Tahkik
Tabir-i diğerle böyle bir tahkik kahramanı hep Hak yolunda, Hak için Hak iledir. Hak dostları arasında böyle bir pâye "makam-ı mahbubiyet"e ait bir pâyedir ve Hazreti Mahbub'un hususî bir teveccühünün remzidir. Başı bu pâyeye eren bir tahkik eri, Hakk'ın mahbubu olduğu gibi, onun gök ehlince sevilmesi ve yerde temiz kalblerin ona teveccüh etmesi de ona karşı Hak teveccühünün bir aks-i sadâsıdır. Bu bâtınî alâkanın zahirî emaresine gelince o da, farzların kusursuz olarak yerine getirilmesi üzerine bina edilmiş bir nafile tutkusudur.
Evet, farzları vaktinde hakkıyla yerine getiren, getiremediklerini de ciddî bir nedâmet ve telâfi duygusuyla kazâ eden, sonra da tabiatının gereklerini yerine getirme ölçüsünde nafilelere düşkünlük gösteren bir hakikat âşığı, her zaman hakkı duyar, hakkı görür, hakkı tutar kaldırır ve hakka doğru yürür ki, böyle birinin gönlüne ağyarın gölge etmesi ve gözlerine başka hayâlin girmesi asla söz konusu değildir. Ara-sıra ufkunu buğu ölçüsünde bir sis bürüse de, bahar bulutları gibi gelip geçicidir ve bu yeni bir açılımın da şafak emaresidir.. evet onlar sıkıntı hâlinde de, sevinç-neş'e zamanında da sürekli yol alır ve hep kazanırlar.
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri bu tahkik kahramanlarını şöyle resmeder:
"Ehl-i Hak cânında bulmuştur ayân,
Nûr-u Hakkı âleme bîçûn[1] karîn
Hak (Fe biye yesmeu ve biye yubsiru)[2] dedi,
Bulduğu için nûrunu bu mâ u tıyn.[3]
Nûr-u pâk bulmasaydı âb u hâk,[4]
Olmaz idi suret-i mânâ mübîn.
Nûr-u (Lâ şarkî ve lâ garbî)[5] bulan,
Ehl-i dil mişkât-ı nûr olmuş yakîn.
Vahdeti kesrette bulmuş ehl-i hak,
Âminûn u sâlimûn u gânimîn.[6]
Hakka tefvîz ile Hakkı sen seni,
Fâil-i Muhtâr'ı bul Ni'me'l-Muîn."
Bir diğer yaklaşımla tahkik; sâlikin, imanını mârifetle, mârifetini muhabbetle derinleştirerek bunları âdeta birer gez-göz-arpacık gibi kullanıp, uğradığı her izâfî makamın ufkuna göre Hak rızâsına talip olması ve onu takip etmesidir. Bu yüce hakikatin, seyr u sülûk-i ruhânînin her mertebesinde duyulup hissedilmesi farklı farklıdır; zira, her hak yolcusunun imanı, mârifeti, aşk u iştiyakı onun yakîniyle mebsûten mütenâsib (doğru orantılı)'dir.. ve imanda, mârifette, muhabbet ve zevk-i ruhânîdeki farklılık, tahkikteki farklılığın bir neticesidir. Evet, nazarî bilgilere dayanan iman -aksine ihtimal vermeyecek şekilde de olsa- [7]لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعِيَانِ fehvâsınca, gaybî fakat emare ve işaretleriyle müşahede ve mükâşefeye istinat eden yakîn gibi değildir; tıpkı böyle bir yakînin de, insan mahiyet ve tabiatının bir buudu hâline gelmiş kâmil bir iz'âna denk olmadığı gibi... Bunlardan birincisi, her şeye rağmen, tahkik sahasında ilâhî teveccühe vesile olabileceği ümit edilen ve ببضَاعَةٍ مُزْجَاةٍ "Değersiz bir sermaye" (Yûsuf, 12/88) ölçüsünde kıymet-i zâtiyesi olmayan bir şart-ı âdi; ikincisi, mevcudiyetinin nisbî-kisbî olmasının yanında Hazreti "Cevâd"ın cömertliği ile tomurcuklaşabilmiş bir meyve namzedi; üçüncüsü de, O'nun nûr-u vücûdunun şuaâtı altında fenâ bulmuş, sonra da farklı bir renkte ikinci bir varlığa ermiş hem var hem yok hâlis bir meyve; belki de ondan da öte tam bir hulâsa.. Hazreti İbrahim, أَرِنِي كَيْفَ تُحْيي الْمَوْتى "Ölüleri nasıl dirilttiğini göster bana." (Bakara, 2/260) talebiyle tahkikin mebdeine, لِيَطْمَئِنَّ قَلْبي "Kalbim itminana erip doygunluğa ulaşsın.." (Bakara, 2/260) mesned-i talebiyle de onun müntehâsına işaret etmiştir. Elbette ki, böyle yüce bir peygamber ufku itibarıyla, bu ölçüdeki bir tahkikin, ne "ilme'l-yakîni"ni, ne "ayne'l-yakîni"ni, ne de "hakka'l-yakîni"ni kavramamız mümkün değildir; bizim bu şekildeki yaklaşımımız, kendi zevk ve ruh hâlimizi ifade edebilmemiz için bir "vâhid-i kıyâsî" ve bir "mirsad-ı mülâhaza" olarak değerlendirilmelidir ki, Allah Rasûlü de (sav), Hazreti İbrahim'in itminana ermek arzusuyla ortaya attığı böyle bir talebine karşı: نَحْنُ أَحَقُّ بِالشَّكِّ مِنْ إِبْرَاهِيمَ "(Bu şekilde izâfî) bir şekk İbrahim'den daha çok bizi alâkadar eder."[8] diyerek bu ince farka işaret buyurmuşlardır.
