Peygamberimiz'in Mucizeleri O'nun Nübüvvetinin ve Risaletinin Şahitleridir
1. Mucize ve keramet nedir?
Mucize, nübüvvetini ispat, ehl-i küfrün inadını kırmak ve mü'minlerin imanını kuvvetlendirmek için nebinin elinde Allah'ın yaratıp meydana getirdiği harikulâde hâllerdir.
Mucize, beşerin görüp bildiği ve daima içlerinde yanyana beraber yaşayıp ünsiyet ettiği sebep ve kanunların, insan irade ve kudretinin üstünde olarak Allah'ın iradesiyle harikulâde kabîlinden değiştirilmesi, normal fonksiyonunun iptal edilmesi demektir. Mucizeler, mevcut ilimlerle, deney ve tecrübelerle; laboratuvarlarda mikroskop ve rasathanelerde teleskop gibi aletlerle incelenemez; fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi ilimlerle şerh ve izah edilemez.
Mucizeler, âdiyât cinsinden, yani varlığın ilimlere esas teşkil eden kâinat kitabındaki ilâhî âdetler türünden değildir. Her günkü yeme, içme, yatıp-uyuma, tarla ve bahçede çalışma, toprak, su, hava ve güneşten istifadeyle meyve ve sebze yetiştirme gibi sebep ve kanunlarla alâkalı işlerimizde mucize olamaz. Bir tabak yemeği bir kaç kişi yer doyarız; bir bardak suyla kanar, üşüdüğümüzde ateşle ısınır; hasta olduğumuzda veya bir yerimiz kırıldığında doktora gider, onun verdiği ilaçları kullanıp iyileşiriz. Hayvanları hizmetimizde kullanır ama onlarla konuşamayız. Ağaçları hep yerlerinde sabit görür, ölülerle konuşamaz ve doğrudan temasa geçemeyiz. Dağlar, taşlar ne bize selâm verir, ne de elimizde top ve gülle olur. Çekim kanununu değiştiremez, onu vasıtasız yenip yukarılara çıkamayız.
İşte, bunlar gibi, günlük hayatımızda birer kanun ve sebep çerçevesinde cereyan eden hâdiselere biz âdiyât deriz. Mucizeler ise âdiyât kabîlinden olmayıp, harikulâde, fevka't-takati'l-beşer, fevka'l-âde ve fevka't-tabia, yani âdet üstü, alışılmışın ötesi, tabiat üstü ve insanın güç, kudret ve iradesinin verâsında cereyan eden hâdiselerdir.
Mucize dışında Allah'ın, veli zatların elinde yarattığı bir kısım başka harikulâde hâdiseler daha vardır ki, bunlara 'keramet' denir ve kerametler esasen mucizeleri doğrular mahiyettedir. Bir anda çok uzun mesafeleri kat'etme (tayy-i mekân), zamanın genişlemesi, yani çok kısa bir zamana sığmayacak işleri sığdırma (bast-ı zaman), içten geçenlerin sezilip okunması ve kabirdekilerin durumlarının keşfi gibi hâdiseler.. ve ayrıca, evliyâullahın gelecekten peygamberlerinkine benzer haberler vermesi hep birer keramettir ki, peygambere, onun getirdiği dine ve onun yoluna içten bağlılığın eseri olarak, hem mutlak nübüvvetin, hem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetinin, hem mucizelerinin hem de Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği dinin hakkaniyetine bir başka delildirler.
Kitabımızın birinci cildinde de geçtiği üzere, Muhyiddin İbn Arabî'nin, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bir asır önce yazdığı Şeceretü'n-Numaniye'sinde Osmanlılar'ın tarih sahnesine çıkışından, Şam ve Mısır'ın fethinden, Yavuz Selim'in Şam'a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkacağından, IV. Murad'ın Bağdat seferine çıkıp 41 gün içinde şehri fethedeceğinden ve Sultan Abdülaziz'in, bilek damarlarının makasla kesilerek şehit edileceğinden bahsetmesi; Bitlis'li Müştak Dede'nin 71 sene evvelinden savaşlardan sonra Hicrî 1341 tarihinde Ankara'nın başkent olacağını rümuzlu olarak bildirmesi, velilerin kerametine birer misaldir.
Her mü'minin görebileceği gelecekle alâkalı sâdık rüyalar ve hiss-i kable'l-vukû gibi hâdiseler de Allah'ın insanlara birer ikramıdır.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en birinci ve en büyük mucizesi Kur'ân-ı Kerim'dir.
