Başlarken
İman, İslâm'ı dil ile ikrar kalb ile tasdikten ibarettir. O, sonsuz bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Ancak istenen semereyi ve arzu edilen neticeyi elde edebilmek için, imanın amel ile takviye ve desteklenmesi şarttır.
Amelin, Allah'ı görüyor gibi yapılmasına ise "ihsan" denir.
İman ve ihsan, gözde ziya ve cesette can gibidir. Bu iki temel esasa bağlı olarak farz ve nafilelerin yerine getirilmesi ise, sonsuzluğun semalarına açılmada iki nuranî kanat durumundadır.
Evet, insanı Allah'a yaklaştırma yollarının en emini, en kestirmesi ve en makbulü farzları eda yoludur. Ve gerçek mahbubiyet ve dolayısıyla da "Kurbet/Allah'a yakın olma" ise, sınırlı ve kayıtlı olmayan nafilelerin nâmütenâhî, engin ve vefa tüten ikliminde tahakkuk eder.
Hak yolcusu, her an ayrı bir nafilenin kanatları altında sonsuza uzanan yeni bir koridorda kendini bulur, yeni bir mazhariyete ulaştığını hisseder; farzları edaya daha bir iştihalı ve nafilelere karşı da daha bir iştiyaklı hâle gelir. Bu nokta ve bu mânâya uyanan her ruh, Allah tarafından sevildiğini de duyar.. ve bir kudsî hadiste ifade buyrulduğu gibi, artık onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya "meşîet-i hâssa" dairesinde cereyan etmeye başlar. Bir bakıma "Mârifetullah" da budur. O, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı hâline gelmesi ve (bilenin her hâlinin bilinene) tercüman olması mertebesidir. Mârifeti, vicdanî bilginin zuhur ve inkişafı şeklinde tarif edenler de olmuştur ki, bu zuhur ve inkişaf aynı zamanda insanın kendine has değerlerle zuhur ve inkişafı da sayılır. "Nefsini bilen Rabbi'ni bilir." sözünün bir mahmili de bu olsa gerek.
Mârifetin ilk mertebesi, dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında sıfatların hayret verici ikliminde seyahat etmektir. Bu seyahat esnasında sürekli Hak yolcusunun gözünden, kulağından lisanına nurlar akar; kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar; davranışları Hakk'ı tasdik ve ilân eden birer lisan kesilir ve bu lisan da âdeta bir "kelime-i tayyibe" disketi hâline gelir.. derken her an vicdan ekranına
إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ
"O'na ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da amel-i salih yükseltir."[1] pür-envâr hakikatinden ayrı ayrı ışıklar aksetmeye başlar. Artık böyle bir ruh bütün kötü duygu ve tutkulara karşı kapanır ve böyle bir gönül, öteden esintilerle sarılır; sarılır da, ruhuna açılan bir sırlı menfezden, kalblerde kenzen Bilinene, -"Sığmam dedi Hak arz u semaya/Kenzen bilindi dil mâdeninden." mealiyle anlatılmak istenen
مَا وَسِعَنِي سَمَائِي وَلاَ أَرْضِي وَلكِنْ وَسِعَنِي قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِن
bir müteşâbih beyanda ifade edildiği gibi- ışıktan koridorlar açılır ve insan bir daha da ayrılıp geriye dönmeyi düşünmeyeceği bir temâşâ zevkine erer.
Hak yolcusunun bütün bütün ağyâra kapandığı, tamamıyla nefsanîliğe karşı gerilime geçtiği ve kendini huzurun gel-gitlerine saldığı bu nokta mârifet noktasıdır. Bu nokta etrafında dönüp durana irfan yolcusu, başı bu noktaya ulaşana da "ârif" denir.
