Veli ve Evliyaullah (1)
Kâmil mânâda velâyet, kulun, nefis ve cismaniyet itibarıyla fenâ bulması, mârifetullah, muhabbetullah, Hak müşahedesi ve esrar-ı ulûhiyetin inkişafıyla "kurb" ufkuna ulaşıp yeni bir vücud-u câvidânî kazanmasından ibarettir. Mağriplerin ayn-ı meşrık olduğu, hazanın bahara dönüştüğü, fenânın bekâ hâline geldiği böyle bir zirveye ulaşmış hak eri nazarında, artık her şey O'nunla başlar, O'nunla biter; O'nunla doğar, O'nunla batar ve O'nun ziyâ-yı vücuduyla varlığa erer. Böyle bir müşâhid, her şeyi O'na bağlaması ölçüsünde bütün varlığı daha bir farklı ve değişik duyar ve görüp hissettiği her nesnenin, gönlünde "kenzen" bilinen hakikatler hakikatine bağlı cereyan ettiğini daha bir engince müşahede eder; eder ve doğup batan sabahların-akşamların çehresinde, sürekli bize göz kırpıp duran pırıl pırıl göklerin derinliklerinde, her zaman bir başka türlü tüllenen mevsimlerin rengârenk güzelliklerinde, engin denizlerin mehîb duruşlarında, ırmakların derin bir vuslat iştiyakıyla deryalara doğru çağıldayıp durmalarında, kuşların-kuşçukların çığlıklarında, koyunların-kuzuların meleyişlerinde kemmiyet ve keyfiyet üstü bir sezi ile hep O'ndan gelen ışıklarla irkilir, O'ndan gelip gönlüne boşalan mânâlarla ürperir. Derken müşahede ufkunda bütün suretler ve şekiller silinip gider de; o kendini, sadece O'nu görüyor, O'nu duyuyor, O'nu hissediyor gibi bir tefekkür ve zevk zemzemesi içinde bulur.
Böyle bir gönül erinde şevk, bütünüyle iştiyaka dönüşür; cezb, incizab hâlini alır; gaflet her türüyle zeval bulur ve her yanda nur-u Hak ayân olur. Akıl kalble el ele tutuşur ve varlık baştan başa okunan bir kitap rengine bürünür. İnsanı aldatan bütün yalancı mumlar bir bir söner ve her yana âdeta semadan yıldızlar iner. Dünyevîliğiyle dünya fenâ bulur ve ötelere ait bir desenle yeniden kurulur. Zulmetler ard arda yırtılır ve bu yırtıklardan etrafa ışıklar fışkırır. Her varlık hak erine can olur, yoldaş olur.. ve gönül tek bir noktada aradığını hemen her şeyde bulur; bulur ve bütün vahşi yalnızlıklardan kurtulur. İşte böyle rûhânî bir miraçla "üns billah"a ermiş bir sâliki, Cenâb-ı Hak göz açıp kapayıncaya kadar olsun nefsiyle baş başa bırakmaz; bırakmaz ve o artık, bütün benliğiyle "lillah", "livechillah" ufkuna müteveccih, Allah da sonsuz inayet ve riayetiyle onu koruyup kollamaktadır. Ne keder, ne tasa, her yanda üfül üfül vefa, onun gönlünde de köpük köpük uhrevî bir safa, her taraf bağ-ı cennet, o da bir firdevslik olarak: " اَلاَ اِنَّ أوْلِيَاءَ اللهِ لا َخَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ - İyi biliniz ki evliyâullah için hiçbir korku yoktur; onlar asla tasa da yaşamazlar." (Yunus, 10/62) hısn-ı hasîni içinde nefsânî karanlıklardan uzak, rahmânî nurlarla kuşatılmış ve -Hakk'a karşı mehafet ve mehabet hisleri mahfuz- sürekli öteden bişaret mesajları almakta ve bunlara tayyibatla mukabelede bulunmaktadır.
