretlerine ve müfessirlerin pek çoğuna göre; bu beyan-ı İlahî, "Biz sizi altmış sene yaşatmadık mı?" demektir. Çünkü burada mevzubahis olan vasatî ömürdür; hadis-i şerifler zaviyesinden ortalama yaşın alt sınırı ise altmış senedir.
Bazı âlimler ayette geçen "nezir" (uyarıcı) kelimesini akıl, ihtiyarlık ve yakınların ölümü şeklinde te'vil etmişlerdir. Dahası, tekvinî ayetlerin bir parçası olan her hâdise de insana "Sen gidicisin" demektedir. Bükülen beller, tutmayan dizler, ağaran saçlar, titreyen eller, göremeyen gözler, duyamayan kulaklar, ağrılar, sızılar, çeşit çeşit hastalıklar ve türlü türlü rahatsızlıklar birer nezirdir; bunların hepsi bir yönüyle ölümü ve ahireti hatırlatır.
Ayrıca, her insanın önüne ömür boyu başka hatırlatıcılar da çıkar; camide imam-vaiz "ölüm var" der, ezan-namaz hesabı akla getirir; eş-dost ebedî beraberlik isteğini izhar eder ve insanın nazarlarını sermedî bir âleme çeker.
Dolayısıyla, düşünüp ibret almak ve gerçeği bulmak için bütün bu uyarıcılar birer fırsattır. Altmış sene yaşayan bir insan, bunların hepsi tarafından değişik şekillerde ve defalarca ikaz edilmiştir. Bu itibarla da, şayet bir kimse onca uyarıcıya karşı kulaklarını tıkamış ve gözlerini yummuşsa, artık onun mahşerde herhangi bir geçerli mazeret ileri sürmesi mümkün değildir.
Hepimiz ibret alacak kadar yaşıyoruz
Haddizatında, büluğ çağına erdikten sonra ölen her insan için, ibret alacak kadar yaşama süresi gerçekleşmiş demektir. Bir insan yirmi, otuz, kırk, elli... yaşında da ölse, artık o "Düşünüp gerçeği görebileceğin kadar ömür vermedik mi?" itabının muhatabı sayılır. Çünkü şuurluca bir saat bile yaşamak Yüce Yaratıcı'nın varlığına ve hilkatin esasına uyanmak için yeterlidir; dolayısıyla, şuurlu bir saat geçiren insanın bilhassa küfür mevzuunda hiçbir mazereti kalmamıştır. Hâlbuki Allah Teâlâ insanların çoğuna büluğdan sonra uzun süre yaşama imkânı vermektedir. Hâlık-ı Kâinat, bazı canlıları sadece bir saat, hatta çok daha kısa süre yaşatmakta, onları bir anlığına bir kısım isimlerinin tecellilerine mazhar etmekte ve sonra hayatlarına son vermektedir. Ömrü bir hafta, bir ay ya da bir yıl olan canlılar vardır. Fakat Cenâb-ı Hak, insanı sadece bir saatliğine halk etmemiştir; ona normal şartlarda altmış senelik bir ömür bağışlamıştır.
Şu halde büluğu idrak ettikten sonra ölen herkes, düşünüp ne yapacağına karar verecek zamanı bulmuş sayılır. Altmış sene yaşamış bir insan ise, ahiretini kurtarması için duyup görmesi gereken her şeyle karşılaşmış, hakikatleri düşünüp anlaması için gereken vakti fazlasıyla elde etmiş ve ebedî saadeti kazanma yolunda pek çok fırsat yakalamış demektir.
Evet, onca sene eğitimini, istikbalini, evini barkını, çoluk çocuğunu ve iaşesini düşünen; yaşamanın, kazanmanın, rahat etmenin, caka yapmanın ve çalımın ne olduğunu bilen; dünyevî menfaatleriyle alâkalı iyiyi kötüyü ayırt edebilen ve kafasına koyduğu bir meseleyi senelerce takip edip onu sona erdirebilen; yani yüzlerce, binlerce, milyonlarca hususu düşünüp onlarla ilgili kararlar verebilen bir insanın ulûhiyet hakikatini ve âhiretini de düşünmüş olması gerekmez mi? Dahası, bu kimse, İnsanlığın İftihar Tablosu'nu duymuşsa, Kur'an'dan haberdâr olmuşsa; ölümün keşif kolları sayılan hastalıklarla tanışmışsa ve ihtiyarlık pek çok dille kendisine "yolcusun" demişse, artık onun bütün bütün ahirete teveccüh etmiş, eksiklerini gidermiş ve öteler için zâd ü zahîre hazırlamış olması lazım gelmez mi?
İşte, bu hakikate karşı kapalı yaşayan ve ömrünü gafletle tüketen bir insanın acı âkıbetle karşılaşınca pişmanlık duyması, yeniden dünyaya gelmek gibi olmayacak isteklerde bulunması ve dünya hayatındaki hataları için mazeretler döktürmesi ona hiçbir şey kazandırmayacaktır. Onun mazeretleri dikkate alınmayacak ve bahanelerin arkasına saklanmasına fırsat verilmeyecektir.
Bu açıdan, mealini verdiğim ayet-i kerime ve manası sorulan hadis-i şerif, kendini gaflete salan kimseler için bir tevbîhi de ihtiva etmektedir; bunlar, özellikle belli yaşın üzerindeki kimselere bir ikaz mahiyetindedir. Onlara, "Bunca sene hak ve hakikat hesabına pek çok şeye şahit oldunuz, dahası bir sürü meşguliyeti de arkada bıraktınız; artık hiçbir mazeretiniz kalmadı. Şu halde, iyi bir mü'min olmak için daha ne duruyorsunuz?" demektir. Aynı zamanda, ömrün sonunda iyilikleri, ibadetleri, sâlih amelleri daha da artırmaya ve geçmişteki eksikleri bir ölçüde de olsa telâfi etmeye bir teşviktir. Öyleyse, yaşlılıkta dine ve diyanete daha bir candan sarılmak inanmışlığın gereğidir.
- tarihinde hazırlandı.