Önsöz
Kur’ân-ı Kerim öyle bir kitaptır ki, onun her bir cümlesinin, her bir kelimesinin, hatta her bir harf ve harekesinin çok yönleri vardır; o, her bir muhatabına ayrı ayrı kapılardan hissesini verir. Aynı âyeti okuyan sıradan bir insanla bir şairin, bir edibin, bir ilim adamının ya da bir filozofun anlayacağı şeyler farklı farklıdır.
Kur’ân, harika bir şekilde birbirine uzak ya da yakın bütün konuları ihtiva etmektedir. İnsan ve insanın vazifesi, kâinat ve “Kâinatın Yaratıcısı”, yeryüzü ve gökler, dünya ve ahiret, geçmiş ve gelecek, ezel ve ebedle alâkalı konuları bir arada anlatmakla beraber; bir damla sudan yaratılan insanın ta kabre girinceye değin, yemek ve yatmak âdâbından kaza ve kader konularına, kâinatın altı günde yaratılmasından rüzgârların vazifelerine kadar pek çok mevzuyu beyan etmektedir.
Kur’ân-ı Hakîm, her asırdaki insanların her bir tabakasına, doğrudan doğruya sadece o tabakaya hususî müteveccihmiş gibi hitap etmektedir. İnsanlığın bütün tabakalarına, her nev’e, her taifeye muvafık gelecek bir ders vermektedir. Hâlbuki ders birdir, ayrı ayrı değildir. Öyleyse, aynı derste ayrı ayrı derece ve tabakalar vardır. Her insan kendi derecesine göre, Kur’ân’ın perdelerinden bir perdeden kendi ders hissesini almaktadır.
Evet, Kur’ân’da her şey vardır; fakat muhtelif derecelerde ve çeşitli hüviyetlerde içtimaî düsturlar ve kevnî kanunlar hâlinde, insanların çalışmasına ve gayretine terettüp eden nüve, çekirdek ve tohumlar şeklinde vardır.
Abdurrezzak’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Muhakkak her âyetin zâhiri ve bâtını, bir haddi ve müttalâ’ı (yani açık ve işaret yollu mânâları) vardır; bundan başka, her bir âyetin dalları ve şubeleri vardır.”[1] buyurmaktadır.
İmam Gazzâlî’nin İhyâ’sında işaret ettiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’in sarih ve zâhirî mânâlarını havas gibi avam da anlayabilir; batınî ve gizli mânâlar ise müdakkik ve mütefekkir ilim erbabına mahsustur. Kur’ân’ın “İlimde kök salıp, derinleşenler.”[2] diye tavsif ettiği gavvâslar, o ummana dalıp inci mercan çıkarırlar. Ama herkes o ummana dalmaya güç yetiremez, herkes ondaki cevheri görüp takdir edemez. Antika bir eşyaya demirciler çarşısında ancak ağırlığı kadar kıymet verirler; fakat antikacının yanında paha biçilmez bir değeri vardır onun. Demek ki, Kur’ân’da çok şey, ancak çalışma, tefekkür ve ilhamla erbabının anlayabileceği nişanlar, işaretler, alâmetler ve ipuçları hâlinde bulunmaktadır.
Kur’ân, bu özellikleriyle bir üslûp ortaya koymuş ve onun her devirdeki has talebeleri üstatlarından öğrendikleri bu üslûbu kullanmışlardır. Muhataplarının anlayış ufuklarına göre konuşmuş; kendilerini dinleyen herkese onların idrak seviyelerine göre bir şeyler vermiştir.