"Veliyyullah" veya "evliyâullah" dendiğinde, bundan "âdâullah"ın karşılığı kabul edilen bütün mü'minler anlaşılsa da -ki aslında, Kur'ân ve sünnette evliyâullah sözcüğüyle anlatılan da budur- tasavvufta veli tabirine yüklenen daha başka mânâlar da vardır. Sofilere göre veli, riyazet veya daha değişik mücahede yollarıyla, beden ve cismaniyetini aşıp, kalb ve ruhun hayat mertebesine, dolayısıyla da Hak yakınlığına ulaşan, derken şahsı adına fenâ bulup yeni bir mânâ ile bekâya eren Allah'ın hususî iltifat, ihsan ve teveccühlerine mazhar hak eri demektir. Böyle bir hak dostu, bu pâye ile bulacağı her şeyi bulmuş ve başka arayışlardan da kurtulmuş demektir ki artık o, fâni ve zâil şeyleri kendi çerçeveleriyle hiç mi hiç düşünmez. "Mal-menal varsın başkalarının olsun, bana Allah yeter" der ve mâsivâya karşı "min vechin" hep kapalı yaşar. Zannediyorum Nâbî merhum da
"Evliyâ mâle tenezzül mü eder?
Sıklet-i nâsa tahammül mü eder?"
şeklindeki sözleriyle bu hususu hatırlatmak istemişti. Zaten bir veli, Hakk'a tahsis-i nazarda ısrarlı olması, Hakk'ın da sürekli ona ihsan ve iltifatta bulunması itibarıyla, artık onun ağyâra teveccühü asla söz konusu değildir.
Evliyâullah, hemen hepsi de birer kalb ve ruh insanı olmalarına rağmen meşrepleri, mezâkları, mizaçları, mazhariyetleri, vazife ve misyonları itibarıyla ebrâr, mukarrabîn, ebdal, evtâd, nücebâ, nükebâ, imam, gavs ve kutup gibi farklı ad ve unvanlarla yâd edilirler. Ne var ki, nâm ve nişanları ne olursa olsun, istidatlarıyla "mebsûten mütenasip" hemen hepsinin müşterek vasıfları; sıdk, emanet, ihlâs, takva, verâ, zühd, rıza, muhabbet, hilm ü silm, tevazu, mahviyet, tevbe, inabe, evbe, haşyet, mehafet.. gibi hususlardır. Ve bunlar, içlerindeki bir kısım meczuplar istisna edilecek olursa, hemen hepsi de bu esaslar çerçevesinde hareket etmektedirler.
Ebrâr:
Ebrâr; iyiler, hayra kilitlenmiş kimseler, riyazet ve ahlâkî istikametle Hakk'a ermeye çalışan birr u takva erleri.. ve özleri-sözleri doğru, hayatlarını kılı kırk yararcasına yaşayan Hakk'ın sadık kulları demektir.
Ebrârın bir kısmı Hakk'a bağlılık, vefâ ve O'nunla gönülden münasebet içinde bulunmanın yanında, sadece kendileriyle meşguldürler; her hamle ve hareketleri Allah rızası çizgisindedir ama, bu hamle ve hareketler şahsî kemalât yörüngelidir. Bunlar, ağları gerilmiş hemen her zaman, mânevî füyuzât avlama peşindedirler; peşindedirler ve bazen kendilerinden de halktan da o kadar uzaklaşırlar ki, vahdet denizinin gaybî vâridât dalgaları arasında istiğraktan dehşete, dehşetten hayrete sürekli gel-gitler yaşarlar da, görenler onları meczup sanır ve alaya alır. Ne var ki, Hak'la münasebetlerinin derinliği ne olursa olsun, bu çizgideki ebrâr, zihinlerde hâsıl ettikleri bulanıklıktan ötürü muktedâ bih (uyulup örnek alınacak kimse) olamazlar.
