Müslümanlığı Üstad'ın bakışıyla yeniden okumak
Şimdilerde "Müslümanlığı bir kere daha okuyalım" deniliyor. Kanaatimce, Müslümanlık mutlaka yeniden okunmalı ve anlaşılmaya, yaşanmaya çalışılmalıdır; fakat, onu okurken kullanılacak üslup çok önemlidir. Bu okuma mutlaka Üstad'ın ortaya koyduğu şekilde yapılmalıdır. Onun okuma tarzında şu husus çok önemlidir: Kur'anı Kerim'in, muhtevâsı, mânâsı ve derinlikleriyle anlaşılması nasıl zarurî ise; tekvinî emirler diyeceğimiz kainat kitabının, veya kainat meşherinin (sergisinin), en azından onun yeryüzü salonunun okunup anlaşılması da zarurîdir. O kainat ki, Kur'anı Kerim onların tercümesi, sözlü açıklayıcısı ve açık bir delili olmuştur. İşte Kur'an ve kainat iki kitaptır ve ikisi beraber okunmalıdır.
Evet, bu iki kitabın okunması da birer vecîbedir. Kur'ânı Kerim'in yanında, kainatın ve tekvinî emirlerin de çok iyi tahlil edilmesi, hayatın bütün kanunları ve kurallarıyla bu Kur'anî ve tekvinî emirlere göre şekillendirilmesi şarttır. Bununla beraber, teşriî emirlerin karşılığı büyük ölçüde ahirette verilir. Yani, Kur'ânı Kerim'le gelen emirlere uymanın ücreti öteye bırakılır, riayet etmemenin cezası da yine ahirette verilir. Tekvinî emirlerin cezası ise büyük ölçüde dünyada tatbik edilir, kısmen de ahirete bırakılır.
Tekvinî emirlere uymanın ahirette de cezası olduğunu sürekli söylüyorum. Çünkü onları iyi okuma, değerlendirme ve uygulama terakkiyatı hâzıranın, dünyadaki zenginliğin önemli yanlarından, esaslarından ve argümanlarından biridir. Size başkalarının bakışı, hakkınızdaki takdirleri ve sizi kabul etmeleri de çok önemlidir. Çünkü o bakış, takdir ve kabule göre sizi değerlendirir, saygı duyar ya da duymaz, sizi dinler ya da dinlemezler. İşte, eğer sizinbizim ihmalimizle yeryüzünde Müslümanlar sefaletin temsilcisi gibi görünürlerse ve bundan dolayı da kimse onları dinlemez, onlara değer vermezse, inananlar inandırıcı olamazlar. Bu sefalet İslâm'a ve Kur'an'a fatura edilir. Dine sıcak bakan, yakın duran birkaç insan varsa onlar da bizim halimize takılır. Bu açıdan da, tekvinî emirlerin çok iyi okunup değerlendirilmesi, onun yanında teşriî kurallara da hassasiyetle riayet edilmesi çok önemlidir.
Ayrıca biz, "Takva" mülahazamızı da, bu iki emrin ikisine birden riayet etmeye bağlıyoruz. Bize göre, Kur'ânı Kerim'den tam istifade etmek, hem tekvinî emirleri çok iyi okumaya, hem de teşriî emirler karşısında çok hassas yaşamaya bağlıdır ki, zaten insan ancak bu hususa dikkat ederse hakiki muttakî olur.
Çok defa üzerinde durduğumuz gibi, takvâ kelimesi, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer'î ıstılahta takvâ, Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O'nun azabından korunma cehdidir. Ayrıca, bazen korku, takvâ tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir.
Bir de az önce ifade ettiğimiz üzere, takvânın oldukça şümûllü ve umumî mânâsı vardır ki; o, dinî prensipleri tam bir hassasiyetle görüp gözetmeden şerîatı fıtriye kanunlarına riayete; cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan cenneti semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki çağrıştıran şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına benzemekten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder. İşte bu mânâda takvâ insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki: "Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır." (Hucurât, 49/13) âyeti kerimesi de buna işaret etmektedir.
İşte, klasik tarifiyle takva, haramlardan kaçınma, farzları yerine getirme ve şüpheli şeylerden tevakkîde bulunma; hatta daha ilerisinde bazı mübahları "şüphelidir" diye terk etme şeklinde yorumlanır; ahlak ve tasavvuf kitaplarında bu şekilde anlatılır. Fakat, eğer tekvinî emirlerin okunması, yorumlanması, değerlendirilmesi o kadar önemli ise, takvanın mutlaka onunla da irtibatlı olması lazımdır. Tekvinî emirlerin de, takva adına riayet edilmesi gereken kurallar olarak kabul edilmesi gereklidir.
Tekvinî emirlere dair kurallar vardır ve insan, o kurallara riayet etmezse cezalandırılır. Mesela, akrobasi yapan birisi, yerçekimini hesaba katmazsa tabiatın bağrına konan o kural affetmez o akrobatı. Allah'a (cc) karşı yaptığınız bir kusur ve kabahatı, ihtimal Tevvâb u Gaffâr affeder; cezalandırmaz sizi. Fakat, harikulâdeden bir şey olmazsa, sebepler planında o akrobat yerçekimine saygı göstermemesinin, ona hürmet etmemesinin cezasını görür. Öyleyse, kurallara riayet ederek Allah'a (cc) sığınma, O'nun vikayesine girme de takva demektir.