Asıl ismi Hamid olan ve “Somuncu Baba” lâkabıyla bilinen Hak dostu, bu hususta çok meşhur olmuştur. Rivayete göre, Bursa Ulu Cami’nin açılışı sırasında başta Yıldırım Bayezid Han, sarayın damadı Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî ve ulemadan pek çok kimse Ulu Cami’yi doldurmuş; padişah, caminin açılış hutbesini okumak üzere Emir Sultan’a vazife vermiş; o da “Sultanım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Hutbeyi okumaya layık zat, şudur.” diyerek, Somuncu Baba’yı göstermişti. Somuncu Baba, hutbede, Fatiha sûresinin yedi türlü tefsirini yapmıştı. O öyle bir tefsirdi ki, konuşmasının ilk bölümünü herkes anlamıştı; fakat daha sonra insanlar Somuncu Baba’yı başka bir lisan konuşuyor zannetmişti ve anlattıklarından nasiplenmek, sadece o dönemin en dikkatli ve bilgili âlimlerine nasip olmuştu. Meselâ, Molla Fenârî Hazretleri, “Somuncu Baba, bizim Fatiha sûresindeki pek çok müşkülümüzü halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsir kâfidir.” demişti.
Başlangıçtan buraya kadar söylediklerimiz kısa bir giriş sayılabilir. Bizim için önemli bir mevzuyu açıklama adına böyle bir girişi uygun gördük. Her şeyden önce ifade etmeliyiz ki, bu kitapta okuyacaklarınız Muhterem Hocamızın ilim, amel, zühd ve takva buudunu göstermekten âciz kalmıştır. Bu kitabın bir şanssızlığı, Hocamızı azamî derecede anlayan ve anladıklarını kaleme alıp başkalarıyla da paylaşan ilmi engin bir insanın elinden çıkmayışıdır.
Somuncu Baba’nın bir hutbede yedi perdeden tefsir yapmasının ne demek olduğunu Hocamızı dinlemeseydik anlayamayabilirdik. Oysa çoğu zaman, bir bardak çay içecek kadar bir zaman diliminde dinlediğimiz öyle ifadeler olmuştur ki, daha sonra onu aramızda mütalaa ettiğimizde, Kur’ân’a ve Sünnet’e vâkıf olan insanların “Şu kelime ile şu âyete imada bulundu; şu cümle falanca hadisin şerhi idi...” dediklerini duymuşuzdur. İşte, eğer bu kitaptaki mevzuları kaydeden ve bir araya getiren insan, ilmi engin, idrak ufku yüksek biri olsaydı, Hocamızın ifadelerindeki daha üst perdeleri aralar, derin ilmî tahlilleri de anlar, onları da kaydeder ve sizlere ulaştırırdı.
Kabaca ve avamca bir tasnif yapacak olursak göreceğiz ki, Hocamızın konuşmalarında, pek çok mevzuda yanlış mecralara çekilen ve Kalbin Zümrüt Tepeleri’yle tekrar kendi istikametine yönelen tasavvuf yedinci perde, fıkıh usulü altıncı perde, tefsir beşinci perde, hadis dördüncü perde, siyer üçüncü perde, vaaz u nasihate müteallik beyanlar ikinci perde ve normal konuşmalar da birinci perdedir. Onu dinleyen herkes mutlaka bir şeyler öğrenir, içinden kendi nasibini alır. Fakat dinleyip anlayanlar arasında en tâli’liler, en çok zevk ve lezzet alanlar, en çok bilenlerdir. Belli bir ilmî seviyesi olan insanlar, onu dinlerken kelime, cümle ve paragraflar arasına pek çok hakikatin gizlendiğini, bazen tek bir kelimede bir kitaplık ders verildiğini görürler. Meselâ, bir hadisle alâkalı sadece “ iltica buudlu haşyet” sözünü duyar; duyar da bu enfes ifadeye sığdırılan sayfalar dolusu mânâ karşısında mest olurlar. İşte sözlerimizin başında, onu gereğince anlamaktan ve anlatılan hakikatleri