Mârifet ikliminde hayat, Cennet bahçelerinde olduğu gibi dupduru ve âsûde; ruh, sonsuza ulaşma duygusuyla hep kanatlı; gönül itminana ermişliğin hazlarıyla bir çocuk gibi pür-neş'e, fakat tedbirli ve temkinlidir.. لاَ يَعْصُونَ اللّٰهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ "Allah'a emrettiği şeylerde isyan bilmez ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler."[2] ikliminde sabahlar-akşamlar ve hep meleklerle atbaşı olurlar. Duyguları tomurcuk tomurcuk mârifete uyanmış bu ruhlar, günde birkaç defa Cennetlerin cuma yamaçlarında seyahat ediyor gibi yaprak yaprak açılır ve her an ayrı bir buudda Dost'la yüz yüze gelir, onunla hemhâl olmanın hazlarına ererler. Gözleri Hak kapısının aralığında olduğu sürece, her gün, belki her saat birkaç defa visalle mest ü mahmur hâle gelir ve her an ayrı bir tecellî ile köpürürler.
Âlim geçinenler, ilimleriyle emekleye dursun, felsefeden dem vuranlar hikmet hecelemeye devam etsin! Ârif nurdan bir menşur içinde hep huzur yudumlar ve huzur mırıldanır. Hatta mehâfet ve mehâbetle sarsıldığı anlarda bile o, sonsuz bir haz duyar ve âdeta gözleri ağlarken kalbi sürekli güler.
Bu müşterek hususiyetlerin yanında, mizaç ve meşrep farklılığıyla bir kısım ayrılıklar da göze çarpar ârifler arasında. Bazıları sessizlik ve derinlikleriyle girdapları andırırken; bazıları çağlayanlar gibi gürül gürüldür. Bazıları bir ömür boyu günahına-sevabına ağlar, ağlar da ne âh u vâhdan ne de Rabbi'ni senâ etmekten doymaz. Ve doymadan göçer-gider bu dünyadan. Bazıları da hep, heybet-hayâ-üns atmosferinde seyahat eder-durur ve bu deryadan ayrılıp sahile ulaşmayı asla düşünmez. Bazıları tıpkı toprak gibidir; gelip geçen herkes basar-geçer başlarına. Bazıları bulut gibidir; salih-talih alır herkesi şemsiyesi altına ve ona damla damla rahmet sunar. Bazıları da hava gibidir; her zaman duygularımız üzerinde bin bir rayiha ile eser-durur.
Mârifet ehlinin kendine göre emareleri de vardır; ârif, Mâruf'tan başkasının teveccüh ve iltifatını beklemez.. O'ndan gayrısıyla halvet olmaz.. göz kapakları ve kalb kapılarını O'ndan başkasına açmaz. Gerçek ârifin, başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayalin girmesi onun için en büyük azaptır. Bu ölçüde mârifete eremeyen yârı-ağyârı tefrik edemez; Yâr'la hemdem olmayan hicrandaki azabı bilemez...
"Yakîn" bir bakıma, mârifetten sonra gelir. O, insanın hayatının her dakikasında, her saniyesinde, salisesinde ve âşiresinde yeni bir ufka açılması, yeni bir deryaya yelken açması demektir. Yakîn bir arayıştır; mütenâhî insanın Nâmütenâhî'yi arayışı... Böyle bir insanın hayatı bütünüyle nuranîdir. Vicdanına durmadan vâridât yağar. Ve o hayatını hep aydınlıklar içinde yaşar. Onun hatırına semavî sofraların biri kalkar biri iner. Sanki, Efendimiz vefat etmemiş, vahiy dinmemiş ve Cibril'in ayağı yerden kesilmemiş gibidir. Ötelerden gelen esintilere o, sinesinin coşkunluğu ile mukabele eder.
Yakîn, inanılması gereken hususlara, aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanmak demektir. İki kere iki matematikçilere göre dört eder. Fakat bunun her zaman kemmiyet plânında, teker teker sayıların aynı seviye, aynı derece ve aynı kıymette olmamaları yönünden tenkidi yapılabilir. İşte yakîn, bu açıdan, her türlü riyazî ölçülerin üstünde bir kesinlik ve netlikle imandır. Zaten, varlığın hemen her yanında tecellî eden güzelliklerde Cemal ve Kemal-i Mutlak sahibi Hz. Allah'ın cemalî ve kemalî tecellîlerine ait çizgileri seyredip "zevk-i ruhanî" noktasına ulaşmak da ancak böyle bir imanla mümkün olur. Yakîni elde eden insan, hep onun Cennet yamaçlarında dolaşır durur. Kalbi, gönlü ve sinesi her an ayrı bir vâridâtla dolar boşalır. O da her an kendini bir başka hisseder ve Rabbini bir başka tanır. Arş bahçesinden demet demet çiçek dermek ve meyve devşirmek işte budur.
