Muhasebe ve hüsnüzan
Ben kendi hakkımda düşünürken demeliyim ki, "Her namazdan sonra uzun uzun tesbihat yapmam, her gün Mecmûatü'l Ahzâb'tan bir bölüm okumam, biriki saatımı zikre, fikre vermem katiyen benim durumumda olan bir insanın şükür mukabelesi sayılamaz. Bu kadarcık bir evrâd u ezkârla bana dense dense "tembel" denir, "miskin, uyuşuk" denir. Ama bu hizmeti imaniye ve Kur'aniye'deki arkadaşlarımı düşünürken, onlar namazlarının sonunda ister herkesin bildiği "Sübhânallah, Elhamdulillah, Allahuekber" şeklindeki malum tesbihatı yapsınlar, isterse de "Yâ Cemîl Yâ Allah…" diyerek Esmâi İlâhiye'yi uzun uzun saysınlar, "inşaallah vazifei ubudiyetlerini, genel durumun ve şartların müsaadesi ölçüsünde yerine getiriyorlardır" demeliyim. Onlar hakkında kat'iyen hüsnü zan etmeliyim. Kendim hakkında da hüsnü zanna zerre kadar yer vermemeliyim.
Yoksa biraz evvel bahsettiğim şekilde, insanlar hakkında "Hiç kimse sorumluluğu ölçüsünde Allah'ı anmıyor" diye bir mülahazaya girersem sûi zan etmiş olurum. "Bunlar ne zikir, ne fikir, ne de şükür vazifelerini hakkıyla eda edemiyorlar." dersem sûi zanna saplanmış olurum. O da tehlikelidir ve kaybettirir. Her zaman tekrar ettiğim bir mülâhazayla bağlayayım bunu; Kendimiz hakkında sürekli suç arayan, suç derleyen, tevsîi tahkîkatta bulunan bir savcı gibi davranmalıyız. Ama başkaları hakkında da, onların fahrî avukatı gibi olmalı, hep onları müdafaa etmeliyiz. Başkaları hakkında hüsnü zan, kendi hakkımızda da sürekli muhasebe esasına bağlanmalıyız.
Buraya bir küçük haşiye daha koymak istiyorum: Ben ölçü olmasam da bazen canımı sıkan şeyler oluyor. Meselâ, namazda imam arkasında ses çıkarmalar oluyor. Birisi durup dururken boğazı sıkılıyor gibi sesli sesli "Allaaahuekber" diyor; "ettehiyyaaaaatü lillaaaahi vessalavaaaatü" diyor. Dinde böyle bir sorumluluk yoktur. İnsan kendi kendisi duyacak, anlayacak kadar söylemelidir. Şimdi bu harekete bir zaviyeden bakınca "Bu bir riyadır" dersiniz. Vâkıa, duyurmaya matuf olan şeylere riya değil "süm'a" denir. Göstermeye yönelik hareketlere, kendini ihsas etmelere de "riya" denir.
İşte birinin böyle bir hareketi karşısında aklımıza o şahsın süm'a yaptığı gelebilir. Meselâ, gece erkenden kalkıyor, kapıları sertçe açıp kapatıyor, su sesini duyuruyor bize. İçimize "Acaba daha sessiz yapamaz mı bunu? Allah'a doğru yaptığı bu yolculuğu sessizlik içinde götüremez mi? Çok inceyse şayet, inceliğini ortaya kalınlık şeklinde koymak suretiyle hakkında sui zan ettirmemeli değil mi?" gibi duygular gelebilir. Bu meselenin bir yanı. Fakat bu türlü meselelerde biz, neden o adam hakkında böyle düşünürüz? Çünkü, bir insan, ibadet ü tâata, o ibadet ü tâat teşri kılınırken söz konusu olmayan meseleleri iradî olarak katarsa Allah'a ibadete başka şeyleri karıştırmış olur. Dinde, imamın arkasında boğaz sıkılıyor gibi ses çıkarmak diye bir şey yoktur. İbadet ü tâat yaparken ses çıkarılacak diye bir şey yoktur. Bunların hepsi süm'adır dinimize göre. Ve dolayısıyla bu tür hareketlere riya ve süm'a nazarıyla bakılır.
İnsanın kalbinde öyle kendini harap edecek kadar bir incelik yoksa, içinde bulunduğu manevî hava itibarıyle gerçekten boğazı sıkılır gibi olmamışsa, "Allah" dendiği zaman halinde bir değişiklik olmuyor, aynı kararında devam ediyorsa çok iyi bir kul hali sergilemek onun hakkı değildir. O, o seviyenin insanı değildir ki halkın içinde "Allah" diye seslensin. Onu iradesiyle ve düşünerek söylediyse, mani olabileceği halde olmayıp söylediyse riya ve süm'a yaptı demektir.
Bu, temelde ibadetin içinde olmayan bir şeyi ibadete karıştırma demektir. Onun için Allah Rasûlü (sas) riya hakkında "debîbü'n neml" buyuruyor. Yani, karanlık bir zeminde bir karıncanın yürürken bıraktığı izler gibi bir şeydir riya.. farkına varamazsınız, ibadetinizin içine girer de farkedemezsiniz.
- tarihinde hazırlandı.