Mü’min’in Hüznü
Evet, derecesine göre her kâmil mü’min, dört bir yanda Ruh-ı Revân-ı Muhammedî şehbâl açacağı, yeryüzünde ehl-i İslâm’ın ah u efgânı dineceği, Kurân’ın hayata hayat olacağı ve fert planında herkesin kabir çukurunu güvenle geçeceği, bir bir berzah gâilelerini atlatacağı, hesaba, mîzana takılmadan revh u reyhâna ve meydan-ı tayarân-ı ervâha uçacağı "ân"a kadar da onunla oturup kalkacak, onunla zaman atkıları üzerinde hayatını bir gergef gibi işleyecek, ona neş’e ve sevinçle köpüren dakikaları arasında dahi yer verecek, hâsılı onu, yemeklerin tuzu gibi hayatın bütün sâniye, sâlise ve âşirelerinde duyacak, hissedecek ve bu mukaddes burukluğu tâ: "Bizden tasayı, kederi gideren Allah’a hamdolsun; doğrusu Rabbimiz çok bağışlayıcı ve lütufkârdır" (Fâtır/34) müjde buudlu hakikatinin tülleneceği ufka kadar devam ettirecektir.
Hüzün, insanın insanlığı idrâkinden kaynaklanır ve bu mazhariyetin şuurunda olduğu sürece de onun basar ve basiretinde buğulanır durur. Aslında böyle bir hüzün dinamizmi, ferdin sürekli Cenâb-ı Hakk’a yönelmesi, hüzne esas teşkil edecek şeyleri duyup, hissedip O’na sığınması ve nâçâr kaldığı her yerde, "çâre! çâre!" çığlıklarıyla O’na dehalet etmesi bakımından da çok lüzumlu ve çok gereklidir.
Ayrıca, ömrü kısa, iktidârı az, tâlip olduğu şeyler çok pahalı ve birleri bin etme mecburiyetinde olan bir mü’min, maruz kaldığı hastalıklar, yolunu kesen sıkıntılar, mübtelâ olduğu acılar, elemler gidip hüzünle buudlaşınca onlar, günahları silip süpüren öyle bir iksire dönüşürler ki, insan bu sayede muvakkati ebedîleştirir, damlayı deryalaştırır ve zerreyi güneş haline getirebilir.. evet böyle bir hüzün ağında geçirilen ömrün peygamberâne bir ömür olduğu söylenebilir.. ve bu açıdan da, hayat-ı seniyyelerini hüzün televvünâtı içinde geçiren İnsanlığın İftihar Tablosuna -o tabloya canlarımız fedâ olsun!- "Hüzün Peygamberi" denmesi ne kadar mânidardır!
- tarihinde hazırlandı.