Şimdiye kadar anlatmaya çalıştığımız hakikatler, O'nun nübüvvetine ve sıdkına açık birer delil olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim de en büyük mucizesi olarak, hem O'nun nübüvvetine hem de Allah Kelâmı olduğuna apaçık bir delil ve en kuvvetli şahittir. Bu konu, ileride derinlemesine ele alınacaktır.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvveti bütün zaman ve mekânlara, bütün insanlara hatta cinler gibi diğer mahlukata da şâmil olduğundan, mucizeleri çok çeşitli olmuştur. Diğer peygamberlerin mucizeleri ise böyle değildir. Her nebi, kendi zamanında en mütearef ve meşhur meselelerle alâkalı mucize göstermiş, meselâ Hz. Musa (aleyhisselâm) zamanında Mısır'da sihir revaçta olduğundan O, bütün sihirleri yutup iptal eden ve bütün sihirbazları dize getiren 'asâ' mucizesiyle; Hz. İsa (aleyhisselâm) zamanında ise tıp revaçta olduğundan ölüleri ihya, onulmaz dertleri iyi etme mucizesiyle; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında ise şiir, belâgat (güzel söz söyleme) el üstünde tutulduğundan ve belki ahir zamanın en tesirli ve güçlü silâhı 'söz söyleme sanatı' olacağından, kendisine en büyük mucize olarak bütün şairleri, hatipleri, edibleri susturan Kur'ân mucizesiyle gelmiş.. ve ayrıca bütün kâinata 'rahmet' olarak gönderildiği[1] için de, her türden mahluk ile alâkalı mucizeler göstermiştir.
Nasıl ki, büyük bir padişah bir yâverini veya elçisini çok çeşitli milletlerin ve kabilelerin bulunduğu bir vilâyete gönderse, orada bulunan her millet, her kabile ve her sınıf kendi milleti, kabilesi, sınıfı adına o elçiyi karşılayıp "Hoşgeldin!" der, ona alkış tutar, şükran ve teşekkürlerini arzeder; aynen öyle de, kâinatın yegâne Sahibi ve Yaratıcısı olan Allah, en büyük yâveri ve elçisi olan Resûl-i Ekrem'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) âleme gönderdiği zaman, O Elçi, insanoğluna bir memur ve meb'ûs olarak geldiği gibi, bütün mahlukata da rahmet olarak gelmiş, dağlar, taşlar, ağaçlar, hayvanlar, güneş, ay, yıldızlar ve bütün hâdiseler abes, boş ve mânâsız görülmekten kurtulmuş, birer mânâ, birer değer kazanmışlardır.
Bu münasebetle de, meleklerden cinlere, insanlara; güneşten ve aydan yıldızlara; sudan yiyeceklere; ağaçlardan taşlara ve dağlara; her cins hayvanata kadar her taife, her sınıf kendi türü adına O'na şükranlarını arz edip, O'nun elinden sâdır olacak mucizelere birer vasıta olmuştur. Böylece, Kâinatın Efendisi'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), doğruluğuna ve peygamberliğine -inkârı mümkün olmayacak şekilde- kâinat çapında şahitlik yapıp, nübüvvetini bütün âleme ilan etmişlerdir. İşte, böyle kâinat çapında mucizeler göstermek, Kâinatın Efendisi olan Nebiler Sultanı'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) hastır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), her ne kadar sayıları bine varan mucizeler göstermiş ise de O'nun her sözü, her hâli, her hareketi harikulâde ve mucize değildir. Allah, O'nu beşer olarak yaratmış, şahsî, ailevî ve içtimaî bütün hallerinde kendi zamanındaki ve sonraki bütün insanlara imam olsun diye vazifelendirmiş ve hem dünyevî, hem de uhrevî saadetlerinde rehber olmasını irade buyurmuştur. İnsanların hepsi aynı seviyede bulunmadığından ve insanlığın büyük ekseriyeti avam olduğundan, eğer her hâl ve hareketi harikulâde olmuş olsaydı, imam, rehber ve mürşid olamazdı.
Bu bakımdan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) daima sebep ve kanunlar dairesi içinde yaşamış, yiyip-içmiş, evlenip çoluk çocuk sahibi olmuş, yara almış, çile ve ızdırap çekmiş; hayatı bütün yönleriyle aksettirmiş ve Allah'ın bütün sanatlarını, tasarruflarını, isimlerinin tecellîlerini gösteren câmî bir ayna olmuştur.
Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) aşağıda misalleriyle göreceğimiz mucizelerinin tamamı her yerde, herkesin her zaman açıkça göreceği şekilde cereyan etmiyor ve umumî olmuyordu. Böyle olmuş olsaydı, o zaman aklın hikmet-i vücudu kalmaz ve insanlar, iradeleri ellerinden alınarak cebren iman etmeye zorlanmış olurlardı. Bunun neticesinde de, kulluk teklifi ve imtihan sırrı ortadan kalkardı. Dolayısıyla, elmas ruhlu Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ile kömür ruhlu Ebû Cehil arasındaki fark bulunmaz ve insanlar iman etmede birbirine müsavî olurdu. Bu sebeple, meselâ Ay'ın ikiye ayrılması gibi büyük ve bâhir bir mucize, gecenin belli vaktinde, kısa bir zaman içinde, az sayıda müşahidin gözleri önünde meydana gelmiş ve neticede hem vak'aya şahit olanlar hem de sonradan gelecekler için iradenin hakkı selbedilmemiş ve aklın kapısı kapanmamıştır.
Mucizelerin çoğunu, yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan bir topluluk nakletmektedir. Bazıları ise, bu seviyede bir cemaat tarafından nakledilmese de, diğer sahabilerin buna itiraz etmemeleri, onlara da âdeta aynı rivayet kuvvetini kazandırmaktadır. Bir yerde gösterilen herhangi bir mucizenin daha başka yerlerde de benzerleri veya aynıları gösterildiğinden, hiçbir mucizeyi mucize olarak inkâra yol yoktur.
Aşağıda bazı misallerini okuyacağınız mucizeler, sıdkına ve nübüvvetine binler şahit bulunan ve bir kısmını yukarıda arz etmeye çalıştığımız Nebiler Sultanına (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait mucizelerdir. Aslında O'nun, hiçbir mucizesi olmasaydı bile bizzat kendisi kendi sıdkına ve nübüvvetine en büyük bir delil ve şahittir...
2. Peygamberimiz'in mucizelerine misaller
Miraç mucizesi
İsrâ sûresi 1. âyette, "Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, (Muhammed) kulunu, Mescid‑i Haram'dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, muhakkak Semî'dir, Basîr'dir."[2]
Necm sûresi âyet 8-11'de ise "Sonra yaklaştı ve sarktı; iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın. (Allah o anda) kuluna vahyedeceğini vahyetti. (Muhammed'in) gözüyle gördüğünü (gönlü) yalanlamadı."[3] buyrularak, Miraç hâdisesine işaret edilmektedir. Ayrıca, hadis kitaplarında bu kudsî yolculuğun teferruatı zikredilmektedir.[4]
Allah, ubûdiyetiyle mahiyetini inkişaf ettiren ve mübarek ruhu gibi cismi de letafet ve ulviyet kesbeden Resûlü'nü, lütfuyla huzuruna almış ve müşâhedesiyle nimetlendirmiştir. Kulluğunun bir semeresi ve neticesi olan Miraç yolculuğunda Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisini çepeçevre saran kanun ve sebepleri aşarak, beşeriyete ait perdeleri geçip uzun mesafeleri bir hamlede kat'etmiş, yıldızları, sistemleri birer merdiven, birer basamak, birer atlama taşı gibi kullanıp, Rabbini görmeye mâni buudları geride bırakmış, cismen ve ruhen vardığı makamdan Cenâb-ı Hakk'ı müşâhede etmiştir. Peygamberlerle selâmlaşmış, melekleri görmüş, Cennet'i ve güzelliklerini, Cehennem'i ve azametini temâşâ etmiştir.
Ümmetine anlatacağı meseleleri ciddî bir itminan ve yakîn içinde anlatsın; gıyaben inandığımız şeyleri müşâhedesi olarak bize intikal ettirsin; hatta Allah'ı görsün ve görmeye dayalı olarak da "vardır" desin; melekûtu, melekleri, Cennet'i, Cehennem'i görsün ve bildirsin diye çıktığı Huzur'dan (celle celâluhu) bir saatine bin yıllık dünya hayatının kâfi gelmediği Cennet'i temâşâ edip ve bir anlığına bin yıllık Cennet hayatının kâfi gelmeyeceği Cemalullah'la müşerref olduktan sonra; Kur'ân'a ait bütün meselelerinin hakikatlerini, temessül keyfiyetlerini, bütün ibadetlerin mânâ ve hikmetlerini anlamak, anlatmak ve risalet vazifesini tamamlayıp, ümmetini karanlıklardan kurtarıp nura çıkarma yolunda, Kendisine her türlü işkencenin yapıldığı bir anda, yeniden yeryüzüne dönmüştür. Dönerken de, mü'minlerin miracı olan namazı da hediye getirmiştir.
Buraya kadar, O'nun yüzlerce mucizesinden sadece numuneler serdetmeye çalıştık. Tafsilâtı selef-i sâlihînin nurlu eserlerinde...
