Allah Dostlarına Düşmanlık
Soru: Kudsî bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ, مَنْ عَادٰى لِي وَلِيًّا فَقَدْ اٰذنْتُهُ بِالْحَرْبِ “Her kim Benim veli kullarımdan birine düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona harp ilan ederim.” (Buhârî, rikâk 38) buyurduktan hemen sonra kullarının farz ve nafilelerle Kendisine nasıl yaklaşacağından bahsetmektedir. Hadiste geçen ilan-ı harbi, Allah’a yaklaşma keyfiyetini ve bu iki husus arasındaki ilişkiyi nasıl anlamalıyız?
Cevap: Bu hadisin yanı sıra Kur’ân-ı Kerim’de de farklı âyet-i kerimelerde Allah dostlarından bahsedilmektedir. Mesela Yunus Sûresi’nde Allah dostları şu ifadelerle müjdelenmiştir: أَلَۤا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ “Bil ki Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değillerdir.” (Yunus Sûresi, 10/62) Bir sonraki âyet-i kerimede ise, الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ “Onlar, iman eder ve hayatlarını takva dairesinde sürdürürler.” buyrulmak suretiyle, Allah dostlarının iki önemli vasfına dikkat çekilmiştir. Bunlar ise kâmil iman ve takvadır. Bunu takip eden âyet ise, لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ “Onlara dünya hayatında da ahiret hayatında da müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişiklik olmaz. İşte bu, en büyük kazançtır.” şeklindeki beyanıyla bu vasıflara sahip olan evliyâullahı, nasıl güzel bir akıbetin beklediğine dikkat çekmiştir.
A’râf Sûresi’nde yer alan, إِنَّ وَلِيِّيَ اللَّهُ الَّذِي نَزَّلَ الْكِتَابَ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحِينَ “Benim Mevlâm, o kitabı indiren Allah’tır ve O bütün sâlih kulların koruyucusudur.” (A’râf Sûresi, 7/196) âyet-i kerimesi de Allah’ın, sâlih kullarının velisi olduğunu; yani onların işini üzerine aldığını, onları hayra sevk ettiğini ve aynı zamanda yürüdükleri yolda ilhamlarıyla, varidât ve mevhibeleriyle onlara ışık tuttuğunu ifade buyurmuştur. Bakara Sûresi’nde ise şu ifadelerle daha genel mânâda Allah’ın bütün mü’minlerin velisi olduğu ve onları hidayet buyurduğu ifade edilmiştir: اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ “Allah, iman edenlerin muhibbi ve veliyyü’l-emridir, onları (hidayet ve tevfikiyle) karanlıklardan ışığa çıkarır.” (Bakara Sûresi, 2/257)
Objektif ve Sübjektif Velilik
Yukarıda geçen âyet-i kerimelere bakacak olursak, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan vilâyetin mutlak, umumi ve herkese açık olduğu görülecektir. Dolayısıyla Allah’a inanan ve sâlih amel işleyen herkesin Allah’ın velisi olacağını ve böyle bir dostluk dairesi içine gireceğini söyleyebiliriz. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak da, Kendi yolunda yürüyen ve Kendisine dost olan kullarına yardım edecek ve onları doğru yola sevk edecektir. Biraz daha açacak olursak: Kim yürüdüğü yolda Allah’ın murad-ı Sübhânîsini esas alır, sadece O’nun rızasını hedefler ve aynı zamanda onun rızasını kazanma adına en büyük vesile olan i’lâ-i kelimetullah adına cehd ve gayret gösterirse, Allah da onların velisi olacak ve -âyet-i kerimelerde de ifade edildiği üzere- onları dünyada ve ahirette yalnız bırakmayacaktır.
