Hizmet ve İnsanî Münasebetler
Soru: Bazen insanlığa hak ve hakikati anlatma adına ciddi gayret gösteren ve önde olan kimselerin, yakın çevresiyle ilişkilerinde kırıcı olma veya baskıcı davranmaları gibi bir kısım problemler gözlenebiliyor. Bu konuda denge nasıl sağlanmalıdır?
Cevap: İnsanlığın dertleriyle dertlenme ve bunların çözümü adına sürekli yeni projeler geliştirme çok önemli bir fazilettir. Fakat bunun faziletli olması da ihlâslı yapılmasına bağlıdır. Yoksa bir insanın yapmış olduğu hizmetleri, kendini ifade etme veya arzuladığı bir pâye ve makama kavuşma gibi dünyevî çıkarlara bağlaması, elde etmiş olduğu bütün uhrevî kazanımları harman gibi savurması demektir. Belki insanlığa hayırlı işler yapmış olan böyle birisi başkaları tarafından takdir görebilir, ismi belli müesseselere verilebilir, hatta her yere onun fotoğrafları asılıp, heykelleri dikilebilir. Fakat onun ortaya koymuş olduğu amellerde rıza-i ilâhî yoksa, bütün bunların ona hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü o, beklentilerine uygun olarak insanların teveccüh ve takdirini kazanmış ve dolayısıyla da amellerinin mükâfatını bu dünyada tüketmiş olacaktır.
Farklı bir ifadeyle söyleyecek olursak, alacaklarını insanlardan aldıkları için, Allah’tan alacakları bir şey kalmayacaktır. Ku’ân’ın, أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا “Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz. Allah’ın verdiği o güzel ve hoş nimetleri israf edip bitirdiniz. Hakkınızı dünyada kullanıp ahirete bir şey bırakmadınız.” (Ahkaf Sûresi, 46/20) şeklindeki uyarı ve tehdit bildiren ifadeleri de buna işaret etmektedir. Nitekim hadis-i şerifte de düşmana karşı mücadele etmiş, ilimle meşgul olmuş ve bol bol infakta bulunmuş fakat bütün bu amellerini Allah rızasının dışında başka beklentilere bağlamış olan kimselerin uhrevî perişaniyetleri çarpıcı ifadelerle tasvir edilmiştir. (Bkz.: Müslim, imâret 152; Tirmizî, zühd 48)
İnşâallah kendisini insanlığa hizmet etmeye adamış gönüllülerden oluşan bu daire içerisinde, sadece kendi dünyevî hedeflerinin arkasından koşan ve bu yüzden de ciddi bir darlığın mahkûmu olan bu tür insanlar yoktur. Ben, soluk soluğa hizmet eden adanmışlar arasında, tamamen kendi hesaplarına ve dünyevî mülâhazalarına bağlı hareket eden insanların bulunmadığı kanaatindeyim. Allah’ın izniyle onlar, yapmış oldukları hayırlı hizmetler vasıtasıyla bir yandan Allah’ın rızasını kazanmaya namzet olurlarken, diğer yandan da talep etmeseler bile insanlığa sunmuş oldukları hizmet vesilesiyle sonraki nesiller tarafından hayırla yâd edileceklerdir. Hatta onlar, اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ “Bir işe sebep olan, onu yapan gibidir.” sırrınca güzel işler yapmalarına vesile oldukları insanların ve hizmet adına açtıkları yoldan gelenlerin sevaplarına da ortak olacaklardır.
İnsanî Münasebetlerde Kur’ânî Ahlâk
Ne var ki -soruda da ifade edildiği gibi- bazı kimseler arz edilen bütün bu hizmetleri en güzel şekilde ifa etmenin yanında, Müslüman ahlâkına aykırı bir kısım olumsuz tavırlara girebilirler. Mesela birisi hizmet adına güzel projeler düşünür ve insanların önüne yüksek hedefler koyar. Bu düşüncesinde de oldukça samimidir. Fakat beklentileri karşılanmadığı zaman kırıcı olur. Çevresindekilerin en küçük hatalarını, ufacık ihmallerini affetmez, ufak tefek arıza ve aksaklıklardan dolayı hemen öfkelenir, birilerine kızar ve böylece beraber çalıştığı insanları rencide eder.