azamî derecede kaydedip değerlendirmekten âciz kaldığımızı itiraf ediyor; bu kitabın, Hocamızın ilim, kalb ve ruh hayatı, zühd ve takvası adına çok küçük bir ayna olduğunu belirtmek istiyoruz. Öyleyse neden cüretkârca davranıp böyle zor bir işi yapmaya kalkıştık. Bunun tek bir cevabı var: Hani anlatılır ya, bir zamanlar devrin hükümdarı, otağını Fırat Nehri’nin başına kurar. Halk, sadece toprağa değil kalblere de hükmetmesini bilen sultanı çok sever ve herkes bu hayırlı insan tarafından tanınmak ve sevilmek ister. Bu sebeple bazı günlerde sultanın huzuruna çıkar, ona hediyeler götürürler. Zenginlerin ve imkânı olanların kıymetli hediyeler takdim ettiği bir gün, bir fakir de sultana yaraşır bir hediye arar. Değerli hiçbir şey bulamayınca evindeki bir tarafı kırık testi aklına gelir. Köyün buz gibi suyundan testiyi doldurur ve yola revan olur. Az sonra karşılaştığı birisi, ne yaptığını, nereye gittiğini sorup öğrenince alaylı bir şekilde, “Bilmiyor musun, sultan suyun kaynağında oturuyor. Hem sizin çeşmenin suyu da onun!” der. Fakir adam kızarır, yutkunur, kelimeler boğazında düğümlenir ve “Olsun” der, “Sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Sultana has hediyem yoksa da, onun suyunu ona takdim etmeye müştak ve onun sevgisiyle dolu bir gönlüm var.”
İşte biz de, elimizdeki Kırık Testi’mizle “Sultan”a hediye takdim etmeye niyetlendik. Bizim hediyemiz de, onun nasip ettiği güzellikleri sizlerle paylaşmak olsun istedik. Bir iki arkadaş, mübarek bir çeşmeye yakın olma nimetinin şükrünü, o çeşmenin suyunu mümkün olduğu kadar çok insanla paylaşmakla eda edeceğimize inandık. Önceleri hatırlamamıza yardımcı küçük notlar tutuyorduk; fakat bu şekilde pek çok şeyi de kaçırmış oluyorduk. Daha sonra, anlatılanları eksiksiz ve değiştirmeden aktarmak için bir gazeteci hassasiyetiyle kayıtlar yapmaya başladık. Kaydettiklerimizi kompoze ve tashih ettikten sonra ortaya çıkan metinleri aramızda mütalaa ettik.
Aslında gönlümüzün arzusu daha başka, muradımız daha büyüktü... Keşke onun hayatını size olanca saflığı, duruluğu ve ötelerden gelen kokusuyla aksettirebilseydik. Keşke, hayatının her karesine sinen İslâm edebini ve Müslüman tavrını bir sinema ekranıyla an be an gösterebilseydik. İşte herkesin görüp kendine ders çıkarmasını arzuladığımız sahnelerden bazıları: Ziyaretçi kabul etmiyor. Randevu taleplerini uygun bir üslûpla geri çeviriyor. Çevrede üç dört tane Türk aile var. Onların çocukları bir çikolata kaynağı biliyorlar. Ne zaman canları çekse, Hocamızın bulunduğu salona giriyor, kapının hemen önünde boyunlarını büküyorlar. O, rahatsızlığına rağmen hemen kalkıyor, elleri çikolatalarla dolu olarak geliyor, çocukları sevindiriyor. Belki onlarca defa, çocuklar sevinçle giderken kendisinin yanaklarından domur domur yaşlar dökülüyor. Ve şöyle yakarışa geçiyor: “Ya Rabbi, bu el açan masum çocuklar, Senin rahmetinle beslenen şu fakirin gönlünde merhamet çağlayanı hâsıl ediyor. Sen erhamu’r-râhimînsin… Ben de el açıyor, Senin dergâhına yöneliyorum. Sen de benim elimi boş çevirme, ya Rabbi!... Bana rızanı ver ve beni de şu çocukların sevindiği gibi sevindir.”