Kur’ân’da ifadesini bulan ve herkese açık olan böyle bir veliliğe objektif velilik diyebilirsiniz. Fakat bir de bunun yanında ıstılahî mânâda velilik vardır. Nitekim sofiler, “veli” kelimesini tasavvufî anlamıyla ve daha özel mânâda ele almışlardır. Bir şahsın ıstılahî manadaki böyle bir vilâyeti elde edebilmesi için, önünde farklı yollar vardır. O, öncelikle bu yollardan birisine sülûk etmeli ve arkasından da intisap etmiş olduğu yolun âdâb ve erkânı neyi gerektiriyorsa, buna uygun olarak seyrini tamamlamalıdır. Kişi bu yollardan hangisine girerse girsin ve ne tür bir usûl takip ederse etsin, netice itibarıyla cismanî arzularını terk ile kalb ve ruhun hayat çizgisinde yürüyerek Allah’a vasıl olmaya çalışacaktır. Herkese açık olmadığı ve nefisle çok ciddi bir mücadele ve mücâhede gerektirdiği için böyle bir vilâyete de sübjektif vilâyet denilebilir.
Kanaatimce yukarıdaki âyet ve hadislerde umumi manadaki objektif velilikten bahsedilmektedir. Dolayısıyla bu, herkes için müyesserdir. Yani iman edip sâlih amel işleyen mü’minler, istikametlerini de korudukları takdirde yukarıda zikredilen müjdelere nail olabilirler. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, iman edip sâlih ameller işleyen mü’minleri ne tür mükâfatların beklediğini beyan eden birçok âyet-i kerime bulunmaktadır.
Evliyâullah’ın Düşmanları ve Allah’ın Mukabelesi
Yukarıdaki hadis-i şerifte Cenâb-ı Hak, مَنْ عَادٰى لِي وَلِيًّا buyurmak suretiyle, veli olan zatları doğrudan doğruya Kendisine izafe etmektedir. Bunu bir yönüyle, “Her kim, benim velâyetim altında bulunan birine düşmanlık yaparsa” şeklinde de anlayabilirsiniz. Dolayısıyla “veli” olarak isimlendirilen kişilere karşı ortaya konan düşmanlık, onların şahıslarıyla sınırlı kalmaz, sadece onların şahıslarını bağlamaz. Allah’la irtibatlarından dolayı onlara duyulan düşmanlık ve onlara yapılan saldırı, Allah’a, Allah’ın hukukuna yapılan bir saldırı yerine geçer. Bu açıdan Allah’ın dostlarına, O’nun himayesi altında bulunanlara yapılan düşmanlığın altından, Allah düşmanlığı, din düşmanlığı, peygamber düşmanlığı, kitap düşmanlığı çıkar.
Bu sebepledir ki Allah, zahirde evliyâullahın düşmanı gibi görünse de hakikatte din ve diyanet düşmanı olan bu tür insanlara karşı اٰذنْتُهُ بِالْحَرْبِ buyurmak suretiyle harp ilan edeceğini açıklamıştır. Bunun anlamı ise, “Bugün olmazsa yarın mutlaka onların işlerini bitiririm.” demektir. Allah’ın (celle celâluhu), veli kullarının düşmanlarına bizzat Kendisinin mukabelede bulunması, o Allah dostlarının ilâhî bir zimmet altında olduğunu göstermektedir. Yani Allah’ın inayet, riayet ve kilâeti onlar üzerindedir. Dolayısıyla Allah’a bağlılıklarından ötürü onlara ilişen insanlar, karşılarında Allah’ı bulurlar.
Fakat Allah’ın cezalandırmasını kendi hevâ u hevesimize göre anlamaya çalışırsak hata ederiz. Buradaki tecziye de yine murad-ı ilâhîye uygun olarak cereyan edecektir. Bu açıdan bizim ne onun zamanını ne de keyfiyetini bilmemiz mümkün değildir. Mesela bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: إِنَّ اللَّهَ لَيُمْلِي لِلظَّالِمِ حَتَّى إِذَا أَخَذَهُ لَمْ يُفْلِتْهُ “Allah zalime (zulmünden döner diye) mehil üstüne mehil verir. Fakat bir kere de derdest etti mi artık onun canını çıkarır.” (Buhârî, tefsîru sûre (11) 5; Müslim, birr 61) Allah Rasûlü, arkasından da şu âyet-i kerimeyi okumuştur: وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ القُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ “İşte Rabbin, hududunu çiğneyen toplulukları yakaladığı zaman böyle yakalar. O’nun yakalaması, çok acı ve çok çetindir.” (Hûd Sûresi, 11/102)
Siz, işte bu noktada Kur’ân’da resmedilen eski kavimlerin akıbetlerini zihninizden geçirebilirsiniz. Hz. Nuh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Musa, Hz. Şuayb ve Hz. Lût gibi peygamberlerin kavimlerinin nasıl şiddetli bir azapla helâk edildikleri, Kur’ân’da ibretlik birer tablo olarak gözümüzün önünde durmaktadır.
