“Kaç İnsanın Kâtilisin?”

“Kaç İnsanın Kâtilisin?”

Soru: Çeşitli sebeplerle aramızdan ayrılan kardeşlerimizle yeniden irtibat kurmanın usûlleri nelerdir? Böyle bir şeye sebep olmanın vebali var mıdır? Ayrılanlara terettüp eden bir mesuliyet var mıdır?

Cevap: Ulemâdan biri birgün kendi kendine şöyle der: “Şimdiye kadar kimbilir kaç insanın kâtili oldun!” Bu sözle o şu mânâyı kastetmiştir: İnsanlar senin huzuruna gelip ders almak istediler. Sen onların karakterlerini, nelere karşı ilgi duyduklarını tespit edemedin. Verilmesi gerektiği şekilde ders veremediğinden, evvelâ senin şahsına, sonra senin şahsında düşünce dünyana küstüler. Sonra da o büyük hakikate sırtlarını çevirip gittiler. İşte bu mânâda kimbilir sen kaç insanın kâtili oldun!

Bu itibarla irşad erlerinden herbiri, hakkı temsil eden birer fert olarak etraflarındaki kimseleri İslâm davasından küstürmemeye dikkat etme mecburiyetindedir. Bu konuda lâzım olan her şeyi yapmalı, gerekirse onların karşısında iki büklüm olmayı göze almalı ve muhataplarını gücendirmemeye çalışmalıdır.

Eğer tavır ve durumumuzu iyi ayarlayamayıp Muhammedî bir ahlâkla hareket etmezsek, bu kudsî daire içinden, küsen ve ayrılan pek çok kişi çıkabilir. İşte bu mânâda, pek çoğumuz itibariyle kim bilir ne kadar insanın kanına girdik.. ne kadar insana kıydık.. nicelerinin izzet-i nefsini rencide etmekle onları haktan uzaklaştırdık. Haktan uzaklaşan bu insanlar daha sonraları içinde bulundukları kusur ve kabahati müdafaa etmeye ve sizdeki meziyetleri de tenkit etmeye başladılar. Evet, bunların hepsi ciddi bir vebaldir. Eğer böyle bir vebalin altına girmişsek Allah bizleri affetsin. Ancak şunu da ifade etmeliyim ki, Rabbime hamd ü sena olsun, en kötü şartlarda bile hak ve hakikat dairesinden ayrılan arkadaşların sayısı çok azdır.

Aramızdan ayrılan arkadaşlar mevzuunda bizim kusurumuz, onları sık sık görüp gözetmeme, kontrol etmeme, kollamamadır. Neticede onlar da heva-yı nefislerine uymuş ve şeytanın peşine takılarak bu daireden peyderpey uzaklaşmış olabilirler. Belki de günah işlemeye başlamış, o günahlarla gayyaya doğru yuvarlanmışlardır. Yaşadıkları yer, zamanla adeta dalâlet kuyusunun dibi olmuş ama bütün bunların farkına bile varmamışlardır. Dünya, onları çeşitli yönleriyle, makamı, malı, serveti, şöhretiyle büyülemiş, gözlerini ve gönüllerini bağlamıştır. Bazıları korkaklıkla, bazıları ırkçılıkla, bazıları da tenperverlikle gemlenmiş ve sadece nefislerini düşünerek egoist hâle gelmişlerdir. Bugün bu şekilde pek çok insan, hak ve hakikatten uzaklaşmış, şeytanın oyuncağı hâline gelmiştir.

Hak ve hakikati bulmak ayrı mesele, onda devam ve sebat etmek ayrı meseledir. Hak ve hakikati bulmak bize de onlara da nasip olmuştur ama bazılarına –çok az dahi olsa– onda devam etmek nasip olmamıştır. Kur’an, bize, “Allah’ım! Hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma!”[1] şeklinde bir dua öğretir. Ümmü Seleme validemizden rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok defa şöyle dua ederlerdi: “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Benim kalbimi dinin üzere sabit kıl!” Hatta onun (radıyallâhu anhâ), “Ya Resûlallah! Bu duayı neden çok yapıyorsunuz?” sorusuna Peygamberimiz şu cevabı vermiştir: “Kalbi, Allah Teâlâ’nın kudret ve tasarrufunda olmayan hiç kimse yoktur. O dilerse hidâyette sabit kılar, isterse kaydırır.”[2]

