Peygamberimiz'in Zâtı da Doğruluğuna ve Nübüvvetine Şehâdet Eder
- Sima, anlayan ve görebilen için ruhun aynası ve iç âlemin tanıtıcı satırlarını yansıtan bir kitap hükmündedir. Peygamberimiz'in hakikat gamzeden nurlu simasını gören yahudi âlimlerinden Abdullah b. Selâm, daha ilk görüşünde "Bu simada yalan yoktur." diyerek iman etmişti.[1]
- Muhalfarz, o Zât'ın söz ve davranışlarında yalan ve yapmacıklık olsaydı, gerek peygamberlik öncesi, gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek, gaf ve falso yapacak ve neticede, fırsat kollayıp duran hasımları da, bunu cihana ilan ederek hiç kılıca sarılma lüzumu duymadan emellerine ulaşacaklardı.
- Bir şeyin sun'îsi, taklit ve yanlışı, hiçbir zaman hakikî ve fıtrî olanı gibi değildir. Gözü doğuştan sürmeli olanla, sonradan boyalı olan birbirinden farklıdır. Sinek, tavus kuşunu, ateş böceği güneşi, çoban valiyi veya ilim adamını ne kadar temsil ve taklit edebilir? Hele peygamberlik gibi bir mevzuda taklit ve yalanın asla yeri olamaz.
- İnsanın, yaratılış icabı, önemsiz bir konuda küçük bir topluluk içinde, o topluluğa muhalefetle küçücük bir yalanı bile söylemesi imkânsız denecek kadar zordur. Buna karşılık, O Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberlik gibi çok büyük bir dava adına, kendine hasım büyük bir cemaat içinde, çok önemli şeyleri tam bir emniyetle, telaşsız söyleyebiliyorsa, bunda hile ve yalan olacağı düşünülebilir mi?
- Hele bu Zât ümmî ise, okuma-yazma bilmiyorsa ve karşısında da zeki, kültürlü, söz söylemesini bilen, şiir ve belâgatta seviyeli bir cemaat bulunuyorsa, böyle bir durumda o Zât'ın söz ve davranışlarını pervasızca sergilemesi ve çok uzun zaman yalanlanmadan bunu sürdürmesi nasıl mümkün olabilir ki..?
- İnsan, ortaya attığı herhangi bir düşünce, tez ve fikrine karşı medenice fikir münazarası şeklinde mukabelede bulunulduğunu görse, yalan-yanlış da olsa, fikirlerini müdafaaya devam edebilir. Fakat bir insanın tek başına, her an ayrı bir ölüm tehdidi karşısında sabredip direnmesi; hele hele ruhunu, kalbini ve şahsiyetini örseleyici, alaya alınma, yüzüne tükürülme ve hakaretlere maruz kalma gibi hâdiseler karşısında bile, davasından dönmemesi ve asla ümitsizliğe düşmemesi O'nun doğruluğuna şaşmaz bir delildir.
- Bugün pek çok insan görürsünüz ki; söz gelimi sıcak günlerde oruç tutamadığı için mazur görülsün ister. Şimdi o asra gidin; üstten güneşin, alttan taşlık ve kumluk çölün, içten çile, ızdırab ve binbir ölümün sıcaklığını göz önüne getirin; sonra da, hayatında meyvelerini göremeyeceği -hâşâ- bir yalan uğruna, kişinin ortaya atılıp, onca eziyet ve işkencelere katlanmasının; hurma dallarından yapılma yatakta yatıp, günlerce karnına taş bağlayacak derecede aç kalmasının ve hayatının büyük bir bölümünü savaş meydanlarında geçirmesinin mümkün olup olamayacağını düşünün..!
- Önemli olan, bir dava ile ortaya çıkmak değildir; önemli olan, getirdiği prensipleri bizzat tatbik edip, davasına mükemmel bir numune olabilmektir. Tarihte, büyük diye tanınan nice sistem koyucu ve kanun vaz'ediciler vardır ki, söylediklerini yaşamadıklarından dolayı hüsnü kabul görmemiş, dava ve sistemlerini sürekli kılamamış ve samimî, heptenci ve sadık taraftarlar bulamamışlardır. "Namaz kılın." diyen O Zât'ın kıldığı namazlara, "Zekât verin." diyen O Zât'ın infak ettiği mallara, "Oruç tutun." diyen O Zât'ın tuttuğu oruçlara ve haramlara karşı çıkan O Zât'ın haram karşısındaki tavrına bakın!..
- İnsan, bedenen 18 yaşına kadar gelişir; huy, karakter ve ahlâkının mayalanması ise çok küçük yaşlarda başlar; rüşde ermekle gelişir, gençlik devresinde kökleşir ve 30'undan sonra âdeta meleke hâline gelir ve sabitleşir. 40 yaşından sonra, geniş çapta bir kafa-kalb ameliyatı geçirmeden ahlâk ve karakter değiştirmek cilt değiştirme kadar müşkil bir meseledir. Şimdi, İki Cihan Güneşi Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakalım: O'nu, 40 yaşına kadar emin, namuslu ve iffetli olarak yaşamış, doğruluğunu herkese kabul ettirmiş olarak görürüz. Eğer yaratılışında -hâşâ- kötü bir huy, bir karakter taşımış olsaydı, bu, gençlik tesiriyle ortaya çıkacaktı. 40 yaşına kadar râsıh ve ayrılmaz hâle gelmiş alışkanlıkların, birden 40 yaşında bıçakla kesilmiş gibi değişmesi mümkün değildir. Şimdi 40 yaşına kadar hiç yalan söylemeyen bir kişinin, 40 yaşında birden yalan söylemeye başlaması düşünülebilir mi?
- Yalancı, sahtekâr ve gayri ciddî bir insanın, bırakın uğruna seve seve varını-yoğunu ve hayatını feda edecek arkadaşlara sahip olması, şöyle oturup sohbet edeceği dürüst ve güzel ahlâklı bir arkadaş bulması bile oldukça zordur. Şimdi siz bir de, O Zât'ın çevresinde, onca gailelere rağmen bir araya gelmiş sahabeye, sonra tâbiîne, sonra da asırlar boyu O Kamet-i Bâlâ'ya gönül vermiş binlerce, milyonlarca evliyâ, asfiyâ ve mürşitlere, ilmin her dalında mütehassıs âlimlere ve bu devâsâ insanların çevresinde kümelenmiş milyonlarca aydınlık ruhlara bakınız! Acaba, bunca insanın, hilâf-ı vâki bir şey etrafında bir araya gelmeleri mümkün müdür..?
- Eğer bu Zât -hâşâ- peygamber değilse, başka hiçbir peygamberin peygamberliğiyle alâkalı söylenecek pek fazla bir şey olamaz. Zira bütün peygamberân-ı izâmın sundukları mesaj, gösterdikleri mucize ve bıraktıkları iz, Kâinatın Efendisi'yle kıyas edilemeyecek kadar küçüktür.
- Evet, O'ndan başka birinin O'nun davası ve hususiyetleriyle ortaya çıkması mümkün değildir; çünkü bize bu meydan okumayı öğreten de bizzat Allah'tır. "Eğer kulumuza indirdiğimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin..."[2] şeklindeki meydan okumasına on dört asırdır henüz bir karşılık gelmiş değildir.
- Ve nihayet, insanlara karşı yalan söylemeyen bir Zât, nasıl olur da Allah'a karşı yalan söyler? Nasıl olur da, kendi sözlerini Allah'ın kelâmı olarak gösterebilir?
[1] İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/208.
[2] Bakara sûresi, 2/23.
- tarihinde hazırlandı.