Tahkik kahramanı; İman, mârifet, muhabbet, aşk u şevk ve zevk-i ruhânî açısından tevhidî bir düşünceyle sürekli ona tahsis-i teveccüh ve im'ân-ı nazarda bulunarak O'nu biricik murad ve rızâsını da tek hedef kabul edip celâlî esintilerde cefâ mülâhazasına, cemâlî meltemlerde de safâ duygusuna kapılmadan, kahrı-lûtfu bir bilme esprisiyle bütün tecellîleri yolda bulunuyor olmanın tezahürleri sayarak; daha doğrusu öyle duyup öyle hissederek, onlara takılıp kalmadan, onlarla doğrudan doğruya meşgul olmadan, gerçek gâyenin dışındaki her şeyi gelip-geçici birer gölge telâkkî edip, sonra da hedefe kilitlenmenin gereği deyip hep ona ulaşma azmi içinde bulunan tam bir gönül eridir.
Evet o, dişini sıkıp elemlere katlanarak, elinden geldiğince cismanî lezzetlere karşı tamamen kapanarak ve dinin emir ve yasaklarına da kılı kırk yararcasına riayet ederek "Hû" deyip ilerleyen öyle bir semâ yolcusudur ki, her dönemeçte kendini ayrı bir itminan esintisiyle istikbal ediliyor görür, her makamda ayrı bir rızâ televvünüyle hoşâmedîler alır ve zâhir-bâtın duygularında:
"Bana Hak'tan nidâ geldi; gel ey âşık ki mahremsin!.
Bura mahrem makamıdır seni ehl-i vefâ gördüm." (Nesîmî)
sözlerinin tın tın ses verdiğini duyar. Doğrusu, burası öyle bir makamdır ki, bu makamda duyulan iman O'ndan, mârifet O'ndan, sevgi O'ndan ve aşk u şevk de O'ndandır. Bu makamda duyguları çepeçevre saran سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا "Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki!" (Bakara, 2/32) itiraf-ı azîmesi, vicdanlarda hissedilen biricik gerçek de هُوَ الْبَاقِي اْلأبَدِيُّ الْسَرْمَدِيُّ hakikatidir. İşte böyle bir tahkike erinceye kadar göze-kulağa neler ilişir neler.! Mertebe rütbeye, hâl de makama dönüşünce, mahiyet-i insaniye "sübühât-ı vech"in şuaâtı karşısında للهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ (Allah onlara şöyle hitab eder: "Bugün mülk ve hakimiyet kimin?) Mutlak galip, tek Hâkim olan Allah'ındır!" (Mü'min, 40/16) der erir-gider ve cihetler üstü dört bir yanda (Rahman, 55/27) وَيَبْقى وَجْهُ رَبِّكَ ذو الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ gerçeği duyulmaya başlar. Bu noktayı tutacağı âna kadar, "dün-bugün-yarın" diyen insan mantığı, o makama erip, kendini o makamın mevhibe sağanakları içinde bulunca [9] أَنْتَ اْلأَوَّلُ فَلَيْسَ قَبْلَكَ شَيْءٌ، وَأَنْتَ اْلآخِرُ فَلَيْسَ بَعْدَكَ شَيْءٌ hakikat-ı ezeliye ve lâyezâliyesi karşısında mütelâşi olup dört bir yana saçılır; hatta vicdan bazen izâfî vücûdunu dahi nisyâna gömerek كَانَ اللهُ وَلاَ شَيْءَ مَعَهُ "O vardı da başkası yoktu."[10] mülâhazasını bir kere daha derinden derine duyar.. "Ne hulûl ne ittihat; hakikî "vücûd" Sana ait; mâsivâ ise, Senin varlığının ziyâsının gölgesinden ibaret" diye mırıldanır ve bütün benliğiyle O'na nisbetin şerefini soluklar; mütevazi, mahviyet içinde ve hacâletiyle beraber "ahsen-i takvîm"e mazhariyetin bütün fezâilini ruhunda duyar.
اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَمَحَبَّتَكَ وَمَعِيَّتَكَ. وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَرَسُولِكَ وعَلَى أَصْحَابِهِ الَّذِينَ هُمْ مُحِبُّوكَ وَمُقَرَّبُوكَ...
Sızıntı, Ocak 1998, Cilt 19, Sayı 228
[1] Bîçûn: Eşsiz, benzersiz
[2] Benimle işitir, Benimle görür. (el-Hakîm et-Tirmîzî, Nevâdiru'l-usûl 3/81; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ân 2/580; İbn Hacer, Fethu'l-bârî 1/13.)
[3] Mâ u tıyn: Arapça; su, toprak anlamına
[4] Âb u hâk: Farsça; su, toprak anlamına
[5] Lâ şarkî ve lâ garbî: Hazreti Tecellî'den kinaye, ne doğulu ne de batılı
[6] Emniyet, Selâmet ve kazanç içindedir demek
[7] Müsned 1/215; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 1/46; es-Sehâvî, el-Mekâsıdü'l-hasene, s. 414-415; el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ 2/168-169
[8] Buhârî, tefsiru sûre (2) 46; Müslim, îmân 238
[9] Ezelden beri var olan Sen'sin. Sen'den gayri de ezelde hiçbir şey yoktu. Her şey helâk olduktan sonra bâki kalan sadece Sen'sin, Sen'den gayrı bâki olan hiçbir şey yoktur. (Müslim, zikir 61; Tirmizî, deavât 19; Ebû Dâvûd, edeb 98)
[10] Buhârî, tevhid 1; Müsned 4/431; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr 18/204
- tarihinde hazırlandı.