Ebrârın diğer kesimi ise, her zaman Mişkât-ı Nübüvvetin ziyası altında hareket ettiklerinden, hep dengeli davranır, her hamle ve hareketlerini vahy-i semâvî, kalb ve aklın vesâyetinde plânlar ve seslendirirler. Şer'î meseleleri doğru anlar ve iltibaslara meydan vermeyecek şekilde yorumlarlar. Eşyanın perde önü ve perde arkasıyla alâkalı mülâhazalarında hep muvazeneyi korur, vecd u istiğrak hâlleriyle alâkalı zuhurat ve ihsaslarını "usûlü'd-din" prensipleriyle tashih eder ve istinbatlarını çevrelerine öyle sunarlar. Her zaman dünyayı, enbiyanın kriterleriyle değerlendirir, kalben ona karşı tavırlarını belli etmenin yanında, Hak güzelliklerinin meşheri, ilâhî isimlerin tecelligâhı ve ahiretin de tarlası olması itibarıyla da ona gereken ihtimamı göstermede kusur etmezler. Bunu yaparken de, bütün gayretleriyle Hak hoşnutluğu ve ebedî saadet arkasında dur-durak bilmeden sürekli koşarlar; koşar ve ömürlerinin saat, dakika ve saniyelerini, yedi, yetmiş, yedi yüz veren başaklara çevirerek hep peygam-berâne bir azim içinde bulunurlar. Her zaman, gözlerini kendi üzerlerinde hissettikleri kitlelere karşı birr ü takva örnekleri sergilerler. Her görüldükleri yerde birer işaretçi gibi O'nu hatırlatır, herkesi O'na yönlendirir ve O'nu gösterirler. Hâsılı bunlar;
"İşleri birr ü takva, düşleri birr ü takva,
Her zaman Hakk'a uyar ve halkı gözetirler."
Mukarrabîn:
Mukarrabîn; Allah'a yakınlıklarıyla ebrâr-üstü kurb kahramanlarının unvanıdır. Bu âlî unvan, peygamberler ve meleklerin önde gelenleri için de söz konusudur. Hakk'a yakınlık hususiyetiyle serfiraz bu talihliler, Hak yolunun mahir üstadları; hakikat meydanının "müşârun bi'l-benân" arslanları; yolculuklarını zirvelerde sürdüren üveyikler; seyr-i rûhânînin en önemli faslını bitirerek ikamete azmetmiş müsafirler; ulaştıkları ufkun vâridâtı adına görüp hissettikleri hakikatler sayesinde, fâniyât u zâilâta "min vechin" gözlerini kapamış haremgâh-ı ilâhî mahremleri; hevâ ve heves çerilerini aşk u iştiyak ordularıyla hezimete uğratmış gönül süvarileri; beden ve cismaniyetlerini kalb ve ruhlarının terkisine bağlamış mârifet erleri; fenâ çöllerini aşıp bekâ billah bahçelerine ulaşmış huzûr sultanları; Hakk'ı yine Hak'la görme ufkuna ermiş müşahede ve mükaşefe kahramanları; Allah sevgisini tabiatlarının en belirgin rengi hâline getirmiş âşıklar ve Allah tarafından sevildiklerini hissetmenin zevkiyle mest u mahmûr mâşuklar; "يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ - O, onları sever, onlar da O'nu severler." iltifatının tam mazharı öyle yiğitlerdir ki, biz hepimiz, mevcudâtın gerçek rengini onların irfan merceğiyle görür ve duyarız; eşyanın melekût yönünü de yine onların, varlığın çehresine saçtıkları nurlar ile müşahede ederiz.
Mukarrabînin sayılarıyla alâkalı ehlullah arasında bazı rivayetler var ise de -ki bu rivayetlerden birinde bunlar kutubdan sonra üç yüz "ahyâr", kırk "ebdâl", dört "evtâd" ve iki "imam"dan.. diğer bir rivayette ise, kutubdan sonra dört bin kişilik bir veliler ordusundan ibaret gösterilmiştir -bu rakamların hiçbirinde ittifak söz konusu değildir-. Adetleri ne olursa olsun, bu kurb kahramanlarının hemen hepsi de Hakk'ın en mükerrem ibâdıdır ve meleklerle aynı ledünnîlik ve aynı derinliği paylaşmaktadırlar.
