Bir tabii afette ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir?
Ecel, bir varlığın kendi şartları ve kendi buutları içinde geçireceği sürenin sonu ve o varlığın hayat serencâmesinin bitimi demektir. Sonradan var olan her şey, aslında böyle bir "son" ve "bitim" yazısıyla dünyaya gelir.
Varlığın akıp gidişi içinde, başlangıçla bitimi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Her şey, bir damla gibi er geç toprağın bağrına düşer, erir. Ve bir ırmak gibi er geç akar bir denize karışır.
Bu, hemen bütün varlıkların müşterek alın yazısıdır. Bu yazı ile her varlık gün yüzüne çıkar ve yine bu yazı ile geldiği gibi ayrılır gider.
Başlangıçlar bitimin emâresi; sonradan meydana gelişler, sona erişin esasıdır. Başlangıcı olmayanın sonu da yoktur. Ezelî olandır ki, ancak ebedî olan da O'dur.
Sonradan meydana gelen her şeyin varlığına hükmeden, onu belli bir programla bu âleme gönderen ve her şeyini görüp gözeten bir Yüce Varlıktır ki; bütün bu gelip gitmelerin, doğup-batmaların dışındadır. Olmuş, olacak bütün müddetler ve süreler de, O'nun tasarrufu altındadır.
Bu itibarla da, ne gelmelere ne gitmelere "tabiî" demek doğru olmayacağı gibi, âfetler ve onlara bağlı hâdiselere de "tabiî" demek kat'iyen uygun değildir. Eşyanın varlığa mazhariyeti, haricî bir emir ve irade ile ve aynı zamanda bir vazife çizgisinde cereyan etmektedir.
İnsan, hayvan, nebât ve diğer bütün varlıklar, kendilerine hükmeden bir kudretle gün yüzüne çıkar, teşhir ve âyinedarlık vazifelerini yerine getirir, sonra yerlerini başkalarına bırakarak sahneden silinip giderler.
Bu âlemde, hem doğuşlar, hem de ölüşler birer teşhir, birer imtihan olarak cereyan etmektedir. Her şeyin varlığa erişi, gizli bir Mevcûd'un apaçık delil ve tercümanı olduğu gibi, müddet hitâmında ayrılıp gitmesi de, evveli olmayan O gizli varlığın, ebediyet ve ölümsüzlüğüne delâlet etmektedir. Evet, hiçten ve yoktan varlığa eren biz ve her şey, varlığımızla birinin varlığını; görmemiz, duymamız ve bilmemizle, gören; bir hayat boyu sırtımızda emânet olarak taşıdığımız her şeyi terk edip gitmekle de, bir bir gelip bir bir gidenlere, gidip de gelmeyenlere mukâbil, gaybi olan bir "Bir"i göstermekteyiz. "O, "O"dur ki, hanginiz daha güzel iş yapacağınızın imtihanını vermek için, hayatı ve ölümü yaratmıştır." (Mülk, 67/2)
Gelişin sırrını kavrama, bulunuşun imtihanını verme ve gidişe hazır olma. İşte insan için mühim olan da budur.
Şimdi bu küçük hazırlıktan sonra, mevzûmuz olan "Bir anda ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir?" hususunu ele alalım:
Evet, hepsinin eceli birden gelmiştir. Ve böyle olması için de ciddî ve kayda değer hiçbir mânî yoktur. Varlığı, bütünüyle elinde tutan Yüce Zât, zerrelerden sistemlere kadar her şeyi ve herkesi kendi kaderi içinde birden var ettiği gibi, birden de öldürebilir. Ne ayrı ayrı yerlerde bulunmaları, ne de vasıf ve keyfiyet farklılığı bu mevzûda hiçbir mânî teşkil edemez.
Kudreti Sonsuz'un tasarrufunu göstermek için, tamı tamına o kudreti aksettirecek misal bulamamakla beraber, yine de, O'na ayna olabilecek, bir fikir verebilecek pek çok şeyden bahsetmek mümkündür.