Kalblerin kayması hususunda insanın azim ve iradesine bağlı sebepler çok küçük olabilir. Bu durum, buzda yürüme gibi bir şeydir, insan dikkatli basmazsa düşebilir. Bu sebeple mü’min, iradesinin hakkını vermeli ve buzlu zeminlerde gezmemeye dikkat etmelidir. Çünkü buralarda gezince düşme ihtimali vardır. Fiillerimizi yaratan Allah’tır (celle celâluhu) ama kulun iradesi, meyli o istikamette olduğu için Allah onun arzusuna bu şekilde cevap verir. Başka bir ifadeyle, kulun içinde küçük bir günah, hata, sürçme, bakma, dokunma, haram lokma yeme gibi fiillerle küfür ve dalâlet yoluna bir teşebbüs ve temayül olursa Allah da kulun bu arzusu istikametinde onun dalâletini veya küfrünü yaratır. Allah, hidâyeti de dalâleti de yaratandır. Fakat Allah’ın, dalâlete ve küfre rızası yoktur. O (celle celâluhu), daima hidâyetten ve imandan hoşnut olur.

Hizmet dairesinden ayrılan arkadaşlar da böyle ayrılmışlardır. Vâkıa böylesi ayrılışlar bize münhasır da değildir. İmam Rabbânî Hazretleri’nin Mektubat’ında, bazı müridlerine karşı ikaz edici mahiyette yazdığı çok ciddi mektuplar vardır. Hazret, o mektuplarda, tanıdıktan, bildikten, öğrendikten, gördükten sonra nasıl ayrılıyorsun, diye hayretini gizleyemediği kimselerden bahseder.[3] Yine bir başka müceddit, kendisinden pek çok ders-i hakikat aldığı hâlde bir zındığın sözüne kanan kişiye karşı hayretlerini ifade eder.

Asıl adı Nehar İbn Unfuve olan Reccâl lâkaplı kişi de Huzur-u Risalet-penahi’de Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) diz dize geldiği zaman daima doluyor, renkten renge giriyordu. Bütün gücünü, kuvvetini, talâkat-i lisaniyesini Efendimiz hesabına kullanıyordu. Senelerce Allah Resûlü’nün huzuruna devam etti. Ancak gün geldi, peygamberlik iddia eden yalancı Müseylime’nin saflarına geçti. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) bu acıklı hâdiseyi şöyle anlatır:

Allah Resûlü’nün huzurunda üç kişi bulunuyorduk: Ben, Reccâl ve Furat İbn Hayyan. Allah Resûlü şöyle buyurdular: “İçinizden birinin azı dişi Cehennem’de Uhud dağı büyüklüğünde olacaktır.”[4] (Yani bu üç kişiden biri korkunç bir cinayet işleyecektir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) cinayetin büyüklüğünü azı dişiyle ifade etmiştir.) Beni öyle bir korku aldı ki, bu korku Yemame harbine kadar devam etti. Furat İbn Hayyan daha evvel şehit olarak ölmüştü; demek ki işaret edilen talihsiz o değildi. Ben kendimden çok korkuyordum. Reccâl’in Yemame’de, Müseylime’nin saflarında Zeyd İbn Hattab’ın kılıcı ile öldürüldüğünü duyunca o kişinin ben olmadığımı anladım ve bunun için Allah’a hamdettim.

Reccâl denen adam Müseylime’nin en büyük müdafii olmuştu. Bu durum Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) abisi Zeyd İbn Hattab’a (radıyallâhu anh) çok dokunmuştu. Hazreti Ömer’den evvel Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna koşup teslim olan Zeyd, Reccâl’in, Efendimiz’i bırakıp da Müseylime gibi bir kezzâbın peşine takılmasını, sonra da Müslümanlarla savaşa girişmesini bir türlü kabullenememişti. Yemame’de gözü hep Reccâl’in üzerindeydi. Fırsatını bulunca da hemen üzerine yürüdü ve hakkından geliverdi. Ancak aynı harpte kendisi de başka biri tarafından şehit edildi.

Reccâl gibi dinden çıkan başka insanlar da vardı. Meselâ bunlardan biri Tuleyha’dır. Ancak daha sonra Rabbim, Tuleyha’nın gözünü açtı ve yeniden İslâm’a girme imkânını bahşetti. Bunlar gibi kadın erkek daha bir kısım kimseler o gün böyle yoldan çıkmışlardı.

Evet, en büyük cazibe-i kudsiyeye sahip olan Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) cazibe-i kudsiyesinden ve daire-i kudsiyesinden dışarıya çıkanlar oluyor da biz kim oluyoruz ki bizden ayrılanlar olmasın! Teklif edilen bir makam karşısında arkadaşlarını terk edip ayrılan kimselerin olduğunu biliyorum. Ama Allah’a (celle celâluhu) hamd ve sena olsun, ilk asırda olduğu gibi, Allah yolunda hizmet dairesinden ayrılıp gidenlerin sayısı daima çok az olmuştur. Rabbimizden niyaz edelim de, bu ayrılmalara biz sebebiyet vermiş olmayalım.