Bazı sofilere göre, hemen her zaman var oldukları kabul edilen (dört bin) hak eri arasında şöyle bir silsile-i meratip söz konusudur: Bunlardan üç yüzü, hayra kilitlenmiş mânâsına "ahyâr", kırkı mânevî hayatı idarede izzet ve azametin perdedârı "ebdâl" veya "büdelâ" yedisi salih amel ve ihlâsı tabiatlarının birer derinliği hâline getirmeye muvaffak olmuş "ebrâr".. farklı diğer bir tasnife göre ise: bunlardan bir kat daha Hakk'a yakın ve değişik ihsanlarla, iltifatlarla serfiraz, ama sayıları belli olmayan "mukarrabîn" ki, bazıları bu unvana bağlı olarak, demir direkler ve sütunlar mânâsına gelen dört "evtâd"ı, Hak katının soyluları ve seçkinleri anlamında olan "nücebâ"yı; halkın umurunu görüp gözetenler diyebileceğimiz "nükebâ"yı ve bütün bunların üstünde gavs ve kutbu zikrederler. Bazıları bunların hepsine birden "ricâlü'l-gayb" der çıkarlar işin içinden.
Ebdâl:
Ebdâl; "bedîl"in cem'i olup temiz, safderûn, derviş adam mânâlarına gelen ve evliyâullahdan halkın işlerine nezaret etmeye mezun, ilâhî icraatın perdedârları ve alkışçıları hakkında kullanılan bir tabirdir. Osmanlılarından evvel bu kelimeyi İranlılar, kalender, ışık insan, sofî yerinde kullanmışlardı. Sonra Babaîliğe bağlı bir tarikatın adı oldu. Osmanlılar döneminde ise, fütursuzlukları ve pervasızlıkları itibarıyla bir kısım fütüvvet erleri bu ad ve bu unvanla anıldı. Tekye ve zaviyelerde ise ebdal sözcüğü, hep "ricâlullah"ın unvanı olarak yâd edilegeldi.
Biz, dilimizde, ebdalı "abdâl" şeklinde kullandığımız gibi, bazen ahmak mânâsına "aptal" dediğimiz de olur. Tıpkı büdelâya bön ve ebleh mânâlarında "budala" dememiz gibi. Bazen de abdal şeklinde yanlış telaffuz ettiğimiz bu kelimenin sonuna bir "-lar" ilavesiyle "abdallar" deyiveririz.
Sofîyeye göre ebdâl, velâyet mertebesini ihraz ettiği hâlde, çok defa görünüp bilinmeden hayır işlerinde koşan hak erleri demektir.. ve bunlar, birbirinden farklı iki grup teşkil etmektedirler:
Birinci grup itibarıyla ebdâl, bütün kötü hasletlerden sıyrılmış, mesâvi-i ahlâkını mehâsin-i ahlâka çevirebilmiş ve her türlü şekavete karşı duran süedâ zümresinin müdavimi olmuş hak erlerine,
İkinci grup itibarıyla da, üç yüzler ya da kırklar, yediler gibi "evliyâullah"dan muayyen bir misyonu olan belli sayıdaki kimselere denir. Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok ve daha az olması hiç de önemli değildir; önemli olan onların Hak nezdindeki yerleri, pâyeleri, vazifeleri ve hususiyetleridir. Ebdâldan biri vefat edince ondan boşalan yer, hemen alt tabakadan biri ile doldurulur. Bunlardan herhangi biri, bir hizmet münasebetiyle yerinden ayrılmak istediğinde, ya dublesiyle ayrılır ve kendi olduğu yerde kalır veya kendi gider dublesini bedîl olarak orada bırakır. Parapsikolojide, insanın perispirisi veya dublesiyle alâkalı benzer şeyler nakledildiğini hatırlamakta yarar var... Konumuzun dışında olduğu için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz.