Ay'ın ikiye yarılması mucizesi
Abdullah b. Mesud anlatıyor:
Bir defa biz Mina'da Resûlullah'la (sallallâhu aleyhi ve sellem) birlikte iken, ansızın Ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize: "Şahit olun!" buyurdular.[5]
Yemeklerin bereketlenmesi
Enes b. Mâlik anlatıyor:
Ebû Talha Ümmü Süleym'e dedi ki: Ben Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sesini zayıf işittim, anladım ki O aç. Senin yanında bir şey var mı? Ümmü Süleym:
-Evet dedi ve arpa ekmeğinden bir parça çıkardı. Sonra kendisinin bir başörtüsünü alarak bir kısmına ekmeği sardı. Sonra onu benim elbisemin altına koydu. Bir kısmıyla da beni sardı. Sonra beni Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderdi. Ben ekmeği götürdüm ve Resûlullah'ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescidde otururken buldum. Beraberinde bir cemaat vardı. Başlarında durdum. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Seni Ebû Talha mı gönderdi?" diye sordu.
-Evet dedim.
"Yemek için mi?" dedi.
-Evet, cevabını verdim. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanındakilere:
"Kalkın." dedi ve yürüdü. Ben de önlerinde yürüdüm ve Ebû Talha'ya gelerek haber verdim. Ebû Talha:
-Ey Ümmü Süleym, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) cemaatle geldi. Hâlbuki bizde onları doyuracak bir şey yoktur, dedi. Ümmü Süleym:
-Allah ve Resûlü bilir, cevabını verdi. Derken, Ebû Talha giderek Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna çıktı. Resûlullah da (sallallâhu aleyhi ve sellem) onunla beraber gelerek eve girdiler. Müteakiben Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Neyin varsa getir, ey Ümmü Süleym." dedi. O da bu ekmeği getirdi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) emir buyurarak ekmeği parçalattı. Üzerine de Ümmü Süleym, tulumundan yağ sıkarak onu katıkladı. Sonra bu ekmek hakkında Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah ne dilediyse onu söyledi. Sonra:
"On kişiye izin ver." dedi. Ebû Talha da onlara izin verdi. Yediler ve doydular, sonra çıktılar. Sonra (tekrar):
"On kişiye izin ver." buyurdu. Böylece cemaatin hepsi yediler ve doydular. Bu cemaat yetmiş yahut seksen kişi idi.[6]
Buhârî ve Müslim'deki bir rivayette Abdurrahman b. Ebî Bekr şöyle anlatıyor:
(Bir seferde) Hz. Peygamber Efendimiz'le (sallallâhu aleyhi ve sellem) beraber yüz otuz kişiydik. Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Sizden birinizin yanında yiyecek var mı?" diye sordu. Bir de baktık, bir adamın yanında bir ölçek zâhire veya bunun gibi bir şey bulunuyormuş. Hemen hamur karıldı. Sonra uzun boylu müşrik bir adam bir sürü koyun sürerek (yanımıza) geldi. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona:
"Satılık mı, hediye mi? -yahut hibe mi?- diye sordu.
Adam:
-Hayır, bilakis satılık, dedi. Ve ondan bir koyun satın aldı. Koyun kesildi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ciğerinin kızartılmasını emretti. Allah'a yemin ederim yüz otuz kişiden her birine o koyunun ciğerinden bir parça verdi ve orada bulunmayanların da hissesini ayırdı. Sonra eti iki çanağa koydu. Hepimiz yedik ve doyduk. Kaplardaki yemek (sanki hiç dokunulmamış gibi) duruyordu.[7] Buhârî'nin Cabir b. Abdullah'tan rivayetine göre benzer bir hâdise Hendek Vak'ası sırasında cereyan etmiştir. Bu hâdisede yemek yiyen sahabe sayısı bindir.[8]
Su Mucizeleri
Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabı ile birlikte Zerva'da içinde su bulunan bir kap istedi; avucunu suya koydu. Derken, parmaklarının arasından kaynamaya başladı. Ve bütün ashabı abdest aldılar. Ravi demiş ki: Ben:
-Kaç kişi idiler yâ Ebû Hamza? (Hz. Enes'in künyesi) diye sordum.
-Üç yüz kişi kadardılar, cevabını verdi.[9]
Hudeybiye'de Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) susuzluktan şikâyet olundu. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ok mahfazasından bir ok çıkardı. Sonra onlara bu oku Semed kuyusuna koymalarını emretti. Vallahi o anda kuyunun suyu coşmaya başladı. Suyun bu feveranı ashab oradan dönünceye kadar onları suya kandırmak için devam etti.[10]
Hasta ve yaralıların şifa bulmaları
Buhârî ve Müslim'in naklettiğine göre, Hayber'de Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Ali b. Ebî Talib nerede?" diye sordu. Ashab:
-Yâ Resûlallah! O gözlerinden rahatsızdır, dediler.