İşte, iki büklüm koltuğundan kalkıyor. Odasına girecek... Kapı koluna tutunuyor, başını duvara koyuyor, bir kere daha o neşeli çocuklara bakıyor... “Ey Halık-ı Kerim’im ve ey Rabb-i Rahîm’im! Senin şu mahlûkun ve masnûun ve abdin, hem asi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem musin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu hâlde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatını itiraf ediyor...”[3] cümlelerini söylüyor… Söylerken de bir çocuk masumiyetiyle ağlıyor ve gözyaşlarını gizleyebileceği yere, odasına giriyor.
Bir mecmuada yazısını okuduğum bir arkadaşımız diyordu ki: “Ben bu dergiye her kelimesine gözyaşı dökülmemiş bir yazıyı göndermekten hayâ ederim.” Evet, keşke Hocamızın yazı yazarken içinde bulunduğu ruh hâletini, beyin sancılarını da gösterebilseydik.
Saat gecenin biri... Kapısı açılıyor. Hemen koşuyoruz. Hocamızın elinde bir tomar kâğıt, gözlerinde yaş. Kâğıtları yakmak için ateş arıyor. Sebebini sorma edasıyla ve merakla bakıyoruz. “Ehadiyet-Vâhidiyet” yazısını yazmaya başlamış. Birkaç gün süren fikir ve irfan fırtınasından sonra “Zât-ı Ulûhiyet”le alâkalı yazının birkaç sayfasını tamamlamış. Bir madenci tavrıyla, altın arar gibi, uygun kelime ve tabirler aramış. Yanlış bir şey söylemekten korkarak, tir tir titreyerek bazı ifadeler kullanmış. Ve sonra çok ağlamış, yanımıza çıktığında da ağlamaya devam ediyor ve “Ya Rabbi! Yoksa, ulûhiyet hakikatlerini çok mu hırpalıyorum? Kendi nefsimden mi konuşuyorum yoksa?” diyordu. Yazdıklarını, aldığı bütün notları, o bir tomar kâğıdı ve üç beş günlük emeği yakmaya niyetlenmişti. İstirham ediyoruz, tekrar okuyup bazı yerleri tashih etmesi teklifinde bulunuyoruz. O nazik insan, muhataplarını kırmamak için bir kere daha odasına yürüyor.
Hastanede, boğazından bir delik açıp oradan kalbe ulaşmış ve herhangi bir ani değişiklik ihtimaline karşı muvakkaten ihtiyatî pil bağlamışlardı. Yoğun bakım odasındaydı. Kolları iğne ve serumlardan dolayı delik deşik olmuştu. Vücudunda, elbisesinde ve üzerindeki örtüde kan lekeleri vardı. Yanına girdiğimizde üç şey söyledi:
“Annemi anlayamamışım meğer, son zamanlarında onun da kollarında serumlar bağlıydı. Onu o hâlde görmüş, üzülmüştüm. Demek ki, acısını yüreğimde tam duyamamışım. Ah anacığım!...”
“Namazlarımı oturarak kılmam gerekiyor. Abdesti de teyemmümle alıyorum. Çok utanıyorum Rabbimden. Ölmeden namazlarımı bir kaza edebilseydim!...”
“Keşke mü’minler biraz daha mütevazi olsalar. “Ben” demeseler, nefislerini toplum içinde eritseler. Bencilliğe girmeseler. Ve keşke, kardeş olmanın hakkını verseler...”