Kâmil mümin de, bu iki kitabı beraberce mütalaa edip emirlerine uyan mümindir. Bu hususta eksikleri olan insanın, müminliğinde de o derece eksikliği ve kusuru vardır. Bu kusur ötede sorulur mu, sorulmaz mı? Müslümanlığa getirdiği olumsuz yanları itibariyle sorulabilir. Tekvinî emirler bile sorulabilir. Mesela, hicri üçüncüdördüncü asır, bir yönüyle belki bizim rönesansımız sayılır; o tedvin dönemi çok gözalıcıdır. O dönemde, müthiş beyin fırtınaları yaşanmıştır. Allah (cc) müminlere, "Neden bu meseleyi daha dördüncü asırda öldürdünüz, ileriye getiremediniz?" diye sorabilir. "Neden verici iken dilenci haline geldiniz? Neden sizin bir yere kadar getirdiğiniz şeyleri Batı aldı değerlendirdi de, siz onlara karşı gâfilâne yaşadınız?" diye sorabilir. Çünkü, bu mevzudaki eksiğimiz ve gediğimizin hepsi İslâm'a fatura edilmiştir/edilmektedir.
Evet, biz tekvinî emirleri de tahlil etmeli ve sebeplerin hakkını da vermeliyiz. Bu mevzudaki ölçümüz de şu olmalı: Sebeplere öyle riayet edeceksin ki, dıştan bakanlar seni bir determinist sanacaklar. Fakat, her işin sebeplerini yerine getirip neticeyi öylesine Allah'tan (cc) bekleyeceksin ki, öyle bir tevekkül, öyle bir teslim sergileyeceksin ki, hatta öyle bir tefviz ve öyle bir sikaya tutunacaksın ki, bu halini görenler "Bu adamın sebeplere saygısı hiç yok." diyecekler. Yani; bu iki hususun bir yönüyle kesiştiği nokta müminin duracağı noktadır; sebeplere riayette hiç kusur etmemek ve her işin neticesini Allah'tan beklemek, O'na vermek.
Üstad Hazretleri, "Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimizle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur." diyor.
Bu sözü, meşrutiyet yıllarında, daha Cumhuriyete de gelinmemişken İstanbul'da söylüyor. Üç düşman: cehalet, fakirlik ve bir de iftirak (ayrılmak, bölünmek) diyor. Hiç değişmiş midir bunlar? Senelerdir düşman cephesi aynı cephedir.. ve bu koskoca bir İslâm aleminin derdidir. Zamanında Batılılar, bizi parça parça etmiş, Osmanlı'nın bir kasabası olan Ürdün'ü devlet yapmışlar. Bir eyalet olan, başında sadece vali bulunan Suriye'yi, bir valiyle idare edilen Irak'ı devlet yapmışlar. Böyle parçalanınca, istenildiği gibi idare etmenin de kolay olacağını düşünmüşler.. "Onları zaman zaman birbirleriyle vuruştururuz; birini diğerinin aleyhine destekler, onu öbürünün üzerine süreriz..." demişler.
Bizi hem iftirakın pençesinde paramparça etmiş, birbirimizle boğuşturmuş ve hem de fakr u zaruret içinde aleme dilenci yapmışlar. Devleti Aliye bir taraftan iç ve dış hasımların baskılarıyla, balyozlarıyla parçalanmış; diğer bir yandan da duyûnu umûmiye altında ezilmiş. Bazı yerleri harp tazminatı olarak verip oralardan çekilmiş. Edirne bu şekilde feda edilen yerlerden biriydi. Sonra istirdat yaşadı o güzelim şehir. Oranın yaşlılarından defaatle dinlemiştim; "Üç yüz küsür cami vardı." derlerdi. Ben oradayken yirmi tane ibadete açık cami vardı. Hattâ, bir zamanlar fakülte vazifesi görmüş, İkinci Murad tarafından yaptırılmış ve belki Fatih'in de orada eğitim gördüğü yerler maalesef harabe olmuştu.
Fakr ü zaruret, ihtilaf ve cehalet marazlarımız bugün de değişmedi. Bugün de cehalet baş belamız. Fakirlik ve aleme karşı el açıp dilencilik yapma kaderimiz. O gün duyûnu umumiye ile yıkılmışız, bugün de maalesef belimizi çatırdatan borçtur. Belki bir gün, belki şu anda da öyledir borçlarımızın faizlerini ödemeye bile gücümüz yetmeyecek. Faiz terâkümüyle o borç daha da kabaracak ve şişecek. Bu açıdan da, her Müslümanın dünyayı iyi bilmesi lazımdır. Elden geldiğince hırsa girmemeli; ama milleti ve dini için zengin olmaya çalışmalı; "Ben çok zengin olmalıyım, Allah'ın izni ve inayetiyle bu sayede dinime hizmet etmeliyim, başkalarına da örnek olmalıyım." demelidir.