Bazıları, evtâd, iki imam ve kutbu bunlardan tamamen ayrı ve bir üst tabaka kabul ettiklerinden, ebdâla hâl ehli, ikincilere de makam sahibi nazarıyla bakmaktadırlar. Birincileri "seyr ilallah" yolcuları olarak görmekte, ikincileri de "seyr fillah", "seyr anillah" müntehîleri farz etmektedirler.
Ebdâlı yedi kabul edenlerin bir diğer mütalâaları da şöyledir:
Bu yedi zattan her biri ayrı bir iklimde ikametle, oradaki ilâhî icraata nezaret eder; faaliyet-i Sübhâniye'yi alkışlar ve şuursuz varlıkların şuurdârâne hareket ve aktivitelerinin şuurlu bir temsilcisi olarak Cenâb-ı Hakk'a tayyibâtla mukabelede bulunurlar. Sofîlere göre, bu yedi zatın aynı zamanda belli birer makamı ve o makamlara göre de birer unvanları vardır: Birinci bedîl, Hz. İbrahim Aleyhisselâm'ın kalbinin aksi ve izdüşümü mahiyetindedir; unvanı da "Abdu'l-hayy"dır. İkincisi, Musa Aleyhisselâm'ın kalbî hususiyetlerini haizdir, namı da "Abdu'l-alîm"dir. Üçüncüsü, Harun Aleyhisselâm'ın kalbine ayna durumundadır, hususî ismi de "Abdu'l-mürîd"dir. Dördüncüsü İdris Aleyhisselâm'ın kalbî özelliğini aksettirir ve "Abdu'l-kâdir" namıyla anılır. Beşincisi, Yusuf Aleyhisselâm'ın kalbiyle mürtebittir ve "Abdu'l-kâhir" unvanıyla meşhurdur. Altıncısı, İsa Aleyhisselâm'ın kalbî muhtevasına bağlıdır, o da bu mazhariyetiyle alâkalı "Abdu's-semî" unvanıyla yâd edilmektedir. Yedincisi, Âdem Aleyhisselâm'ın kalbi üzerinedir; "Abdu'l-basîr" namıyla bilinmektedir. Bu tespitlerin hiçbiri, ayât-ı Kur'âniye veya sünnetle müeyyed olmayıp, ehl-i keşfin müşahedesiyle sabit ve yoruma açık hususlardandır; bu itibarla da, herkesin kabul etmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak, vazife, konum, mazhariyet ve unvan ne olursa olsun, ehlullah silsilesinde bulunanların hemen hepsi "arif-i billah", Hak tarafından müeyyed ve musaffâ kalbleri, müzekkâ nefisleriyle de her zaman ilâhî esrara açık kimselerdir.
Ebdâl unvanı altında ricâlullahın yer ve vazifeleriyle alâkalı diğer bir tevcih de şöyledir:
Bunların üç yüzü Âdem nebinin kalbi, kırkı Hazreti Musa'nın kalbi, yedisi Hz. İbrahim'in kalbi, beşi Cibril-i Emin'in sînesi, üçü Mikâil Aleyhisselâm'ın sînesi, biri, birincisi ve velâyet-i kübrâ temsilcisi olanı da Hz. Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın kalbi üzerinedir ve O'nun aynasıdır. Bunlardan en sonuncusu vefat edince, üsttekilerden biriyle; onlardan biri ölünce de daha yukarıdan bir başkasıyla meydana gelen boşluklar doldurulur ve mevcut adet yeniden tamamlanmış olur.