İşte böyle bir insanın, Allah yolunda koşturma gibi bir mü’min sıfatının yanında, başkalarına zulmetme ve onların kalbini kırma gibi küfür sıfatlarına da sahip olduğunda şüphe yoktur. Kur’ân’ın, Tebük seferine katılmayan bazı sahabiler hakkında beyan buyurduğu, خَلَطُوا عَمَلًا صَالِحًا وَآخَرَ سَيِّئًا “Onlar iyi işlerle kötü işleri birbirine karıştırdılar.” (Tevbe Sûresi, 9/102) âyetinin de ifade ettiği üzere, bu kişiler güzel işlerine kötü şeyler karıştırmaktadırlar.
Bu sebeple, insanları sevk ve idare etmekle vazifeli bulunan kişilerin, hizmetlerinde başarılı oldukları ölçüde, insanî münasebetlerinde de olabildiğine hassas olmaları gerekmektedir. Onlar, gördükleri hata ve kusurlar karşısında gönüllerini geniş tutmalı, beraber hizmet ettikleri insanlara karşı son derece şefkat ve mülâyemetle yaklaşmalı ve mümkün mertebe af yolunu tutmalıdırlar. Bütün bunlar İslâm ahlâkıyla ahlâklanmanın bir gereğidir. Yoksa olmayacak şeylere öfkelenen, etrafındaki insanları kırıp geçiren ve en küçük sürçmeleri bile kocaman birer günah gibi büyüten bir insanın, en başta yapmış olduğu hizmetlere zarar vereceğinde kuşku yoktur. Çünkü böyle biri, çevresindekilerin kolunu-kanadını kıracak, onların kuvve-i maneviyesini sarsacak ve onları ümitsizliğe düşürecektir. Belki de duruma göre onları küstürecek ve içinde bulundukları daireden uzaklaştıracaktır.
Bunların her biri ayrı birer küfür sıfatıdır. Kendisinde bu kadar küfür sıfatı toplanmış bir insanın -Allah muhafaza buyursun- uzun süre İslâmî istikametini muhafaza etmesi çok zordur. Hazreti Bediüzzaman, “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük latifelerini onda batırma!” (Bediüzzaman, Lem’alar s. 169-170) diyor. Bunları çoğaltabilir ve “Bir şiddette, bir hiddette, bir öfkede batma!” diyebilirsiniz.
Hâlbuki öndekilere düşen vazife, arkasına aldıkları kimselerin heyecanlarını artırmak, ümitlerini şahlandırmak ve böylece onların daha verimli hizmet etmelerini sağlamaktır. Onlar, hiç kimseye kızmadan, kusurlarını yüzlerine vurmadan ve aşk u şevklerini kırmadan hizmet edebilme adına kararlı olmalı ve alıştırma yapa yapa kendilerine bunu kabul ettirmelidirler.
Esasen insanın sağlam bir dava düşüncesinin ve hizmet felsefesinin olması sadece güzelliğin bir yanını teşkil eder. Onun diğer yanında ise hizmet ederken ortaya konan tavırlar, davranışlar, sözler ve yol arkadaşlarıyla kurulan münasebetler yer alır. Eğer bir insan burada da başkalarına anlattığı güzellikleri sergileyebiliyor ve yaşayışıyla da başkalarına örnek teşkil edebiliyorsa, işte o zaman iki güzelliği kendisinde cem etmiş (bir araya getirmiş) olur. Aksi takdirde ondaki güzellik meflûç (felçli) olarak kalır. Dolayısıyla böyle bir kişinin öncelikle kendisinin rehabilitasyona ihtiyacı var demektir.
Asıl Suçlu Kim?
Öte yandan şunu da unutmamak gerekir: Bir insanın, başkalarında gördüğü yanlışlıkları ve hoşuna gitmeyen tavırları, kendi günahlarının yüzüne çarpılması olarak görmesi, mü’mince bir tavrın gereğidir. Böyle bir kişi, başkalarında kusur arama zahmetine de girmemiş olacaktır. O, asıl suçluyu bulduğundan ötürü kolaylıkla onun çaresine bakabilecektir. Şayet bizim kendi kusurlarımız, başkalarının bize karşı olumsuz tavırlarında ortaya çıkıyor, fakat biz sürekli dışarıda suçlu arıyorsak, onu bulmamız asla mümkün olmayacaktır.