Ezcümle; güneşe yönelen değişik evsâf ve keyfiyetteki varlıklar, herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermeden, ona bakarak hayatlarını sürdürür; onun ziyâsı altında renkten renge girer; onunla en revnaktâr hâle gelir ve onun doğuşu ve batışıyla ölgünleşir; pörsür ve söner giderler. Aynen onun gibi, her şey aynı baharın kucağında döllenir; aynı yazda serpilir gelişir ve aynı sonbaharda hazanla sararır; fakat, hepsinin kaderi ayrı ayrıdır. Hepsi, o geniş ilmin plân ve programıyla, o sonsuz irade ve meşîetin yönlendirmesiyle.. evet, gelişi-güzel ve kendi isteklerine göre değil, o muhteşem Meşiet ve iradenin istediği istikamette varlık gösterir ve mevcudiyetlerini sürdürürler. "O, karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak ve karanlıklar içine gömülen hiçbir dâne yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın." (En'âm, 6/59)
Ağaçların, otların, tohumların, dânelerin hayat ve ölümleri, gelişme ve semereleri bu kadar ciddî takip edilip de, insan gibi en ekmel bir varlık hiç başıboş bırakılır mı? Bir şeyi görmesi diğer şeyi görmesine; bir şeyi işitmesi diğer şeyi işitmesine mâni olmayan kâinatların Yüce Sâhibi, elbette en azîz mahlûku, en değerli san'atı olan insanın her hâline ehemmiyet verecek ve O'nun bir ferdine sâir varlıkların cins ve nev'inin mazhar oldukları şeyleri lûtfederek, âlemlerin fihristi olan insanı hususî olarak ele alacak, hususî iltifatına mazhar edecek, husûsî sevkiyâtıyla da huzurunda şereflendirecektir.
Bu dâvet ve sevkiyât, bazen bir döşekte, bazen bir harp meydanında, bazen de herhangi bir felâket ve âfetle olabilir. Hatta, ayrı ayrı mıntıkalarda, toplu olarak veya teker teker de meydana gelebilir. Yaratıcı'nın insana bakışı zaviyesinden, bunlar, aslâ neticeye tesir etmezler. Her insanın zimâmını elinde bulunduran; her canlıyı istediği kadar hayatta tutup sonra da salıveren sonsuz ilim ve Kudret Sahibi, nezdindeki kitaba göre, belli fert ve kitlelerin ruhlarını kabzetmesi gayet normal ve mâkuldür. Evvelce de temas edildiği gibi, bu, önceden terhîs edilmeleri tespit edilmiş bir askerî birliğin, vakti gelince, en büyük kumandan tarafından tezkere işleminin icrâ edilmesi gibi bir şeydir...
Ayrıca, ruhların kabziyle vazifeli meleğin vazifesinin şümûlüne temas edildiği yerde de belirtildiği gibi, ruhları kabzetme vazifesiyle mükellef o kadar çok melek vardır ki; bir anda binlerce âfetin kol gezdiği her yerde, sâhibinin irade ve takdiri altında, her vefat edenle bir değil birkaç melek görüşebilir ve ellerindeki kitaplara göre, değişik takdirlerle vadesi dolanları istikbâl edebilirler.
Bu türlü âfetler, çok ciddî tetkiklere tâbi tutulduğu zaman, gerçekten de hem bir ilk takdiri, hem de ölenlerin ecellerinin birden geldiğini görmemek mümkün değildir. Bu husustaki enteresan ve hârika hâdiselerin bütününü tespit etmek için ciltler lâzımdır. Üstelik yazılanlar da ciltleri aşacak kadar çoktur. Gün geçmiyor ki, kitaplara mevzû olacak, böyle fevkâlâde hâdiselerden birkaçını matbuatta görmüş olmayalım.
Meselâ, şehirlerin altını üstüne getiren korkunç bir zelzelede, binlerce insanın bütün gayretlere rağmen kurtarılamamalarına mukâbil, zelzeleden günlerce sonra kendini korumadan âciz çocukların, hiçbir zarar ve ziyâna uğramadan toprağın altında istirahat ederken bulunmaları.. hem kanala yuvarlanan bir römork içindeki bütün işçilerin boğulmalarına karşılık, çok ötelerde hiçbir arızaya uğramadan, suyun üzerinde yüzüp duran kundakta bir çocuğun bulunması, hem bir uçak kazasında, en mâhir ve tecrübeli kimselerin kaçamayıp cayır cayır yanmalarının yanında, uçağın düşmesiyle iki yüz metre öteye fırlayan mini mini bir yavrunun hiç arıza almadan kurtulması gibi... yüzlerce hâdise ispat etmektedir ki; hayat da ölüm de kendi kendine olmayıp; aksine, bilen, gören ve idare eden Bir'inin tedbiriyle meydana gelmektedir.
Hayata, birer birer veya toplu olarak gelen her varlık, kütük ve sicil defterlerindeki vazife bitimi ve ecellerine kadar, fıtratın ince sırlarını kavrama, tabiat ötesi gizlilikleri keşfetme, bizleri ve onları gönderen Zât'a ayna ve tercüman olma rnükellefiyetiyle ömürlerini doldurur, parça parça veya toplu olarak terhîs edilirler.