Çoğu zaman, karşılaştığımız insanlar öyle büyük zatların kerametlerini sorarlar. Biz, Hocamıza dair o türden pek çok örnek anlatabileceğimiz hâlde, başka keramet aramaya gerek olmadığını zannediyoruz. Onun senelerdir dost olduğu hastalıklarına rağmen ortaya koyduğu kulluktan büyük keramet mi olur! Önce Müslümanların ve sonra topyekün insanlığın problemleri karşısındaki ızdırabı, gece boyunca odasından gelen Kur’ân ve dua sesi, her anını Allah’ı görüyor ya da O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla yaşaması ve bu şuurun onun bütün hareketlerine yansıması, engin tevazuu ve mahviyeti en büyük keramettir. Gelin yine onu seyredelim: Doktorların ricası ve gözetimiyle bazen bahçeye çıkıyordu. Bir ağacın altına oturur oturmaz kitab-ı kebir-i kâinatın sayfalarını çevirmeye, onu dikkatle okumaya başlıyor. Etrafını müthiş bir tecessüsle süzüyor. Bir gün “yaprak” sayfasından ibret cümleleri okuyor; bir başka gün “çiçekler dünyası”nın sır perdelerini aralıyor. O konuşurken fizik “Allah” diyor, kimya “Allah” diyor, biyoloji “Allah” diyor. Onu dinleyenler hep bakıp da arkasını göremedikleri pencerelerin aralanmasıyla beraber karşılaştıkları manzaraya âdeta vuruluyor ve “Maşaallah!... Sübhanallah!” diyorlar.
Türkiye, onun için bir sevda... Anadolu’dan bahsederken Hocamızın yüzünde beliren hicran çizgilerini tariften âciziz. “Türkiye’nin değişik yerlerinden gelmiş topraklar var burada, Cennet’ten gönderilmiş Hacer-i Esved gibi hepsini odamın bir yerinde saklıyorum.” derken nasıl ağladığını resmetmeye gücümüz yetmez.
Fakat o, kader-i ilâhînin tecellîsine bin canla razıdır. Tek düşüncesi Cenâb-ı Hakk’ın rızasına ulaşmaktır. Dilinde hep şu sözler vardır: “Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm, Sana dehalet ediyorum ve Sana hizmetkârım. Senin rızanı istiyor ve Seni arıyorum.[4] (Ey bizi bu gurbete atan Allahım, bundan muradın ne ise onu vicdanlarımıza duyur!... Ve sadece duyurmakla kalma, bizi o duyguyla doyur. Bu işin hakkını vermeye, bu vazifenin gereğini yapmaya muvaffak eyle...)”
O, Cenâb-ı Hakk’ın bahsinden başka şeylerden memnun olmaz. Sadece Allah (celle celâluhu) konuşulsun ister ve şu tavsiyede bulunur: “Sözlerinizi ‘Sevgili’yle açın, ‘Sevgili’yle tatlandırın ve bir sonraki musahabeye kadar gönüllerinizi zinde tutacak ‘Sevgili’ bahsiyle tamamlayın. Önemli olan O’nu bulmaktır, başka şeyleri ve nefsimizi nazara vereceğimize ‘O...’ demektir. Niye öyle küçük şeylere takılacağız ki?... Kevn-ü mekânları evirip çeviren, kabza-i tasarrufunda tutan, tesbih taneleri gibi döndüren ‘Sonsuz Kudret’ varken, kıskançlık ve öldüren bir hırs derecesinde O’nu nazara vermek varken, niye sinek kanadı mahiyetindeki nefislerimizden bahsedeceğiz ki? Biz hep O’nu söylemeli, O’ndan bahisler açmalıyız. Mecnun’a deseniz ki; ‘Gel seninle sohbet edelim...’ Başlasanız söze; güllerden, çiçeklerden dem vursanız; o hayret içinde kalacak, ‘Bunlara ne oluyor ki, Leyla varken başka şeyden bahsediyorlar!’ diyecektir. O hâlde, biz niçin bütün gönüllerin ‘Leyla’sına karşı gafil yaşayalım? Gelin, hep onu konuşalım.”
İşte, bu kitapta bulacağınız hikmet incilerinden bazı örnekler: “Kendi aklımla buldum, bu başarılar benden’ sözü firavunların ifadesi. ‘Estağfirullah ya Rabbi, Sen verdin, Sen ihsan ettin! Tutmasaydın, biz burada duramazdık; bakmasaydın, görülüp gözetilen olamazdık. Tut bizi Allahım, tut ki edemeyiz sensiz!...’ yakarışı imanlı gönüllerin sesi.”