Bu sebeple, beraber olduğumuz insanlar tarafından ne tür bir muameleye maruz kalırsak kalalım, yapmamız gereken, “Acaba ben ne yaptım ki bu başıma geldi?” demektir. Sonrasında da Cenab-ı Hakk’a teveccüh edip istiğfar etmek ve kendimizi muhasebeye çekmektir. Belki atılmaması gereken bir yere taş atmış veya müstahak olmayan birine ok fırlatmışsınızdır ve o da size geri dönmüştür. Ya da haksız yere birisine laf çarptırmışsınızdır ve bir başkasının eliyle onun cezasını çekiyorsunuzdur. Belki de birisi hakkında suizanda bulunmuş veya bir ayıbından dolayı onu kınamışsınızdır ve Allah, kınadığınız şeye sizi maruz bırakmıştır. Hatta bunların da berisinde mülâhazalarınızı temiz tutamamış, iç istikametinizi koruyamamış ve kirli bir kısım tasavvurlara girmişsinizdir. Bunun neticesinde de can sıkıcı bir kısım olaylar başınıza gelmiştir. Yani insanın ayağına bir diken batmasına kadar maruz kaldığı bir kısım musibetler, ona ait birtakım kusurların geriye dönmesi olduğuna göre onun, arkadaşları tarafından bir kısım sıkıntılara maruz bırakılmasına da aynı gözle bakılabilir. Zira Kur’ân’da yer alan, وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Şûrâ Sûresi, 42/30) âyet-i kerimesi bunun ilâhî bir kanun olduğunu göstermektedir.
Kıdem Kredisi
Meselenin bir diğer yönü de şudur: Bazıları Hizmet kervanına önce katılmış, idari bazı vazifeler almış olabilir. Eğer onlar bu kıdemlerini arkadaşlarına tahakküm etme adına kullanır ve onlara gereken değeri vermezlerse, konumlarını suiistimal etmiş olurlar. Kıdem, önemli bir kredidir. Bu kredi, başkalarının ona gösterdiği teveccüh ve saygıyı, hizmete tevcih etmek için kullanılmalıdır. Çünkü bu durum, insanların sevk ve idaresini kolaylaştıracaktır. Eğer insanlar size sırtlarını dönmüşlerse, sizin onlara iş yaptırabilmeniz için iki harekete ihtiyacınız olur. Öncelikle onların yüzlerini kendinize çevirmeniz, sonrasında da onları istenilen hedefe yönlendirmeniz gerekir. Fakat eğer herkes güneşe nazır günebakan çiçekleri gibi yüzlerini size çevirmişler ve gözlerinizin içine bakıyorlarsa, onları istihdam etmeniz çok daha kolay olur. Bu sebeple öndekiler, kıdemlerini önemli bir krediye çevirebilmenin, bunu muhafaza edebilmenin ve sonra da hizmet adına kullanabilmenin çaresine bakmalıdırlar.
Bunun yolu ise insanî münasebetlerde Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmaktan, rıfk ve mülâyemeti esas almaktan geçmektedir. Eğer bunu başarabilirseniz, herkesin yüzünü kendinize çevirebilirsiniz. Fakat çevrenizdekilere sert ve kaba davranırsanız, size karşı kalbleri kırılır ve sırt dönerler. Neticede onlar bununla bir kısım kayıplar yaşayacakları gibi, siz de onca elden, ayaktan, gözden, kulaktan mahrum kalırsınız. Çünkü, مَثَلُ الْمُؤْمِنِينَ فِي تَوَادِّهِمْ وَتَرَاحُمِهِمْ وَتَعَاطُفِهِمْ مَثَلُ الْجَسَدِ إِذَا اشْتَكَى مِنْهُ عُضْوٌ تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ الْجَسَدِ بِالسَّهَرِ وَالْحُمَّى “Birbirlerini sevmede, birbirlerine şefkat ve merhamet etmede mü’minlerin misali tıpkı bir bedenin azaları gibidir. Onlardan herhangi biri rahatsızlandığında, diğerleri ateş ve uykusuzluk ile onun elemine ortak olur.” (Müslim, birr 66; Buharî, edep 27) hadisinin de işaret ettiği üzere beraber çalıştığınız insanların her biri size ait bir uzuv gibidir. Sizin her huysuzluğunuz, kendinize ait bir uzvu kesmeniz demek olduğundan, istifade alanınızı daraltmış ve dolayısıyla ciddi bir mahrumiyet yaşamış olursunuz.
Günahları Setretme
Allah’ın isimlerinden birisi de Settâr (hata ve günahları örten) olduğuna göre, bizim de O’nun ahlâkıyla ahlâklanmanın bir gereği olarak mümkün mertebe insanların kusurlarını yüzlerine vurmamamız, başkalarına anlatmamamız, bilakis bunları setretmemiz gerekir. Aksi takdirde onlarda ümitsizlik hâsıl eder ve büyük bir günah işlersiniz. Çünkü siz, bir kişinin Allah’la kendisi arasında olan bir günahını açık etmekle, bir taraftan onun kendisini öyle bilmesine, diğer yandan da başkalarının onun hakkında kötü düşünmesine sebebiyet vermiş olursunuz. Böylece kişi “Battı balık yan gider.” diyerek, günahında ısrar edebilir. Bu açıdan günah ve kusur kötü birer durum olsa da, insanları günah ve kusurları karşısında ümitsizliğe düşürmek bundan daha büyük bir cürümdür.