"Hemen ona haber gönderin." buyurdu. Ashab hemen Hz. Ali'yi getirdiler.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek tükrüğünü onun gözlerine sürdü ve kendisine dua etti. Hz. Ali, derhal iyileşti. Hatta hiç ağrısı yokmuş gibi oldu...[11]
Osman b. Huneyf anlatıyor:
Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) âmâ bir adam geldi. "Yâ Nebiyyallah! Allah'a gözlerimi açması için dua eder misiniz?" dedi. Resûlullah da:
- "Dilersen senin için bu duayı erteleyeyim; o ahirette senin için daha faziletlidir; ama istersen dua edeyim." Âmâ:
-Allah'a dua edin, dedi. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) güzelce abdest alıp iki rekât namaz kıldıktan sonra, ona öğreteceği duayı okumasını emretti. Âmâ, Resûlullah'ın emrini aynen tatbik etti ve iyileşti.[12]
Hayvanatın Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıması
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicret esnasında Hz. Ebû Bekir'le (radıyallâhu anh) mağaraya sığındıklarında, bir örümcek mağaranın girişini ağı ile kapatmış, Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peşinde olan müşrikler bu örümcek yuvasını görünce, burada insan olsaydı bu ağ bozulurdu diyerek geri dönmüşler.[13]
Cabir b. Abdullah anlatıyor:
-Bir seferde Peygamber'le (sallallâhu aleyhi ve sellem) beraber bulunuyorduk. Derken, benim devem geri kaldı...
Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu dürttü. Deve sıçrayıverdi. Bundan sonra artık Resûl‑i Ekrem'in sözünü işiteyim diye dizginini kasıyor, fakat onu durduramıyordum.[14]
Enes b. Mâlik anlatıyor:
Hayberli bir yahudi kadını Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) zehirli bir koyun getirdi, O da ondan yedi. Daha sonra kadın Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirildi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadına bunun sebebini sordu. Kadın:
-Seni öldürmek istedim, cevabını verdi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da:
"Allah seni bana musallat edecek değildir." dedi.[15]
Ebû Davud'un rivayetinde ise, koyunun, kendi kolunun zehirli olduğunu haber verdiği kaydı bulunmaktadır.[16]
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:
Hücre-i Saadet'te bir kuş vardı; Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) dışarı çıktığı zaman oynaşır, çırpınır, ileri-geri gider gelirdi. Resûlüllah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) içeri girdiğini hissedince sakinleşir; O evde olduğu müddetçe O'nu rahatsız etmemek için hiç yerinden kıpırdamazdı.[17]
Enes b. Mâlik anlatıyor:
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanların en güzeli, en cömerdi ve en cesuru idi. Bir gece Medine halkı gerçekten korktu da birtakım insanlar sesin geldiği tarafa gittiler. Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise dönerken, onlara rastladı. Sesin geldiği tarafa doğru onlardan önce gitmişti. Ebû Talha'nın çıplak bir atına binmiş, kılıç boynunda:
"Korkmayın! Korkmayın!" diyordu. Ebû Talha'ya da "Atını rahvan bulduk." buyurdu. Hâlbuki, bu at hantallığı ile meşhurdu. O günden sonra o at hiç geçilmedi.[18]
Dağların-taşların Peygamberimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehadetleri
Hz. Cabir anlatıyor: Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Ben Mekke'de bir taş bilirim, Peygamber olarak gönderilmezden önce bana selâm veriyordu. Ben onu şimdi de pekâlâ biliyorum." buyurdular.[19]
Abdullah b. Mesud (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Biz, Resûlullah ile beraber yemek yenirken yemeğin tesbihini işitiyorduk."[20]
Müslim, Ebû Hüreyre'den (radıyallâhu anh) rivayet ediyor:
Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha ve Zübeyr (radıyallâhu anhüm) Hira dağının üzerinde bulunuyorlardı. Derken, dağ (sevinç veya mehâbetten) lerzeye geldi. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Sakin ol Hira, senin üzerinde bir Peygamber, bir sıddîk ve şehit bulunmaktadır."[21]
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mucize olarak korunması
Cabir b. Abdullah'ın (radıyallâhu anh) rivayetine göre, Cabir (Zâtü'r-Rika seferinde) Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber Necid tarafına gazâya gitmişti. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu gazâdan döndüğü zaman Cabir de O'nunla beraber dönmüştü. Dönüşte, ağacı çok bir vadide Resûlullah, istirahat için bineğinden inmişti. Sefer halkı da gölgelenmek üzere ağaçlık içine dağılmışlardı. Resûlullah bir semure ağacı altına inerek kılıcını o ağaca asmıştı. Cabir der ki: Biraz uyumuştuk ki, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizi çağırdığını işittik ve hemen yanına geldik. Bir de ne görelim, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında (müşriklerden) bedevi bir arab oturuyor. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) (Bedevinin hâlini anlatarak) buyurdu ki:
"Şu bedevi Arap ben uyurken (gelmiş), kılıcımı alarak kınından çekmiş. Bu sırada hemen uyandım. Kılıç kınından sıyrılmış olarak bunun elinde idi. Bu hâlde iken bedevi bana:
-Şimdi benden korkar mısın? diye sordu. Ben:
-Hayır korkmam dedim. Bedevi:
-Benim tecavüzümden şu anda seni kim koruyabilir? dedi. Ben de:
-Allah korur, dedim. Bu sırada Cibril bunun göğsüne bir yumruk vurmuştu da kılıç elinden düşmüştü. Bunun üzerine Resûlullah kılıcı eline alarak arabiye:
-Şimdi seni benden kim kurtarabilir? buyurdu. Bedevi:
-Hiçbir kimse kurtaramaz, diye cevap verdi.[22]
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Ebû Cehil: (Secdeyi kastederek)
-Muhammed sizin aranızda hâlâ yüzünü toprağa sürtüyor mu? dedi.