“Sadece ‘Allah’ deyin, her işinizin bereketini görün; kendinizi kat’iyen karıştırmayın işin içine. Yırtınsan da, çırpınsan da, ağlasan da, eğer kalbindeki ses O’na ait bir ses değilse, samimi değilsen sükût etmen, susman senin için daha hayırlıdır. Bir ‘Sübhanallah’ derken bile baktın ki gönlünün sesi değil; ‘Süb...’ de, kes onu.”
“Cennet’ten içeriye gireceğimiz ana kadar bizim kalbimize her şey girebilir. Kırdaki, bayırdaki deliklerde yılan, çıyan arayacağına, elindeki fenerini kalbine çevirmesi gereken bizlerin her hâlükârda çok dikkatli olmamız lazımdır.” “Benciller derler ki, ‘Ateş düştüğü yeri yakar.’ Bu söz, hodbîn ve egoist ruhların sözüdür. ‘Ateş çevresini de yakar.’ ifadesi ise bir parça diğergâm ruhların sözü. ‘Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar.’ sözüne gelince, bu, kâmil ruhların vicdanlarının sesidir. Günümüzde, dünyanın neresine ateş düşerse düşsün, kendi bağırları da yanacak duyarlılıktaki insanlara ihtiyaç vardır. Bilmem nerede, hangi vadide, hangi dağın arkasında, hangi mazlum çocuğun hâli, içine bir kıvılcım gibi düşecek insanlara...”
“Bugün İslâm âlemi öyle hâdiselerle karşı karşıyadır ki; mü’minler ölesiye dua etmeli ve ancak ‘Ya Rabbi! Saatlerdir yüreğimi yırtarcasına yalvarıyorum. Dahası, Senin rahmet ve mağfiretine güvensizlik izhar etmek olur’ duygusuyla ısrardan vazgeçmeli.”
“Tevbe arzusu gönlünüzde hâsıl olmuyor ve tekrar ona dönme ihtiyacı duymuyorsanız, çaresiz bir derde mâruz kalmışsınız demektir.”
“Rica ederim, O’nun uğrunda yüreğinizi parçalamadan yüreği parçalanmış insanlara lütfedilen şeyleri beklemeyin. O bazen ekstradan da lütfedebilir; ama umumiyetle aldığınız risk kadar, gösterdiğiniz gayret ve cehd kadar mükâfat vardır. Hele siz bir gecenize gündüz boyası çalın, O da sizin gecenizi gündüz yapsın. Siz dünya gecelerinizi gündüz yapın, O da ahiret karanlıklarını aydınlığa tebdil eylesin... Allah, eşiğine baş koyan yüzleri çiğnetmez ve mahcup etmez; yeter ki siz yürekten O’na yönelin ve ‘... edemem, Sensiz asla edemem...’ deyin.”
“Firdevsî gibi uzun ve yaldızlı bir destan keseceğinize Yunus gibi gönülden bir iki mısra ile seslenip, içinizin sesini gözyaşlarınızla ifade etmeniz daha kıymetlidir.” “Ümmet-i Muhammed’in çektikleri, sineme bir hançer gibi saplanıyor. Dünyanın dört bir tarafında ezilen, horlanan, mazlum ve mağdur durumdaki insanların hayali gözümün önünden bir türlü gitmiyor. Onların ızdıraplı hâli yanında yüce dinimizi tanımayan insanların vaziyeti de içime dert oluyor. Hatta bazen, ‘Benim en başta vereceğim bir canım var. Cenâb-ı Hak insanları barış içinde, diyaloğa açık, kendisine ve kullara karşı saygılı yapacaksa; bunun karşılığında da canımı alacaksa hemen alsın da o neticeyi hâsıl etsin’ diyorum.”