Bütün bu söylediklerimiz, hata ve eksikleri giderme adına hiçbir şey yapılmaması gerektiği şeklinde de anlaşılmamalıdır. Elbette insanlara yol göstermeli ve hayırhahlık yapmaya çalışmalıyız. Fakat bunun kendine göre bir usûl ve üslubunun olduğunu, buna dikkat edilmediği takdirde istenilen neticenin elde edilemeyeceğini de unutmamalıyız. Bu açıdan söyleyeceklerimizi çok iyi hesap etmeli ve muhatabımızın hissiyatına saygılı olmalıyız. Herhangi bir yanlışa müdahale etmeden önce tavrımızı çok iyi belirlemeli ve muhtemel reaksiyonları göz önünde bulundurmalıyız.
Hatta muhatabımızın bizim söylediklerimize tepki göstereceğini düşünüyorsak, onun, sözlerine değer vereceği ve kabul edeceği bir başkasına söyletmenin yolunu aramalıyız. Öyle ki bazı kişiler bizim en makul ve yumuşak sözlerimizi bile tepkiyle karşılayabilirler. Hele bir de onunla aramızda daha önce bir kısım sürtüşmeler yaşanmış, bir kısım gerginlikler oluşmuşsa, söylediklerimizin onun nezdinde hüsnükabul görmesi çok zor olacaktır. Fakat onların sevdiği ve hürmet ettiği öyle şahıslar vardır ki, onların tenbih ve ikazlarını bile iltifat kabul ederler. Bırakalım hatalara bu tür insanlar müdahale etsin ve anlatılması gerekenleri onlar anlatsınlar. Nitekim Üstad Hazretleri de İhlâs Risalesi’nde bunu tavsiye etmiş ve hatta başkalarına söylettirmekten zevk alınması gerektiğini ifade etmiştir. (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 203) Önemli olan, karşı tarafın söylenilen sözden ders alması ve hatasından geri dönmesi olduğuna göre, bu sözü kimin söylediğinin bir önemi yoktur.
Kabiliyetleri Dikkate Alma
Kur’ân-ı Kerim, mü’minlere, hayırlı işlerde yarış yaparcasına koşturmalarını emretmiştir. (Bkz.: Bakara Sûresi, 2/148; Mâide Sûresi, 5/48) Fakat unutmamak gerekir ki her birimiz bu yarışı istidat ve kabiliyetine göre sürdürecektir. Dolayısıyla herkesten aynı ölçüde bir performans beklemek doğru değildir.
Hizmet de bir müsabakadır. Fakat bu yarışta farklı kulvarlar vardır. Herkes bu yarışı, bacağının gücüne ve nefesinin kuvvetine göre ayrı bir kulvarda sürdürecektir. Dolayısıyla herkesin hızı da farklı olacaktır. Eğer insanları istihdam etme konumunda bulunan idareciler, bu hakikati nazar-ı itibara almaz ve herkese aynı yükü yükler ve herkesten aynı işi beklerlerse, doğru hareket etmiyorlar demektir. Çünkü bu durumda, bazı insanlara götüremeyecekleri bir yük yüklemiş olurlar.
Hâlbuki böyle bir muamele, ilâhî ahlâka muvafık değildir. Çünkü Rabbimiz’in kanunlarında teklif-i mâlâ yutak (kişiye, taşıyamayacağı yükü yükleme) yoktur. Aynı şekilde Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Ali’ye tevcih edilecek bir vazifeyi Ebû Zerr’e vermemiştir. Halid İbn Velid’in götürebileceği bir işi Ebû Hüreyre’ye yüklememiştir. Esasında bunların hepsi çok kıymetli insanlardır. Fakat bunların her birinin başarılı olacağı ayrı bir alan vardır. Eğer siz onlardan birisine, kabiliyetlerini hesaba katmadan götüremeyeceği bir iş yüklerseniz, onu başarısızlığa sevk etmiş ve belini kırmış olursunuz. Maiyetinizdeki bir insanın bir yerde başarısız olması ise sizin de başarısızlığınız sayılır.