Hiç şüphesiz zalimlerin hemen helâk edilmeyip onlara zaman tanınmasının da bir kısım hikmetleri vardır. Bu, öncelikle onların yapageldikleri zulümlerini terk etmeleri için bir fırsattır. İkinci olarak Cenâb-ı Hak, bununla onların ellerindeki bütün mazeretlerini almaktadır. Yani zalimlere tevbe edecekleri ve yeniden rahmet kapısının tokmağına dokunacakları imkân ve fırsatlar tanındığı için, ahirette onların hiçbir itiraz hakları kalmayacaktır.
İşte Cenâb-ı Hakk’ın zalimlere mühlet vermesinin altında yatan bu esprinin iyi kavranması ve yaptığı kötülüklerden dolayı hemen onların aleyhine tavır alınıp Allah’a havale edilmemesi gerekir. Evet, birileri sözleriyle sizi rencide edebilir, mizacınıza dokunduracak bir kısım kabalıklarda bulunabilir, gıybet ve iftiralara başvurabilir veya sizi yolunuzdan alıkoyma adına tekerleğinize çomak sokabilir. İşte siz bu tür olumsuzluklar karşısında hemen onların cezalandırılmasını isterseniz, yeryüzünde insan kalmaz.
Nitekim bu konuda Kur’ân-ı Kerim, لَيْسَ لَكَ مِنَ الْأَمْرِ شَيْءٌ أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ أَوْ يُعَذِّبَهُمْ فَإِنَّهُمْ ظَالِمُونَ “O mevzunun sana bakan bir yanı yok. Allah ister onlara tevbe nasip edip bağışlar, ister nefislerine zulmettikleri için onları cezalandırır.” (Âl-i Imrân Sûresi, 3/128) gibi ifadelerle yer yer mü’minleri ikaz etmiştir. Esasen burada Efendimiz’e hitap edilmek suretiyle ümmetine ders verilmektedir. Yoksa O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzuda fevkalâde bir temkin ve teyakkuz insanıdır.
Bu sebeple birileri size dininizi yaşadığınızdan ve onu doğru temsil ettiğinizden ötürü düşmanlık yapıyorsa, hemen el kaldırıp onlara beddua etmemelisiniz. Esasen kendi anlayış ve felsefemiz içerisinde bedduaya “âmin” dememek bizim için bir esastır. Biz, mümkün olduğu kadar bu tür insanlar hakkında, Allah’ın onları ıslah edip hidayet eylemesi için dua ederiz. Fakat ıslahları mümkün değilse o zaman Allah’a havale ederiz. Evet, bu kişiler zulümlerini bırakmıyor ve yaptıkları eza ve cefalarla zayıf Müslümanların yerlerini terk etmesine ve bir daha bellerini doğrultamamalarına sebep oluyorlarsa, işte o zaman, “Allah’ım, onların ellerini kollarını bağla; ağızlarına fermuar vur; güç ve kuvvetlerini dağıt!” diyebiliriz. Esasen bütün bunların manası da, “Allah’ım onları zulüm adına iş yapamaz hâle getir!” demek gibidir. Yani biz, bu gibi dualarla, Allah’tan onların fitne ve fesat çıkarmalarına mâni olmasını dilemiş oluyoruz.