“Herkesin O’na doğru koştuğu, uçtuğu Cemâlullah’ı müşâhede meselesinde bile ‘Ya Rab! Tek gelmemek için şunu da yanımda getirmek istiyorum, bana bir dakika müsaade buyur’ desek sezâdır. Gerçi, vuslata karşı dayanma âşığın ölümüdür. ‘Bir dakika müsaade et’ demek bu mesleğin yolcuları için bir ölüm olsa da, onlar ‘Hele biraz daha yanayım…’ der ve bir insanın daha imanının kurtulmasını her şeye tercih ederler.” “Hiç hazmedemedim bu milleti ayaklar altına düşürenleri... Hiç hazmedemedim milletimizin büzüşüp, sıkışıp küçük, muhtaç, başkalarının eline bakan bir topluluk hâline gelmesini. Koskocaman, cihanlara sığmayan bir millet nasıl oldu da böyle iki gölün arasına sıkıştı kaldı? Nasıl bu hâlle övünüyor insanlar? Küçüklüğü nasıl öyle allı pullu gösteriyorlar? Hiç hazmedemedim...” “İslâm’ı gadre uğratan iki cephe vardır: Birisi, onda sürekli şok tesiri yapacak taarruzlar peşinde olan, kin ve inat cephesi. Diğeri de Müslümanlığı yolda bulmuş, kültür Müslümanlığı tavrı sergileyen vefasızlar cephesi.”
“İnsanları sıfatlarıyla, ahlâkî değerleriyle tartsalar; inanmayanların yüzü güler ve hakikî Müslümanlar mahcup duruma düşer, çok utanırlar. Çünkü inançsızlar derler ki, ‘Hayret! İslâm topluluğunda bile bizim sıfatlarımızdan ne kadar çok var!...’ ve sevinirler bu kadar nüfûzlarına. Yalan var, dalavere var, sözünde durmama var... Yani İslâm dünyası bâtılın alfası değilse betası, betası değilse gaması tesirindedir... Ve maalesef, Müslümanların hâli iç açıcı değildir, durumumuz yürek kanatıcıdır.” “Kur’ân canlı, şuurlu ve iradeli temsilcilerini bulamadığı her devirde hazin bir gurbet yaşamıştır. O mükemmel kitap, ancak mükemmel bir temsilci kadrosuyla sesini soluğunu duyurabilir. Eğer onun sesini gerçekten aksettirecek insanlar olsaydı; ilk nefeste onu duyar, ikinci nefeste de seslerini ta göklerin ötesine duyururlardı. Ve melekler ‘Meğer yerde ne gönül erleri, ne kahramanlar varmış!...’ derlerdi.”
“Kat’iyen bilinmelidir ki, bu asırda şahıs yok, şahs-ı mânevî vardır. Vilâyet varsa şahs-ı mânevînin, kutbiyet varsa yine şahs-ı mânevînindir. Bundan sonra esas olan kolektif şuurdur. İçtihat yapılacaksa da kolektif şuur; hadis yorumlanacak, Kur’ân tefsir edilecekse de takım hâlinde çalışma esastır. Milletine hizmet edecek olanlar da, bu kolektif şuura bağlı hareket edenler olacaktır. Allah’ın rahmeti onların arasında; nikmet ve azabı da, dâhi bile olsa, yolu tek başına yürümeye çalışan, kendine yetme duygusuyla başını alıp bir tarafa gidenlerle beraber olacaktır.” “Benim şimdiye kadar bütün duam, bütün ızdırabım, insanların Allah’ı bulması, O’na inanması yolunda oldu. Her gün, yana yakıla dua ediyorum: ‘Allahım, ne olur, bahtına düştüm!’ diye sızlanıyor ve ‘Ne olur Allahım, insanlar Seni tanısın, Sana inansın!’ diyorum. O kadar ki, bunun için her gün birkaç defa ölüp ölüp dirilmeye razıyım. Bunu anlamayanlar, imanın ne olduğunu bilmeyenler, onun hâsıl ettiği zevk-i ruhanîyi tatmamış olanlar, Cennet’in lezzetini, Cehennem’in işkencelerini ruhlarında hissetmeyenler, insanlığın ızdırabını bir defa olsun vicdanında duymamış olanlar kalkıyor; sizin ızdırabınızı, derdinizi, çabanızı başka mecralarda görmek istiyorlar. Devletmiş, hükümetmiş, siyasetmiş... Maksatları bunlar olup, bütün hayatlarını bu yolla elde edecekleri menfaate bağlamış bulunanlar, iman adına, Kur’ân adına çekilen ızdırapları da aynı kategoride değerlendiriyorlar.”
