İnsanın Kur'an'la İmtihanı
'Kur'an-ı Kerim'i kalbleriniz onun üzerinde birleştiği müddetçe okuyun! Onun hakkında ihtilafa düştüğünüzde hemen kalkın.'[1] hadîs-i şerifini nasıl anlamalıyız?
Bu hadîsi iki şekilde anlamak mümkündür: Evvela insan, Kur'an okuma ve ibadet ü taatte bulunma gibi en güzel şeylerde bile ara vermeksizin uzun süre üzerinde durduğu takdirde kalbi, ruhu, hissiyatı ve diğer letâifi adına bir doygunluk, daha doğrusu bir kanıksama olabilir. Bu durumda insan, kanıksadığı o şeye devam ettiği takdirde kalb dağınıklığına uğrayabilir. Böyle bir noktaya geldiğinde de, hâlet-i rûhiye itibariyle üzerinde durduğu şeyi, duyması gerektiği ölçüde duyamayabilir. Asr-ı saadete bakıldığında Sahâbe-i kiramın güç ve tâkat itibariyle ibâdet ü taatta doygunluğa erişmelerine rağmen daha fazlası için ısrar ettikleri ve bunun için de değişik çarelere başvurdukları görülmektedir. Meselâ Sahâbe-i kiramdan bazıları -ki bunların içinde Hz. Hafsa validemiz gibi ezvâc-ı tâhirattan (ra) analarımız da vardır- sürekli uyanık durmak için mescide ipler gerip onlara tutunarak her dakika ibadet üzere olmayı düşündükleri gibi, az yeme, az içme, az uyuma gayreti içinde olanların sayısı da bir hayli kabarıktı. Ben bunun bir benzerini Kestanepazarı Kur'an Kursu'nda idarecilik yaptığım dönemde, gece uyumamak için başını üstteki ranzaya iple bağlayan çocuklarda da müşahede etmiş idim. Bunlar, niyetlerinin hulûsu cihetiyle mükâfat alabilirler. Fakat insanın, mârifet adına azami istifadesi için de, şuurunun açık ve zihninin de yorgun olmaması gerekir.
Esasen insan, mârifet adına ne kadar şey alırsa alsın onun için o mevzuda doyma söz konusu değildir. Ancak tıpkı insan vücudundaki maddi mekanizmaların (organların) çalıştıkça yorulmaları gibi mânevî mekanizma ve latîfeler de zamanla yorulabilirler. Bu sebeple böyle yüce duygularla meşgul olan bir insan, farklı yöntemlerle kendine nefes aldırmazsa, hiç farkında olmadan metafizik gerilimi dağılabilir ve hemen ardından pespâye düşünceler ruhunu sarabilir. Vâkıa bu bir füturdur ve bir mânada ibadetten ellerini gevşetmedir. Öyleyse tam kıvamında olamadığımız zaman dilimlerinde bir işten başka bir işe geçerek kendimize bir teneffüs arası vermeli ve böylelikle zihnimizi rahatlatmalıyız.
Ezcümle, insan namazda yorulunca oturup evrad ü ezkar okumalı, evrad ü ezkarda yorulunca derse çalışmalı; böylece değişik işlerle uğraşmak suretiyle hayatı hep ibâdet ü taat buudunda yaşamalıdır. Evet bu tür iş ve meşgalelerin birinden diğerine geçiş insanı dinlendirir. Hatta bazan bedenî yorgunluk zihnî dinlenmeyi sağlar. Konu hekimlerin alanına girdiği için isterseniz bunu onlara bırakalım. Demek ki, bir kısım mekanizma çalışırken diğer bir kısım mekanizma ta'tîl-i eşgâl etmekte, yani dinlenmeye geçmektedir. Psikolojide de tavır değişikliği çok önemlidir. Nitekim Allah Rasulü (sav), öfkelenme hali insanı kapladığında o halden ayrılmak için abdest almayı tavsiye etmektedir ki, bu da bir tavır değişikliğidir.
İnsan, melek olmadığı için bir işe ne kadar konsantre olsa da, neticede kendisine şöyle-böyle fütur gelebilir. Melekler, sürekli ibâdet için yaratıldıklarından hiç aralıksız o işlerini yerine getirebilirler. Ama insan, mahiyetindeki özelliklerinden dolayı melekliğe çıkabileceği gibi hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye de düşebilir. Bu tür düşüşlerle o, belli baskılar altına girdiği zaman artık alacağı şeyleri alamaz olur. Bu noktadan sonra yapılacak ibâdetler de beyhûdedir. Bu da, bize insanın kendini sürekli kontrol edip dinlemesinin lüzumunu göstermektedir. Bir insan kendisini bu şekilde bilir ve tanırsa kemâlâtını da ona göre kontrol altında tutabilir.
İkinci olarak hadîsten, 'Kur'an'ı kalblerdeki birlik, beraberlik, irtibat ve itilaf çözülmediği sürece okuyun' şeklinde bir mâna anlamak da mümkündür. Çok acı bir gerçektir ki, Kur'an âyetleri Asr-ı saâdetten günümüze kadar yer yer fitne ve ihtilafın çıkışında bazı kişiler tarafından referans alınarak maksadının dışında kullanıldığı da olmuştur.
İhtilafa Kapı Aralamamak
Meselâ, ilk asırlarda, çağın o kadar aydınlığına rağmen onu karanlığa boğan zihniyetlerin boğuşmasına şahit oluruz. O dönemde Mutezile, Cebriye ve bunlar arasında samimi gibi görünseler bile Hâriciler, Zâhirî mezhebinin ilk temsilcileri sayılırlar. 'Kelimesi kelimesine Kur'an ne diyorsa doğru odur.' demek suretiyle -söz olarak bu doğruydu- ne Efendimizin o mevzudaki yorumu, ne Sahâbe-i kiramın farklı yaklaşımları, ne de Arap diline hakim âlimlerin yorumları dikkate alınmamış ve böylece Kur'an âyetleri kullanılarak kalbler ihtilafa ve ayrılığa itilmişti. Keza, bazı zâhirperestler de çok defa Kur'an-ı Kerim'i muhaliflerine karşı bir balyoz gibi kullanıyorlardı. Şüphesiz ki, bu durum da 'telif-i kulûb'e fevkalade ihtiyaç olduğu bir dönemde ihtilaf ve iftiraklara sebebiyet veriyordu.
Hasılı, herkes Kur'an diyordu ama, Kur'an deyip Kur'an'laşacağına Kur'an'ı herkesleştiriyor ve dini içinden çıkılmaz hale getiriyordu. Tarihte olan o hadiseler bugün için de aynıyla söz konusudur. Bizler de bazen, fikirlerimizi, Kur'an'dan kendi idrakimize yansıdığı kadarıyla destekleyebilir ve bu anlayışı kendimize rehber ediniriz. Bazen de, hem Kur'an'ın şeref ve haysiyetini korumak hem de bazı insanların inhirafa, ihtilafa düşmelerine sebebiyet vermemek için bunu yapmayız. Bir yerde hissiyat, düşünceler müdafaa edilirken 'Zaten Kur'an böyle demiyor mu?' denildiği zaman çokların içinde O'na karşı bir burkuntuya sebebiyet verilebilir. Oysaki ehl-i imanın bundan rahatsızlık duyabileceğini de hesaba katarak ihtilâfa kapı aralamamak en doğrusudur. Evet, böyle bir okuma, müminlerin Kur'an etrafında kalblerinin telif ve tevhidine değil ihtilaf ve iftirakına vesiledir.
[1] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'ân, 37; Müslim, İlim, 3, 4
- tarihinde hazırlandı.