Esasında tevekkül, tefviz ve sika ehli kimseler için bunları söylemek bile Allah’la münasebet açısından doğru olmayabilir. Fakat herkesin de bir tahammül gücü olduğunu unutmamak gerekir. Bir de insanın kendi ufkunun ve hissiyatının yanında, alâkadar olduğu heyetteki insanların genel hissiyatını hesaba katması, onu Allah’tan bu tür taleplerde bulunmaya zorlayabilir. Evet, beraber olduğu insanların hakikaten ciddi sıkıntı içine düşmeleri, canlarının gırtlaklarına gelmesi fakat dualarında denmesi gerekeni de diyememeleri karşısında, onların durumuna muttali olan bazı kişiler Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunarak onların hissiyatına tercüman olabilirler.
Allah’ın harp ilan etmesine ve zalimleri cezalandırma keyfiyetine gelince, bu da farklı şekillerde olabilir. Zira Kur’ân’da farklı kavimlerin helâk edilmesiyle ilgili âyetlerde de görüldüğü üzere Cenâb-ı Hakk’ın tedip keyfiyeti farklı farklıdır. Bizim ceza kanununda olduğu gibi ille de şu suçtan ötürü şöyle bir ceza gerekir deyip daha baştan bu tür belirlemelere gitmek doğru değildir. Beşerî aklın, bu tür ilahî icraatları tam olarak idrak edemeyeceği muhakkaktır. Dolayısıyla cezalandırmanın da Cenâb-ı Hakk’ın hikmet ve maslahatına uygun olarak cereyan edeceğini bilmemiz gerekir.
Bu itibarladır ki bazen bu cezalandırma sadece şefkat tokatları şeklinde gelir. Zira bazı insanların ders alması adına bu, yeterli olur. Fakat başkalarının aklını başına alması için daha ciddi kahır tokatlarına ihtiyaç vardır; dolayısıyla da bunlar daha ağır bir cezaya çarptırılır. Bazıları gazap tokadıyla, bazıları tenkil (şiddetli/ibretlik ceza) tokadıyla, bazıları da ibâde (kökten kazıma) tokadıyla cezalandırılır. Evet, ceza bazen hafif, bazen ağır gelir. Kâh olur, Allah zalimlerin ellerindeki bütün imkânları almak suretiyle onların kollarını kanatlarını kırar. Kâh da إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ “Eğer dilerse sizi ortadan kaldırır ve yerinize yepyeni bir kavim getirir.” (Fâtır Sûresi, 35/16; İbrahim Sûresi, 14/19) âyetinin de işaret ettiği üzere onları toptan yok eder ve yerlerine yepyeni insanlar getirerek toplumun kaderine onları hâkim kılar. Evet, Allah (celle celâluhu), bu konuda nasıl isterse öyle hükmeder.
Siz Kendinize Bakın!
Esasında bütün bu zikredilen meseleler, doğrudan bizi alâkadar etmez. Zalimlerin cezasını bulması, Allah’a kalmıştır. Bize düşen ise Allah dostu olabilmenin, O’nun zimmetine girebilmenin yollarını aramak, yürüdüğümüz çizginin doğru olup olmadığına bakmaktır. Acaba biz hakikaten taşımış olduğumuz vasıflar itibarıyla âyetlerde zikredilen müjde ve mükâfatlara nail olmaya ehil miyiz? Acaba imanımız sağlam mı? Takva dairesi içinde miyiz? Dinin emirlerini yaşama mevzuunda ne ölçüde hassasiyet sahibiyiz? Tekvinî emirleri doğru okuyabiliyor ve hayatımıza düzgün tatbik edebiliyor muyuz? Kendi davranışlarımıza bakarak maruz kaldığımız felaketlerin gerçek sebebini bulabiliyor muyuz?
Kur’ân’da anlatılan Hz. Yakûb’un (aleyhisselâm), إِنَّمَۤا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِۤي إِلَى اللّٰهِ “Allah’ım, ben dağınıklığımı, perişaniyetimi ve tasamı Sana şikâyet ediyorum.” (Yûsuf Sûresi, 12/86) şeklindeki duası bize bunu ders verdiği gibi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşadığı sıkıntıyla ilgili Tâif dönüşü Allah’a arz ettiği, اَللّٰهُمَّ إِلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ “Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum.” (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/211-212; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/266-269) şeklindeki yakarışları da bizim öncelikle kendi içimize yönelmemizin ehemmiyetini göstermektedir.