Bu bilme, tespit ve sonra da vefat ettirme; yâni aynı anda ecellerini getirme, her şeyi baştan sona en iyi şekilde bilen Allah (cc) için gayet kolaydır. Kaldı ki, her insanın etrafında bir yığın meleğin bulunduğunu ve bundan başka pek çok, can alan meleklerin de olduğunu, gizli açık her şeyi Bilen'den öğreniyoruz.
Bu bahiste ayrıca, şöyle küçük bir itiraz da vârit olabilir: Bu kabil musîbetlerde, müstahak olanlarla beraber, bir hayli de mâsum telef olup gitmektedir. Acaba buna dair bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Hemen arz edeyim ki, bu istifham da yine, akîde ve tasavvurdaki bir yanlışlıktan doğmaktadır. Eğer hayat, sadece dünyevî hayattan ibaret bulunsaydı ve insanın evvel ve âhir yeri burası olsaydı; belki bu itirazın da mâkul bir yanı ve bir mesnedi olduğu iddia edilebilirdi. Hâlbuki, insan için burası bir ekim yeri, bir gayret sahası ve bir bekleme salonu ise; öteki âlem, bir harman ve hasat yeri, bir bağbozumu, semere zamanı ve nihayet sıkıntılardan kurtulup saadetlere erme yeridir. Bu itibarla da, burada iyinin kötüyle, mücrimin nezihle vefât etmesinde hiçbir gayri tabiîlik yoktur. Bilakis, işin böyle cereyan etmesi en mâkul ve en mantıkî olanıdır. Zira ikinci dirilişte, herkes niyetle davranışlarına göre hususî bir varlığa erecek, ona göre muâmele görecek ve ona göre ya tekdire mâruz kalacak veya lütûfa mazhar olacaklardır.
Hâsılı; ölüm ve ecel, bu dünyada bulunma ve hizmet etme süresinin bitiminden ibarettir. Böyle bir süre, insanın iradesini nefyetmeme çizgisinde, önceden hazırlanmış, tescil edilip kütüklere geçirilmiş bir plân keyfiyetinde olup; ve yine her şeyi bilip gören Zât'ın emir ve fermanıyla, mevsimi geldiğinde infâz edilmesinden başka bir şey değildir. Bunun toplu olmasıyla, münferit olması arasında da, mantıkî hiçbir fark yoktur.
Öyle zannediyorum ki, pek çok meselede olduğu gibi burada da, Yüce Yaratıcı'nın sonsuz ilim, kudret ve iradesini bilememe, inhirafın başlıca sebeplerinden birini teşkil etmektedir. Diğer bir sebep de, eşya ve hâdiselere bakış zaviyesinin yanlışlığıdır. Olup biten şeyler muvâcehesinde, kafalarımızı, hatalı tabiat ve tesadüfler anlayışından sıyıramamış ve gönüllerde tecrîde erememişsek; içimiz zayıf akîdelerle, şeytanî vesveselerin muhârebe meydanı hâline gelecektir.
Bir de gönül dünyamızın fakirliği ve yeterince beslenememesine karşılık -mesnetsiz dahi olsa- her gün kâse kâse şüphe ve tereddütlerin içirilmesi, öyle korkunç bir felâkettir ki; nesillerin istikametinin bozulmasına değil de, hâlâ istikametini muhafazada muvaffak olmalarına hayret edilmelidir.
Ehemmiyetsiz gibi görünen bu kabil meselelerde, haddinden fazla tahşidat yapıldığı iddiâ edilebilir. Ne var ki, imana taalluk eden hususların hiçbirinde biz, böyle bir düşünceye katılmayacağız. Nazarımızda, itikatla alâkalı en küçük mesele, dağlar cesâmetinde ve cihan-pahâdır. Bu itibarla da üzerinde ne kadar titizlikle durulsa, değer ve yerindedir.
Bu hususu nazar-ı itibara alan arkadaşlarımızın sıkılmayacaklarını ve bizi bağışlayacaklarını umarız.
Cesâmet: Büyüklük, irilik
Meşîet: Dileme, isteme
Muvâcehesinde: Karşısında, önünde.
Revnaktâr: Parlak
Serencâme: Başa gelen, baştan geçen hadiseler
Sızıntı, Mart 1981, Cilt 3, Sayı 26
- tarihinde hazırlandı.