Kendisine: Evet, cevabı verildi. Bunun üzerine:
-Lat ve Uzza'ya yemin ederim ki O'nu, bunu yaparken görürsem mutlaka boynuna basacağım. Yahut mutlaka yüzünü toprağa gömeceğim, dedi. Az sonra Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaz kılarken O'nun yanına vardı. Boynuna basmak niyetinde idi. Fakat birdenbire O'nu bırakıp geri döndüğünü ve elleriyle korunduğunu gördüler. Kendisine:
-Sana ne oldu? denildi.
-Gerçekten O'nunla benim aramda ateşten bir hendek, korkunç bir şey ve birtakım kanatlar var, dedi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) de:
"Bana yaklaşmış olsaydı melekler onun birer birer uzuvlarını koparırdı." buyurdular.[23]
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Şüphesiz Allah seni insanlardan koruyacak."[24] âyeti ininceye kadar (Ashabı tarafından) korunuyordu. Bu âyetin nüzulünden sonra Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) 'Ey insanlar, artık dağılın beni Rabbim koruyor.' dedi.[25]
Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarının kabul olması
Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Cuma günü Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hutbe verirken bir adam geldi ve:
-Yâ Resûlallah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yağmur yağmaz oldu. Allah'a dua et de bize yağmur yağdırsın, dedi.
Resûlullah hemen dua etti, derken üzerimize yağmur yağmaya başladı. Öyle ki, az daha evlerimize ulaşamayacaktık. Ondan sonraki cumaya kadar üzerimize hep rahmet yağdı durdu.
Enes dedi ki:
- Öbür cuma, bu adam yahut bir başkası ayağa kalktı ve: Yâ Resûlullah, bu yağmuru, bizden çevirmesi için Allah'a dua et de, bu yağmuru üzerimizden çevirsin, dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Allahım! Etrafımıza (yağdır), üzerimize değil." dedi. Enes dedi ki:
-Yemin olsun, bulutların sağa-sola parçalandıklarını, etraftakiler üzerine yağmur yağarken, Medine ahalisinin yağmur altında olmadıklarını muhakkak görmüşümdür.[26]
Abdullah İbn Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle dua etti:
"Allahım! Şu iki insandan (Ebû Cehil veya Ömer b. Hattab) Senin katında Sana daha sevimli olanıyla İslâm'ı azîz kıl."
Sabahleyin Hz. Ömer, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna çıktı ve müslüman oldu.[27]
Abdullah b. Abbas (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) helâya girmişti. Kendisi için abdest suyu koydum.
"Bunu kim koydu?" diye sordu.
İbn Abbas: "Ben" dedim. Bunun üzerine:
"Allahım, onu dinde fakih kıl." diye dua etti. Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duasının kabul edildiği gün gibi âşikârdır. Çünkü İbn Abbas "Habrü'l-ümme", "Tercümânü'l-Kur'ân" lakaplarıyla meşhur olmuş, genç yaşta Hz. Ömer'in âlimler meclisinde yerini almıştır.[28]
Müsned'de ise, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) duası şu şekildedir: "Allahım, onu dinin ruhuna âşina kıl ve ona tevili öğret."[29]
Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Beni annem, Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdi:
"Yâ Resûlallah! Bu, oğlum Enesciktir. Onu sana getirdim. Sana hizmet eder. Onun için Allah'a dua et." dedi. Bunun üzerine:
"Allah'ım! Bunun malını ve evlâdını çoğalt." diye dua etti.