İhtilafa gelince, maalesef o da hala bize düşman. Yakın ve uzak komşularımız hala eski anlaşmazlık ve kavgaları sürdürüyor ve onları günümüze taşıyorlar. Mesela, Ürdün ve Suriye televizyonları, Cemal Paşa'nın zatında Türkleri karalayan filmi ısıtıp ısıtıp sürekli gösteriyor. Siz, "Devleti Aliye'nin yıkılması, bölgede muvazenenin bozulması açısından tarihte işlenmiş en büyük bir cinayettir." diyorsunuz; bundan sorumlu olanlar ve onların torunları hatalarını anlasın, "Geçmişte hata ettik; ama şimdi ettiklerimize nadim olduk, ağlıyoruz." desin diye bekliyor ve gelecek adına ümit besliyorsunuz; fakat, onlar geçmişte kin ve nefrete sebebiyet vermiş o hadiseleri dipdiri günümüze taşıyorlar, yeniden o duyguları tahrik ediyorlar. Arkadan gelen nesillere "aman, sakın birbirinizle dost olmayın, birleşmeyin; bakın, bunlar size neler yapmışlar.." diyorlar.
Geçen akşam haberlere bakmak istemiştik; bir Ürdün televizyon kanalında aynı filmin değişik bir versiyonuna tevafuk ettik. Maalesef, filmde Osmanlı erleri gavur gibi ve tavırları da hile, hud'a, insanları istihkar etme ve ahlaksızlık şeklinde gösteriliyordu. Kendi atalarını da sürekli "Allah" diyen, dillerinde hep "lâ ilâhe illallah" bulunan insanlar olarak gösteriyorlardı. Ve maalesef, gelecekte de o birliği bozmak için lazım gelen her şeyi yapıyorlardı.
İhtilaf da hala saldırma zemin ve zamanı arıyor bizim dünyamızda.. boğuşmak, yaka paça olmak ve birbirini vurup kırmak için zemin yine hazır. Düşmanlık adına gereğinin çok üstünde bir gerilim yaşanıyor dört bucakda. Belki halklar olarak birbirimize sempati duyuyoruz; ama idare edenler.. ve onları idare edenler, birbirimizi kabullenmeyi, konumlarımıza saygılı olmayı istemiyorlar. Ve binlerce teessürle ifade etmeliyim ki, yeni senelere de yine o iftirak ve ihtilaf düşünceleriyle ve birbirimizi yemekle gireceğiz; yine fakr u zaruret içinde, borç altında ezileceğiz. Ve yine cehalet ağa elinde asası başımızın üzerinde dönüp duracak.
İşte, Bediüzzaman Hazretleri, bu tehlikeye karşı bir çare söylüyor; san'at, marifet ve ittifak silahlarıyla düşmana karşı koymayı teklif ediyor. Müslümanların, bir taraftan kendi aralarında vahdeti tesis ederken, diğer taraftan sebepleri yerine getirmek suretiyle zengin olmayı düşünmeleri gerektiğini ve bir başka taraftan da eğitim seferberliği yaparak, seviyeli bir eğitim ortaya koyarak cehaleti yenmenin lüzumunu belirtiyor.
Kendisi yapamazdı bunu. Çünkü, o gün Üstad, ne bu derdi dinleyecek insanlar, ne fedakar öğretmenler, ne okul yapma, açma imkanları ve ne de kitap basmak için para bulabilirdi. Ama günümüzde onun işaret ve iş'arları altında bütün bunlar yapılabilir. Bugün ülkemizde bir sıkışıklık ve maddi zorluk vardır; ama sıkışmadan da olmuyor ve hiçbir devirde sıkışmadan da olmamış. Efendimiz (sav) irtihâli dârı bekâ buyurduğunda kalkanı bir yahudide rehindi. Kalkanını rehin vermiş, üçbeş kuruş para almıştı ve onu ödeyemeden gitmişti. Sonra kendi hakkına düşen şeylerden onu ödediler ve Efendimiz'in (sav) kalkanını istirdad ettiler. Fakat, söylemek istediğim odur ki, Kainatın İftihar Tablosu bile çok zor günler geçirmiş, bazen pek çok meşakkate katlanması gerekmiştir. Bugün ise, ekonomik krize ve maddi sıkıntıya rağmen, ülkemiz finansman ve eğitilmiş insan açısından zannediyorum yeterli kadroya ve imkanlara sahiptir.
Öyleyse, bizim insanımız, ellerindeki bu imkanları iyi kullanmalı, her taraftaki eğitim seferberliğine destek olmalı; okullar açmalı, burslar vermeli ve istidatlı her talebenin okuyabilmesi için şartlar hazırlamalı; bunu yaparken bir birlik tesis etmeli ve bu birliği insanlık paydalarında buluşma şeklinde evrensel hale getirmeli ve tekvinî kanunları gözeterek fakr u zaruretten de kurtulma yolları aramalı ve bulmalıdır.
- tarihinde hazırlandı.