Milletimizin gelişip büyümesini istemeyen bazı dış güçlerin piyonluğunu yapan bu zavallılara kanıp, onların ardına takılanları anlamıyorum. Marjinal bir grup tarafından kandırılıp Türkiye’nin aydınlık geleceğini karartma hususunda onlarla beraber çalışanlara hayret ediyorum. Ve belli senaryolarla ortaya konan milyonda bir ihtimali dahi değerlendirip bu hizmetlerin altında menfî garazlar aramalarına rağmen, önlerindeki binlerce güzel örnekten hiçbirini görmeyen, bir kere bile olsa müspet düşünmeye yanaşmayanlara şaşırıyor ve gönül koyuyorum. Kendi kendine ‘Acaba on binlerce kilometre uzakta İstiklâl Marşı’mızın okunması, siyahî çocukların bile Türkçe konuşması kimlerin hoşuna gitmez; millî kültürümüzün tanıtılması ve temsil edilmesi kimleri rahatsız eder?’ sorusunu bir kerecik olsun sormayan ve vicdanındaki cevabı dile getirmeyen kendi insanımıza kırgınım...”
“Ben, dünya namına bir şeye sahip değilim ve Hacı Kemal’le sözleştiğim şekilde kendime ait bir evim bile olmadan ötelere yürüme muradındayım. Bir başka münasebetle dediğim gibi,‘Kendime ait bir zeytin dalım bile yoktur. Eğer olsaydı, onu da barış namına onlara uzatırdım.’ ”
Evet, işte bu ve buna benzer sözleri, hakikat derslerini, hikmet incilerini bulabileceğiniz Kırık Testi’yi bir kitap hâlinde sizlere arz etmenin uygun ve yararlı olacağını düşündük. Kırık Testi’nin bir bölümü daha önce www.herkul.org adresinden ulaşılabilen Herkül İnternet Dergisi’nde neşredilmişti. Bu kitapta hiçbir yerde neşredilmemiş önemli ilaveler de bulacaksınız.
Bu kitap her şeyden önce bir mahviyet, ubûdiyet, hicran ve hasret kitabıdır.
Aslında, kitabın ismi “Menhelü’l-azbi’l-mevrud” yani “Tatlı Su Kaynağı” olmalıydı. Zira, testimizi doldurduğumuz kaynak, etrafına âb-ı hayat dağıtan bir kaynaktı. Ne var ki, biz hem kendi eksiklik ve yetersizliğimizi hem de Hocamızın örnek tevazuu ve mahviyetini göz önünde bulundurarak Kırık Testi demeyi uygun bulduk.
Evet, bu kitapta okuyacağınız her güzellik, ondan duyup dinlediğimiz ifadelerdir. Kusurlar, bizim eksik idrakimize; hatalar, kavrama ve ifadedeki nakîsemize aittir.
Bu vesileyle, takdir, tenkit ve teklifleriyle bize destek olanlara; hususiyle de kayıt, tebyiz ve tashih sırasında çok büyük yardımlarını gördüğümüz, arkadaşlarımıza sonsuz teşekkürlerimizi arz ediyoruz.
Yüce Rabbimizin merhameti, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kur’ân-ı Kerim’in şefaati ve mü’minlerin duası recasıyla...
[1] Bkz.: Abdurrezzak, el-Musannef 3/358; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 9/278; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 1/236.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/7.
[3] Bediüzzaman, Lem’alar s.162 (On Yedinci Lem’a, On İkinci Nota).
[4] Bediüzzaman, Sözler s.37 (Sekizinci Söz).
- tarihinde hazırlandı.