Takvâ Anlayışı
Âyât-ı tekvîniyenin prensiplerine riayet etmenin mükâfatı, büyük ölçüde dünyada ve belli ölçüde de ahirette verilecektir. Fakat şeriat-ı fıtriyenin prensiplerini ihmal etmek, netice itibarıyla yeryüzünde Müslümanların müvazenedeki yerlerine tesir ediyorsa, ahirette de bunun cezası söz konusu olabilir. Bu sebeple bu iki küllî hakikatı doğru anlamak ve tahlil etmek gerekir. Aslında bu iki küllî hakikatın özü takvâ' kavramında gizlidir.
Takvâ ıstılahî mânâda Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O'nun azabından korunma ve rahmetine kavuşma cehdi şeklinde tarif edilmiştir. Her kavramın olduğu gibi elbette ki takvânın da mertebeleri var.. farzları harfiyyen yerine getirip, haramlardan kaçınma onun ilk basamağı şüpheli şeylerden tevakki edip, haramın semtine bile sokulmama gayreti içinde yaşama ise ikinci basamağıdır. Bunlardan birincisine takvâ kapısını tıklatma, ikincisine de takvâ kapısından içeriye girme diyebiliriz. Ardından bir kısım mübahları 'şüphelidir' mülâhazasıyla terk etmek gelir ki, buna da 'azami takvâ' adını verebiliriz.
Şeriat-ı fıtriyeye taalluk eden yönü itibarıyla takvâ Müslümanların, Allah'ın kâinata koymuş olduğu kanunlarını Kur'ân gibi okuyup anlamak ve onları hayata taşımaktan ibarettir. Bu çerçevede Müslümana düşen görev fiziğin, kimyanın, tıbbın, astro-fiziğin, matematiğin kanunlarını hayata geçirmektir. Bunu gerçekleştiremeyen insanlar -isterse Müslüman olsun- cezalarını dünyada çekeceklerdir. Bu yönüyle Hz. Sahip Kıran'ın ifadesiyle, şeriat-ı fıtriyenin prensiplerini ihmal edenler de ceza çekeceklerdir. Biz bu cezayı bir ölçüde sekiz asırdan beri, bir ölçüde beş asırdan beri hem de korkunç bir şekilde çekiyoruz. Çünkü Müslümanlar kâinattan habersiz yaşadıklarından dolayı, dünya müvazenesindeki yerlerini kaybetmiş ve haklarında herkese şunu söyletmişlerdir: 'Eğer Müslümanlık onu temsil edenlerin şu hâliyle bize kendisini anlatıyorsa, ne o Kur'ân'da, ne Sünnet'te ne de Müslümanlıkta hayır yok demektir.'
Evet, Müslümanların kendi inandıkları inanç esaslarına taban tabana zıt ortaya koydukları hareket ve tavırlar, bu dünyada bir kısım kimselerin Müslümanlığa karşı müstenkif kalmalarına sebebiyet vermektedir. Allah'ın, bir mü'minin, ferdî olsa bile kâfirin sultası altında yaşamasına razı olmadığını Kur'ân beyan etmektedir. Ne var ki işte bu hâl ve tavırlar, Müslümanları, topyekün dünyada başkalarının sultası altında yaşamaya mahkum etmiştir.
Netice itibarıyla âyât-ı tekviniyenin prensiplerini bilmemek ve o prensiplere riayet etmeyip onlara karşı alâkasız kalmak, dinin prensiplerine karşı bakış açısını da bulandırmıştır. Dolayısıyla bunun ahirette de cezası vardır. Zira Allah, bu kâinat kitabını abes olarak yaratmamıştır. Kur'ân-ı Kerim, o kitabın tercümesi, peygamberler de o kitabın en müdakkik tercümanlarıdır. Bu iki kitap arasındaki uygunluk ve mütabakat yakalandığı zaman, gerçek Müslümanlık da yakalanmış olacaktır. Bize düşen vazife de 'Kitab-ı kebir-i kâinat'la o kitabın tercüme-i ezeliyesi olan Kur'ân arasında nurdan bir koridor açıp bu iki kitap arasındaki irtibatı bir kere daha ortaya çıkarmaktır.
- tarihinde hazırlandı.