Enes demiş ki: Vallahi malım pek çoktur. Çocuklarımın ve torunlarımın sayısı ise bugün yüz civarındadır.[30]
Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Bir gün Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ümmü Haram'ın ziyaretine geldi. Teyzem O'na yemek ikram etti. Akabinde Resûlullah bir müddet uyudu. Sonra gülerek uyandı. Ümmü Haram:
-Yâ Resûlallah! Seni güldüren nedir? diye sordu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) :
-"Bana rüyamda birtakım insanlar şu engin deniz üstünde tahtları üzerine kurulmuş hükümdarlar gibi gemilere kurulmuşlar, ihtişamla Allah yolunda deniz harbine giderken gösterildiler de ona gülüyorum." buyurdu.
Ümmü Haram:
-Yâ Resûlallah! Beni de o deniz gâzilerinden kılması için Allah'a dua ediver, dedi.
Resûlullah, Ümmü Haram için dua etti.
(Enes b. Mâlik dedi ki:) Hakikaten Ümmü Haram, Muaviye b. Ebî Süfyan'ın Şam valiliği zamanında ve onun kumandasında tertip edilen bir deniz gazâsında (Kıbrıs) gemiye bindi ve denizden karaya çıktığı zaman bindiği hayvanından düştü ve gazâ yolunda şehit olarak vefat etti.[31]
Meleklerin ve Cinlerin Peygamberimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) görünmeleri ve kendisiyle konuşmaları
Abdullah b. Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Babam Ömer b. Hattab (radıyallâhu anh) dedi ki:
-Bir gün Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında bulunduğumuz sırada aniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor; bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Dizlerini O'nun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu.
Daha sonra Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) islâm, iman, ihsan ve kıyamet hakkında sorular sordu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da sorularına cevap verdi. Sual ve cevap faslından sonra o zat gitti. Ben bir hayli bekledim durdum. Nihayet Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bana:
- "Yâ Ömer! O sual soran zatın kim olduğunu biliyor musun?" dedi.
-Allah ve Resûlü bilir, dedim. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da:
-"O Cibril'di. Size dininizi öğretmeye gelmişti." buyurdular.[32]
Sa'd b. Ebî Vakkas (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Uhud günü Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sağında ve solunda iki adam gördüm. Üzerlerinde beyaz elbiseler vardı. O'nun uğrunda kıyasıya çarpışıyorlardı. Onları ne bundan önce ne de bundan sonra gördüm (Bu iki kişiden kasıt Cibril ve Mikâil'dir (aleyhimesselâm).[33]
Muaz b. Rifâa, Bedir Harbi'ne katılan babası Rifâa b. Râfi'den naklediyor; babası şöyle demiş:
Bedir Harbi sırasında bir ara Cibril (aleyhisselâm), Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldi de:
"İçinizde Bedir'e katılanları nasıl görüyorsunuz?" diye sordu. Resûlullah:
"Biz onları Müslümanların en faziletlilerinden sayarız." dedi. Yahut buna benzer bir söz söyledi. Cibril:
"Biz de, meleklerden Bedir'de hazır bulunanları meleklerin daha faziletlilerinden kabul ederiz." dedi.[34]
Ahmed b. Hanbel Hazretleri Müsned'inde İbn Mesud'dan (radıyallâhu anh) Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Leyletü'l-Cin" hadisinde cinlere Kur'ân-ı Kerim öğrettiğini rivayet ediyor.[35]
Temessülât ve gaybe ait mucizeleri
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:
Bir gün Güneş tutulmuştu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) küsûf namazını kıldıktan sonra şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Güneş ve Ay, Allah'ın âyetlerinden iki âyettir. Sizler bu tutulmayı gördüğünüz zaman açılıncaya kadar namaz kılın. Yemin olsun ki, ben şu küsûf namazı kıldığım yerde bana vaad olunan her şeyi görmüşümdür. Hatta namazda benim ileriye doğru gitmeye başladığımı gördüğünüz vakit de, ben Cennet'ten bir salkım üzüm almak istediğimi görüyorum; ve yine yemin olsun ki, beni geri çekiliyor olduğumu gördüğünüz sırada ben Cehennem'i, bazısı bazısını târumâr ettiğini müşâhede ediyorum."[36]
Abdullah b. Abbas (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki kabrin yanına uğradı ve:
"Dikkat edin. Bunlar, muhakkak azab görüyorlar. Hem de büyük bir şeyden dolayı azab görmüyorlar. Bunlardan biri koğuculuk yapardı, diğeri de bevlinden korunmazdı." buyurdular.[37]