Tâif’te müşrikler Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) önce dilleriyle eziyet etmişler, sonra da O’nu taşlamış/taşlatmışlardı. Öyle ki mübarek ayakları kanlar içinde kalmıştı. Fakat O, müşriklerin yaptıklarına hiç aldırmadan Allah’a karşı kendi durumunu arz etmişti. Esasında O, hiçbir zaman hor ve hakir bir insan olmadığı gibi, âciz ve zayıf bir insan da değildi. Bir insan Efendimiz’e karşı bu tür sözler söyleyecek olsa, dinden çıkar. Bu açıdan O’nun bu yakarışlarını Allah’la kendi arasındaki münasebet açısından değerlendirmek gerekir. O, kendi ufku açısından Rabbine karşı iniltilerini seslendirebilir. Fakat bizim O’na öyle bakmamız kesinlikle yanlıştır.
O, bunları söyledikten sonra da, إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلَا أُبَالِي “Eğer Sen benden razı isen, bana karşı gazabın yoksa çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam.” diyerek, tefviz ve sika ufkunda hâlini Cenâb-ı Hakk’a arz ediyor ve aynı zamanda bu sözleriyle bize de önemli bir ders veriyor.
İşte bu sebepledir ki başımıza herhangi bir yerden bir toslama geldiği, ayağımızın altındaki faylar oynamaya başladığı, birileri tarafından önümüz kesildiği, yürüdüğümüz yollar harap edildiği veya köprüler yıkıldığı zaman ilk yapmamız gerekli olan şey, kendimize bakmak ve bütün bu hususlarda nerede durduğumuzu bir kere daha kontrol etmektir. Biz kalkıp başkalarının hesaplarıyla meşgul olacağımıza, derin derin kendi hesaplarımız üzerinde düşünmeliyiz. Allah’ın velâyetini elde etme adına gerekli donanıma sahip olup olmadığımızı kontrol etmeli ve eğer bu konuda bir kısım eksik ve gediklerimiz varsa öncelikle bunlarla meşgul olmalıyız. Maruz kaldığımız bu tür sıkıntılar karşısında başımızı yere koymalı ve Allah’a karşı tazarru ve niyazda bulunmalıyız. Zira bütün bunlar Allah’a karşı sadık ve vefalı olmanın, O’na dayanıp güvenmenin bir ifadesidir. el-Kulûbu’d-dâria’da yer alan büyüklerin dualarına bakacak olursanız, onların da hep aynı yolu takip ettiklerini ve sürekli kendi nefisleriyle hesaplaştıklarını görürsünüz.
Esasen hadisin devamında yer alan şu ifadeler de mü’minlere Allah’a yaklaşmanın, vilâyeti elde etmenin ve aynı zamanda kendilerine düşmanlık yapan insanların şerrinden korunmanın yolunu göstermektedir: “Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli hiçbir şey ile Benim kurbiyetime mazhar olamaz. Bir de kulum nafileler ile Bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık Ben onu severim. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli olur ve onu hep doğruya yürütürüm. Böylesi bir kul Benden bir şey isterse istediğini muhakkak ona veririm. Bana sığınırsa onu hıfz ve sıyanetim altına alırım.”
Hâsılı, şayet mü’minler bu konularda kendilerine düşeni yapıyor, Allah’a sağlam bir kulluk ortaya koyabiliyor ve O’na dost olmanın gereklerini yerine getirebiliyorlarsa, Cenâb-ı Hak da er veya geç onlara düşmanlık yapanların haklarından gelecektir. Zira tarih, bunun misalleriyle doludur. Hatta kâmil mü’minler, başlarından geçen hâdiseleri dikkatli bir nazarla süzecek olsalar, hiç kimsenin başıboş bırakılmadığını ve onlara kötülük yapan bazı kimselerin nasıl cezalandırıldıklarını ayan beyan müşahede edebilirler.