Baştakilerin insanları tavzif ederken herkesin hususi konum ve durumunu dikkate alması gerektiği gibi, diğerlerinin de götüremeyecekleri bir yükün altına girmemeleri gerekir. Bir insanın her şeyin üstesinden gelebileceğini düşünmesi ve kendisini her işi yapmaya ehil görmesi çok yanlıştır. Herkese aynı yükü tahmil etmek baştakilerin hakkı olmadığı gibi, gücünün yetmeyeceği bir yükün altına girmek de diğerlerinin hakkı değildir. Böyle bir durumda onlar, “Ben bu işin üstesinden gelemem.” demesini bilmelidirler. Götüremeyeceği bir yükün altına girip yarı yolda onu bırakmaktansa, daha başta buna liyakati olmadığını ifade etmesi ve yapabileceği iş neyse onu talep etmesi daha doğrudur.
Konumun hakkını verme ve onun gereklerine göre davranma, sık üzerinde durulan hususlardan birisidir. Fakat münasebet geldiği için bir kere daha hatırlatmayı fazla görmüyorum. Hiçbir büyüğün, kıdem ve büyüklüğünü tahakküm vesilesi yapmaması gerektiği gibi, yaşça küçüklerin de saygı ve hürmette kusur etmemeleri gerekir.
Biraz daha açacak olursak, büyüklüğün emaresi, tevazu ve mahviyettir. Hâlbuki bir insanın turnikeye önce girmesini ve önde yürümesini başkalarına sözünü dinletmek için kullanması, gurur ve kibir alâmetidir. Kibir ise küçüklük emaresidir. Boyu kısa olan insanlar, bulundukları konumdan daha yukarıda görünebilmek için büyük görünmeye çalışırlar. Bir yönüyle bu da kompleksten kaynaklanır. Dahası bir kişinin tahakkümle kendisini ifade etmeye ve seviye kazanmaya çalışması, onun sağlam bir karaktere ve mazbut bir cibilliyete sahip olmadığını gösterir. Hatta bir insanın, tavır ve davranışlarına yansıtmasa bile içten içe, “Bu insanlar sözümü dinlemeli ve gözümün içine bakmalı.” gibi mülâhazalara girmesi de tasvip edilemez. Bütün bunları Müslümanlıkla telif etmek mümkün değildir.
Esasen hiç kimsenin saygı görme ve hürmet edilme gibi şeyleri talep etmeye hakkı yoktur. Bunlar verildiğinde de kerhen kabul edilmelidir. Zira bu tür beklentilere giren bir kişi, hizmetin kıymetini düşürmüş olacaktır. Aynı zamanda o, Allah’ın kendisine vereceği büyük mükâfatı, insanların vereceği küçük şeylerle değiştirmiş olur. Enbiya-i izam, insanları Cennet’e götürecek bir mesajla gelmelerine ve bir ömür bu yolda gayret göstermelerine rağmen, maddî-manevî hiçbir beklentiye girmemişlerdir. Hepsinin ortak sözü, فَمَا سَأَلْتُكُمْ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللّٰهِ “Ben sizden bir ücret beklemiyorum! Benim mükâfatım ancak Allah nezdindedir.” (Yunus Sûresi, 10/72) olmuştur.
Diğer taraftan küçüklere düşen vazife de kendilerine hizmet etme imkânı veren, bu yolda rehberlik yapan veya yaptıkları hizmetlerde iyiliğini gördükleri kimselere karşı mümkün olduğunca kadirşinas davranmaktır. Bu yapılabildiği takdirde, toplum tabakaları arasında güzel bir ahenk teessüs edecek ve yapılması gereken vazifeler rahatlıkla yerine getirilebilecektir.
Son olarak bir hususa daha temas etmek istiyorum. Burada ifade edilen ölçülerde hepimizin bir kısım eksiklikleri olabilir. Bu prensipleri hayatımızda tam temsil edemeyebiliriz. Edemediğimizden ötürü de bir kısım tenkitlere girebilir ve sorgulamalar yapabiliriz. İşte bu noktada kuvve-i maneviyeleri sarsacak ölçüde karamsar bir kısım tablolar resmetmemeli, yaşanan deformasyonu ümit kırıcı ifadelerle beyan etmemeliyiz. Zira unutmamak gerekir ki, her zaman çok önemli davalarda ve çok önemli hizmetlerde bile belli ölçüde deformasyonlar görülmüştür. Burada yapılması gereken asıl iş, ümitsizliğe düşüren durumlar karşısında heyecanları yeniden canlandırmak ve el ele vererek yaşanan kırılma ve bozulmaları tamir etmeye çalışmaktır.
- tarihinde hazırlandı.