Yakîn, mebdei itibarıyla hayra uyanma, müntehası itibarıyla ise itminana ulaşma ve doyma mânâsına gelir. İnsan O'ndan gayri her şeye doyunca, O'na iştahı kalmaz. O'nunla doyunca da başka şeye iştahı kalmaz. Hırsla dünyayı takip edenler O'ndan nasibini alamamış insanlardır. Kalbi Allah'a karşı itminan ile gerilmiş bir insan her şeye karşı fermuarını çekmiş, kapamıştır. Böyle bir kalb tıpkı bir kıblenüma gibi sürekli Hak hoşnutluğunu gösterir ve vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir "Yakîn" mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh, her konakta ayrı bir وَلَكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبِي "İsterim ki kalbim itminana ulaşsın."[3] gerçeğine şahit olur ve her menzilde ayrı bir vâridâtla taltif edilir. Dolaştığı her yerde لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ (Hak dostları için) ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar."[4] nefehâtını duyar. أَلاَّ تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ "(Onların üzerine melekler iner ve derler ki:) Korkmayın! Tasalanmayın, size vaad olunan Cennet'le sevinin!"[5] bişaretini hisseder, أَلاَ بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ "Biliniz ki, kalbler ancak Allah'ın zikriyle huzura erer.."[6] kevserini zevk eder, tabiat ve cismaniyet üstü yaşar.
İtminan, insanın sebepler üstü ve vasıtalar ötesi bulunmasının unvanıdır. Akıl, tabiatüstü seyahatini bu mertebede noktalar.. ruh, bu noktaya ulaşınca dünya kaygılarından kurtulur.. his, bu sihirli konakta bütün aradıklarını bulur ve damla iken derya olur.
İnsanı bu noktaya götüren belli başlı yollar vardır. Bunların en başında da ilim ve tefekkür gelir.
İlim, eşya ve hâdiselerin bize anlattığı, tekvinî emirlerin, önümüze açıp döktüğü şeylerin hissedilmesi, kavranması ve Yaradan'ın yüce maksatlarının sezilmesinden ibarettir. Eşyaya hükmetme mevkiinde yaratılan insan; görecek, okuyacak, sezecek ve öğrenecektir. Öğrendikten sonra da, hâdiselere sözünü geçirme ve onları teshîr etme yolunu araştıracaktır. İşte bu nokta, Yüce Yaratıcı'nın emriyle, eşyanın insana, insanın da kendi Yaradan'ına teslim ve mahkûm olduğu noktadır.
İlim; fizik, kimya, astronomi, tababet ve daha çeşitli dallarıyla insanlığın hizmetinde ve her gün ona yeni yeni armağanlar vermektedir.
Evet, ilim ve teknik insanın hizmetindedir ve ondan korkmak için, ciddî hiçbir sebep de mevcut değildir. Tehlike ilmîlikte ve ilme göre bir dünya kurmada değil; tehlike, cehalette, şuursuzlukta ve mesuliyet yüklenmekten kaçınmaktadır.
Bununla beraber ilim tek başına kaldığında, yani düşünce-tecrübe ve vicdan üçlüsünden tecrid edildiğinde, sapma ve saptırmalara vesile olacağı da kat'iyen göz ardı edilmemelidir.
Evet, zihinler sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri hâline getirildiği, kalbî hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilimden de ilmin yararlı olacağından da bahsedilemez. Aksine, böyle bir iklimde ilim, vahşetlerin buudlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp gitmesine, aldatma ve istismarların "dev" birer âfet hâlini almasına yardımcı olacak ve "hak" karşısında "kuvvet"e omuz verip ona yan çıkacaktır.