Ağaçların Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehadetleri
Cabir b. Abdullah anlatıyor:
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber yürüyorduk. Nihayet geniş bir vadiye indik. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) kaza-i hacetine gitti. Ben de bir su kabı ile kendisini takip ettim. Derken Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakındı, fakat örtünecek bir şey göremedi. Birden vadinin kenarında iki ağaç gözüne ilişti. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hemen bunlardan birine giderek dallarından bir dal tuttu ve:
"Allah'ın izniyle bana râm ol!" buyurdu. Dal, O'na, sahibine huysuzluk eden burnu gemli deve gibi râm oldu. Öteki ağaca da gitti ve dallardan birini tutarak:
"Allah'ın izniyle bana râm ol!" dedi. O da öteki gibi râm oldu. İkisinin ortasına varınca aralarını kapadı ve:
"Allah'ın izniyle benim üzerime kapanın!" dedi. Hemen kapandılar.[38]
Abdullah b. Ömer'den (radıyallâhu anh):
Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hurma kütüğüne dayanarak hutbe verirdi. Minberi edinince o kütükten ayrıldı. Bu sırada kütük bir inleme sesi çıkardı. Peygamber hemen onun yanına geldi ve elini o kütüğün üzerine koyup sıvazladı. (Böylece inlemesi durdu.)[39]
Ebû Said el-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Bir gün yatsı namazından sonra Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Katade b. Nu'man'a bir değnek verdi. Ona:
"Bu değnek senin on (arşın) önünü ve arkanı aydınlatacak. Evine girdiğin zaman evin köşesinde bir karaltı göreceksin, onun, sana bir şey söylemesine fırsat vermeden hemen ona bir darbe indir." dedi. O da emredileni aynıyla uyguladı.[40]
[1] Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/107.
[2] İsrâ sûresi, 17/1.
[3] Necm sûresi, 53/8-11.
[4] Bkz.: Buhârî, bed'ü'l-halk 6; menâkıbü'l-ensar 41, 42; Müslim, iman 259, 263; Nesâî, salât 1.
[5] Buhârî, menâkıb 27; Müslim, münafikîn 44; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/377.
[6] Buhârî, et'ime 6, 48; eymân 22; Müslim, eşribe 142.
[7] Buhârî, et'ime, 6; hibe 8; Müslim, eşribe, 175.
[8] Buhârî, megâzî 30.
[9] Buhârî, menâkıb 25; Müslim, fezâil 6, 7.
[10] Buhârî, şurût 15.
[11] Buhârî, fedâilü's-sahabe 9; Müslîm, fedâilü's-sahabe 34.
[12] Tirmizî, daavât 119; İbn Mâce, ikâme 189; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/138.
[13] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/348.
[14] Buhârî, nikâh 10, 22; Müslim, müsâkât 112-113.
[15] Müslim, selâm 45.
[16] Ebû Davud, diyât 6.
[17] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/112, 150.
[18] Buhârî, edeb 39; cihad 117; Müslim, fezâil 48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/147.
[19] Müslim, fedâil 2; Dârimi, mukaddime 4.
[20] Buhârî, menâkib 25; Tirmizî, menâkıb 6; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/460; Dârimi, mukaddime 5.
[21] Müslim, fedâilü's-sahabe 50; Tirmizî, menâkıb 18.
[22] Buhârî, cihad 84, 87; megâzî 31, 33; Müslim, fedâil 13.
[23] Müslim, münafıkîn 38.
[24] Mâide sûresi, 5/67.
[25] Hâkim, Müstedrek, 2/313.
[26] Buhârî, istiskâ 7; Müslim, istiskâ 1.
[27] Tirmizi, menâkıb 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/95.
[28] Buhârî, ilim 17; vudû 10; i'tisam 2; Müslim, fezâil 138; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/141-151.
[29] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/266.
[30] Müslim, fedailü's-sahabe 143.
[31] Buhârî, cihad 3; Müslim, imâre 160, 161.
[32] Buhârî, iman 37; tefsir (31) 2; Müslim, iman 1.
[33] Buhârî, megâzî 18; libâs 24; Müslim, fedâil 46-47.
[34] Buhârî, megâzî 11.
[35] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/455.
[36] Buhârî, el-amel fi's-salat 11; Müslim, küsûf 3.
[37] Buhârî, vudû 55, 56; cenâiz 81, 88; edeb 46, 49; Müslim, taharet 111.
[38] Müslim, zühd 74.
[39] Buhârî, menâkıb 25; Tirmizî, menâkıb 6; Nesâî, cuma 17; İbn Mâce, ikâme 199; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/249, 266, 363. Abdullah b. Ömer'in rivayeti için bkz.: Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 2/180.
[40] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/65.
- tarihinde hazırlandı.