Ebdâlın sayılarıyla alâkalı rivayetler farklı farklı olduğu gibi, ikamet ettikleri yerler ve yâd edildikleri adlar, unvanlar da oldukça birbirinden farklıdır. Ricâlullah arasında böyle bir sınıfın mevcudiyetiyle alâkalı, yirmi kadar hadis vardır ve özet olarak bu hadislerde, onların şu mazhariyet ve mümeyyiz vasıfları anlatılmaktadır: Ebdâlın yüzü suyu hürmetine Cenâb-ı Hak yağmur yağdırır.. düşmanlarına karşı mü'minlere yardım eder.. ve onlardan belaları def ü ref eyler. Ebdâl, yerküre için mânevî bir cazibe merkezi gibidir, Allah esbab-ı mânevî plânında onlarla arzı yörüngesinde durdurur.. Cenâb-ı Hak onların hürmetine başkalarını da rızıklandırır..
Ebdâl, kendilerine haksızlık yapanları affeder, kötülük edenlere iyilikte bulunur.. sehâvet ve semâhatle hep Cennet yolunda yürür. Kalb selameti onların baş şiarıdır ve onlar her zaman Müslümanlara hayırhâhlıkta bulunurlar. Dünyaya karşı asla hırs göstermezler.. ve düşmanlarıyla bile nizâ ve cidale girmezler. Konuşurken, her zaman mübalağadan uzak durur ve itidali temsil ederler. Bid'atlerden kaçınır, ibadetlerinde de ifrat ve tefrite düşmezler. Seviyeleri ne olursa olsun asla kendilerini beğenmezler. Kazaya rıza, haramlara karşı tavizsiz davranma ve Cenâb-ı Hakk'a karşı da fevkalâde bir gayret ve saygı içinde bulunma.. ve ne olursa olsun kimseyi lanetlememe ebdâlın en önemli hususiyetleri olarak zikredilmektedir.
İbn Teymiye ve İbn Kayyim gibi hadisçiler, ebdâlla alâkalı hadislerin bütününü mevzu görerek reddetmişlerdir. İmam-ı Suyutî, konuyla alâkalı rivayetler birbirini takviye ettiğinden, bu hadislerin mânevî tevâtür derecesine yükselebileceği mülâhazasıyla mevzûya farklı bakmıştır. Hafız Sehâvi ise, kendince orta bir yol takip ederek, konuyla alâkalı rivayetlerin hemen hepsinin zayıf olduğunu söylemiş ve mülâhaza dairesini açık bırakmıştır. Konu bu kadar karmaşıklaşınca, herhalde bize de "Her şeyin doğrusunu Allah bilir." deyip sükût etmek düşecektir...
Ebdâl kelimesine yakın diğer bir tabir de "büdelâ" sözcüğüdür. Türkçede galat olarak "ebdâl"ı "aptal"şeklinde kullandığımız gibi "büdelâ"yı da "budala" yaptığımıza daha önce işaret etmiştik.
Bedel'in çoğulu olan "büdelâ", sofîler arasında ricâlullahtan yedi önemli kimsenin müşterek unvan-ı mahsusu olarak bilinmektedir. Bunlar, yerinde tayy-ı mekân eder ve yerinde de nûraniyet sırrıyla bir anda farklı bölgelerde bulunabilirler. Bu intikal ve bulunuşlar dublelerin ve misalî vücudların aksi mi, yoksa, bizzat vücudun "tayy-ı mekân" etmesi mi?. konu net değildir. Aslında, bazen büdelâ, kendileri bile böyle esrarlı bir intikalin farkına varamayabilirler. Fütühât-ı Mekkiyye sahibi büdelâyı yediler diye kaydeder ve yaklaşık olarak şu mütalâada bulunur: büdelâ, yedi ayrı iklimde Cenâb-ı Hakk'ın icraatının nezâretçileridirler. Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın şuunât-ı Sübhaniyesini temâşâ eder ve insan ufku itibarıyla hem o icraata perdedâr görünürler hem de alkışlarlar. Bunların hepsi üveysiyyü'l-meşrebdir; dolayısıyla da herhangi bir pîrin daire-i irşadına girmeleri söz konusu değildir.
Sızıntı, Ekim 2000, Cilt 22, Sayı 261
- tarihinde hazırlandı.