Doğrusu şu ki; ilim, insanın maddî-mânevî mutluluğunu hedef alıp, onun bedenî-ruhî problemlerini çözmeye çalıştığı ve insanı gönül-zihin birliğine ulaştırabileceği ölçüde faydalı ise de, bunları yapmadığı veya yapamadığı zamanlarda faydasız, hatta bir ölçüde zararlıdır ve ondan insanlık yararına bir şeyler beklemek de abestir.
Bugünün bütün bütün maddîleşen insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı itibarıyla alâka duymaktadır. Böyle bir anlayış ise onu, her gün biraz daha ahlâkî çöküntü, ruhî bunalım ve düşüncede sığlaşmaya götürmektedir. İşte bu insan tipidir ki, büyük bir kısmı itibarıyla gerçeği araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmamakta, hatta bunları sevmemektedir. Şüphesiz bunda, topluma avam kültürünün hâkim olmasının, ilim adamlarındaki beleşçilik düşüncesinin ve hasbî ruh kıtlığının tesiri çok büyük olmuştur. Ne var ki, ruh insanı, ilham insanı, gönül insanı yetiştirememenin tesiri bundan daha büyüktür. Ortalığı, her şeyi maddede arayan aklı gözüne inmiş karakuraların sardığı bir dönemde, gerçeğin ilminden, ilimde derinleşip buudlaşmaktan bahsetmek mümkün değildir. Aksine, böyle bir atmosferde muhakeme ve tefekkür her gün biraz daha kısırlaşacak, insanlar biraz daha aptallaşacak ve dünyanın her yanı makinelerin komutlarıyla iş yapan insanlarla dolup taşacaktır.
Onun içindir ki, yarınları yeniden inşa etmeyi plânlayanlar, öncelikle ilmin ne olup ne olmadığını, ondan neler beklenebileceğini, onun hedef ve gayelerini çok iyi belirleme mecburiyetindedirler. Yoksa aksaklıklar sürüp gidecek ve ilim de kendinden beklenenleri kat'iyen veremeyecektir.
Tefekkür, istidlâl yoluyla kâinat kitabını didik didik etme demektir. O, karadeliklerin içinden, bir tünelden geçiyor gibi geçip Cennet yamaçlarına ulaşmanın adıdır. Böylece ilmin her yamacı aydınlıklar mesiresi hâline gelir.
Zira eşya ve hâdiselerin mebdeinde Allah vardır ve bütün varlık O'na dayandırılmaktadır.
İnsan belli bir yere kadar bu delil ve istidlâllerle yürür. Onlar insanın elinden tutar ve saray kapısına kadar getirirler. Bir halâyık gibi insana teşrifatçılık yaparlar. Ama saraya gelindiğinde artık onlar kapının ardında kalırlar, içeriye alınmazlar. Zira artık ihsan sırrı zuhur etmiştir. Aranan Gayb bulunmuştur ve vicdan O'ndan gelen sesi duymaktadır. Medlul ile konuşurken delilin orada ne işi var? Ballar Balını bulan kovanın yağmalanmasına aldırış eder mi hiç? Allah (celle celâluhu) cisimden, ârazdan münezzeh ve müberradır. Ancak bu noktada insan sanki bir adım daha atsa kendini O'nun kucağında bulacak gibi olur. Tabiî O, bütün bunlardan münezzehtir. Zaten O, insana şah damarından daha yakın değil mi? Bu sırrın zuhur ettiği yerde, hiç delil veya istidlâlden bahsedilir mi?
Asl'ı bulan vesileyi, hazineyi bulan yolu-izi ne etsin? Yeter ki bu yol inancın zirvesinde ve son kemal noktasında bitsin...
[1] Fâtır sûresi, 35/10.
[2] Tahrim sûresi, 66/6.
[3] Bakara sûresi, 2/260.
[4] Bkz.: Bakara sûresi, 2/62, 112, 262, 274, 277.
[5] Fussılet sûresi, 41/30.
[6] Ra'd sûresi, 13/28.
- tarihinde hazırlandı.