Meselenin bir diğer yönü şudur: Bu insanlar, ayrılma emâreleri gösterdikleri zaman mü’mine düşen, bir Hızır gibi onların imdatlarına koşmak, “Gitme!” deyip ayaklarına kapanmaktır. Bunu sezme çok önemlidir. Ayrılık sinyalleri ilk önce tenkitlerle başlar. Daire içindeki bazı düşünce ve davranışlar eleştirilir. Ondan sonra meselelere karşı bir soğukluk hissedilir. Önce namazlarını aksatmaya başlar, sonra da düşüncelerinde farklılıklar meydana gelir.

Her ayrılış bu şekilde yavaş yavaş başlar. Bir sultanın ifadesiyle; her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır. Eğer o günah tevbe ve istiğfarla çabucak silinmezse, insanın kalbine yerleştirdiği, büyüttüğü ve sonra da onu yutan bir yılan hâline gelir. Ardından da küfür doğar ve nihayet خَتَمَ اللهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ.. “Allah onların kalblerini mühürledi…”[5] sırrı zuhur eder. Bu sebeple böylesi arkadaşlar gözetilip kollanmalı, dertleri dinlenmeli, akıllarındaki sorular mutlaka ikna yoluyla giderilmeye çalışılmalıdır.

Her şeye rağmen ayrılıp gidenler olmuşsa, bundan sonra yapılacak şey irtibatın devam ettirilmesidir. Böylesi arkadaşlar, yaptıklarından dolayı asla kınanmamalı, kusurlu insanlar gibi üzerlerine gidilmemelidir. Onlar bir hata işlemişlerdir; bu hataya ikinci bir hatanın ilâve edilmesine imkân verilmemeli, hatalar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) usulüyle çözülmelidir. Allah Resûlü fertlerin kusur ve kabahatlerini, sanki o hata toplumun hatasıymış gibi, umum toplum içinde ders vermek suretiyle giderirdi. Yani biri bir kusur işlemişse, o şahsı söz konusu etmeden, onu karşısına almadan, perdeyi yırtmadan o kusur ve fenalıkları anlatırdı. Kusurlu şahıs da rencide olmadan toplum içinde dersini alırdı. Efendimiz’in, kabahat işlemiş bir avuç insanın kusurunu nasıl giderdiği mevzuunda Devr-i Risalet-penahiden bir misal arz edeyim:

Mekke fethedilince, madde plânında Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mücadelesi tamamlanmıştı. Bu noktada, Efendimiz’in vazifesi de bitiyordu. O bakımdan ashabına, Cenâb-ı Hakk’ın verdireceği son dersler vardı. İslâm’ın nazil olan son hükümlerini bizzat icra ediyor, tenfiz buyuruyordu. Bu arada Huneyn’den elde edilen ganimetten Mekke’nin ileri gelenlerine büyük paylar vermişti. Ganimet alan kimseler, Akra İbn Hâbis, Ebû Süfyan, Safvan İbn Uyeyne gibi o güne kadar Allah Resûlü’nün en büyük hasmı olarak karşısına çıkmış kimselerdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), fetanet-i uzmâ ve muhteşem bir dimağa sahipti. Orada düşmanlarının dilini tutuyor, İslâm’a karşı kalblerini yumuşatıyordu ki, Kur’an’ın ifadesiyle bunlar “müellefe-i kulûb”dü. Efendimiz’den böylesi bir cemileyi görenler şöyle diyordu: “Vallahi bu zat, olsa olsa peygamber olur. Çünkü başkasının bu kadar cömert olması düşünülemez.”[6]

Akra İbn Hâbis önceleri kaba saba bir insandı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona da mal-mülk vermek suretiyle gönlünü yumuşatmış ve her biri büyük kabilelerin başında olan bu insanları kendi cephesine çekmişti. Onlar da bu sayede ebedî nura, ebedî saadete ermişlerdi.

Öte yandan ganimetlerin bu şekilde taksim edilmesi, Medine’den gelmiş ve daima Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde cansiperâne savaşmış Ensar’dan bazı gençleri biraz rahatsız etmişti. Çocukluktan yeni kurtulmuş bazı delikanlılar arasında şöyle sözler dolaşmaya başladı: “Kendi kavim ve kabilesini buldu. İhtimal ki artık bizimle beraber Medine’ye dönmeyecek. Mücadeleyi yapan biziz O ise ganimeti onlara dağıttı...” Bu sözleri duyan Sa’d İbn Ubâde (radıyallâhu anh) koşa koşa Huzur-u Risalet-penahi’ye gelerek durumu Allah Resûlü’ne anlatır. Bunun üzerine Allah Resûlü, Sa’d’dan bütün Ensar’ı toplamasını ister, ancak oraya Muhacirler’den hiç kimsenin alınmamasını tembih eder.

Evet, o dönemde de kusurlu insanlar vardı ve maalesef burada kusur Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) atfediliyordu. Hâlbuki nebinin davranışlarının kritiği yapılmaz. Nebiye kusur atfediyor mahiyette onun davranışlarını kritiğe tâbi tutmak dalâlettir, inhiraftır. Ashab hakkında böyle bir şey düşünemeyiz. Allah Resûlü, Ensar’ın kalbinden bu düşünceyi silmek için çarçabuk hareket eder ve bir işaretle Ensar da toplanıverir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada, kendisinin onlar için nasıl bir nimet olduğunu hatırlatma sededinde: “Ben geldiğimde siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidâyete erdirmedi mi? Siz fakr u zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?”

Bütün bu sorular karşısında Ensar topluca “Evet, evet, minnet Allah’a ve Resûlü’nedir!” der ve “Şimdi herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Resûlullah’la dönmek istemez misiniz?” hitabını duyunca hepsi gözyaşlarına boğulur. Böylece o fitnenin de önü alınır. Dikkat ederseniz burada kusurlu kişiler öne çıkartılıp da bizzat onlar hırpalanmamış, mesele umuma anlatılmıştır.

Allah Resûlü hamlelerine devam eder: “Eğer Allah beni muhacir yaratmasaydı Ensar’dan biri olmayı arzu ederdim. Eğer bütün insanlık bir vadiye, Ensar bir vadiye gitse, ben Ensar’ın vadisine giderim.”[7]

Evet, görüldüğü gibi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kusurları o kadar rahatlıkla izale ediyor ki, bundan hiç kimse rahatsız olmuyordu. Ancak kusurlular, hayatlarının sonuna kadar nedamet duyuyorlardı.

Öyleyse kusur ve kabahatlerin giderilmesinde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yoluna müracaat etmek lâzımdır. Şayet biz etrafımızı kırıp geçiriyor ve küstürüyorsak, bu durum Muhammedî olamayışımızdan kaynaklanmaktadır. Allah affetsin!

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Allah Resûlü, neden Ensar’dan olan herkesin gelmesini istedi de Muhacirler’in gelmesini özellikle istemedi?

Ensar’ın hepsinin gelmesini istedi zira bu mesele Ensar arasında yayılmıştı. Eğer herkes gelmeseydi, ihtimal ki o söylentiyi çıkaranlardan bazıları dışarıda kalabilirdi. Bu kimseler daha sonra, Efendimiz’in anlatacağı şeyleri başkalarından naklen duysalar bile, sözü lâl ü güher gibi onların gönlünde yer edemez ve o ukdeyi içlerinden atamayabilirlerdi.

Bir de Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir noktada dinleme şerefinden kimse mahrum olmak istemezdi. Allah Resûlü, Ensar’ın pâyesini hepsinin yüzüne bizzat söylecekti. Onun için teker teker her ferdin gelmesini istiyordu. Ve bu öyle bir anlatıştı ki, eğer muhacirlerden üç-beş fert orada olsaydı kendi meziyetlerini unutarak, böyle bir mesele karşısında gıptaya kapılabilirlerdi. Onun için “Muhacirlerden bir fert bulunmasın!” buyurmuşlardı. Çünkü yurdunu yuvasını terk eden, Medine’de Ensar’a ensarlığı kazandıran bir muhacir, kendisini Ensar hakkında anlatılan şeylerden hiçbirine mazhar değilmiş gibi düşünebilir ve gönül koyabilirdi. Bu vak’ayı tarih ve siyer tespit edip ortaya koymuştur. Belki Muhacirlerin çoğu bunu duymamış, farkına bile varmamışlardı. Ensar’ın bu meziyetleri, bizzat Efendimiz tarafından ifade edilmek suretiyle ebediyen onlara mal olmuştur.

Evet, hayatımızda karşımıza çıkacak olan her türlü problemi çözme adına Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatından alacağımız çözüm yolları mutlaka vardır. Bize düşen, hayatımızın her karesinde O’nun hayatını hayatımıza hayat kılmak olmalıdır.


[1]  Âl-i İmrân sûresi, 3/8.

[2]  Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/315; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/168.

[3] Bkz. İmâm Rabbânî, el-Mektûbât, s. 240 (202. Mektup).

[4]  el-Humeydî, el-Müsned 2/495.

[5]  Bakara sûresi, 2/7.

[6]   el-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî 2/854-855; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, 24/114. Ayrıca Bkz. Müslim, fezâil 59; Tirmizî, zekât 30.

[7]  İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye 2/498-500.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.