Efendimiz'in İltifatları
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashab-ı kirama iltifatları nasıldı? Bu asırdaki Müslümanlara iltifatları var mıdır?
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashab-ı kirama iltifatları nasıldı? Bu asırdaki Müslümanlara iltifatları var mıdır?
Efendimiz'in ümmîliği (okuyup yazmamaları) bütün hayatları müddetince midir? Yoksa اِقْرَأْ "Oku!" âyetinin sırrı ile perdeler kalkarak, kâinatta kimsenin okuyamayacağı sırları okuyan Efendimiz, halkın anladığı mânâda okur yazar olmuşlar mıdır?
Kâbe; mü'minlerin kalbinin müşterek attığı bir mihrâp ve İnsanlar için vaz'edilen ilk ev...' takdîr ve tebcîliyle yüceltilmiş ilk mâbettir. Temeli, yeryüzünde henüz, harcın, taşın, tuğlanın bilinmediği bir dönemde, gökler ötesi âlemlerde plânlandı ve durulardan duru bir Nebî'nin eliyle gerçekleştirildi. Oturduğu zeminin o işe tahsisi, Âdem nebînin yeryüzüne teşrifinden yıllar ve yıllar önce kararlaştırılmıştı. Öyle ki, bir gün melekler Hazreti Âdem'le karşılaştıklarında 'Sen, var edilmeden evvel bizler defaatle Kâbe'yi tavaf ettik.' diyeceklerdir. Tufandan sonra 'Hatırla o zamanı ki, İbrâhim ve İsmâil (a.s) Kâbe'nin temellerini yükseltti ve şöyle dediler: 'Ey Rabbimiz, bizden bu hayırlı işi kabul buyur!' (Bakara, 2/127) ilâhî beyânıyla, peygamberler babası Hazreti İbrâhim ve onun oğlu İsmâil (a.s) dümdüz olmuş Kâbe arsası üzerinde onu yeniden inşâ ettiler.
İnsanlığın İftihar Tablosu'nun doğumu, topyekûn insanlığın da yeniden doğumu sayılır. O'nun dünyayı şereflendireceği güne kadar akın karadan, gecenin gündüzden, gülün de dikenden farkı yoktu; dünya âdetâ umumî bir mâtemhâne, varlık da tıpkı bir kaostu.. O'nun eşyanın yüzüne çaldığı nur sayesinde, zulmet ziyâdan ayrıldı, geceler gündüze kalboldu; kâinat kelime kelime; cümle cümle, fasıl fasıl okunur bir kitap haline geldi.. ve her şey âdetâ yeniden dirildi ve gerçek değerini buldu.
Soru: Kutlu Doğum münasebetiyle gerek Türkiye'de, gerekse yurt dışında Peygamber Efendimiz'i (aleyhi efdalüssalavât ve ekmelüttahiyyât) daha geniş kitlelere duyurma adına neler yapabiliriz? Bu konuda ifrat ve tefrite girmemek için bir kutlama çerçevesi belirlemek mümkün müdür?
Varlığın özü, yaratılışın en anlamlı nüktesi Hazreti Muhammed'dir. O, yaratılış ağacı itibarıyla hem bir ilk hem de son gibidir. Varlık bir şiir gibi O'nun adına nazmedilmiş; vücûdu ise bu manzumenin âdeta en son kelimesi gibidir. O'nun dünyayı şereflendirmesi, insanlığın yeniden doğuşunun remzi; peygamberliği, eşya ve hâdiselerin aydınlanıp gerçek değerleriyle ortaya çıkmasının vesilesi; hicreti, insanlığın kurtuluş yolu; mesajı da, dünya ve âhiret saadetinin köprüsü olmuştur. Mü'min gönüller O'nun sayesinde varlığı bir meşher gibi temâşâ edip değerlendirebilmiş, bir kitap gibi okuyup yorumlayabilmiş ve O'nun aydınlık ikliminde yollar bulup Hakk'a yürüyebilmişlerdir. O'nunla hakikate uyanan ruhlar, sürekli ebediyet soluklar durur.. O'nu sîretinin derinlikleriyle kavrayabilenler, bütün ilimlerin özünü, usâresini elde etmiş sayılırlar.
Allah, varlık ve eşya ile Kendinin tanınıp bilinmesini dilediği gibi, vahyin lisanıyla da, tekvînî ve tenzîlî emirlerinin iç içe mütalâa edilmesini; gözlerden kalbe akan mânâların, kulaklar yolu ile gelip ruhları saran nefehatla desteklenmesini; zât, sıfât ve esmâsı itibarıyla "min haysü hüve hüve" bir ulûhiyet anlayışının ortaya konmasını ve tabiî buna karşılık da kullarının sorumluluklarını, bu sorumlulukları nasıl yerine getireceklerini, yürüdükleri/yürüyecekleri yolun âdâb ve erkânını, varacakları hedefin vaad ettiklerini talim etmek istemiştir. Evet, gayb-ı mutlakla alâkalı konuların dosdoğru bilinmesi vahyi gerektirdiği gibi, vahiy de zarurî olarak peygamberlik müessesesini iktiza etmektedir.
İnsanlık tarihinde iman ve aksiyonu başkaları ile mukayese edilmeyecek ölçüde atbaşı götürebilmiş birisi varsa o da Hazreti Muhammed (aleyhi ekmelüttehâyâ)'dır. O, her zaman aşkın bir inançla Allah'a bağlanmış, bütün benliğiyle O'nun elçisi olduğuna inanmış, O'na tam teslim olmuş; her zaman ciddî bir sorumluluk duygusuyla hareket etmiş; ne inancında, ne davasında, ne yürüdüğü yolun doğruluğunda ne de Allah'ın muvaffak kılacağında hiç mi hiç tereddüt yaşamamıştır; yaşamamış ve hep bir güven abidesi olarak görülüp kabul edilmiştir. Bu itibarla da, O'nu tanıma bahtiyarlığına eren hemen herkes O'na güvenmiş, O'na itimat etmiş ve O'nun arkasında bulunmayı da ilâhî bir mazhariyet saymıştır.
Hakk'ın murad ve kelamına tercüman olma vazifesiyle gönderilmiş bulunan Peygamberimiz (sav), aynı zamanda bir Söz Sultanı'ydı. Bugüne kadar herkesin derecesine göre ve belli ölçüde söylemeye muktedir olduğu bir hayli güzel söz olmuştur ama, Güzeller Güzeli'nin (sav) sözlerinde bir başka derinlik, bir başka lezzet, bir başka halâvet vardır.
Allah Resûlü, mekteb-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmildi. Maddî-ma'nevî yapısının sağlamlığı, duygularının duruluğu, düşüncelerinin rasâneti ve meâliyâta açık vicdanının enginliğiyle, Hakk'ın mesajlarını olduğu gibi almaya, alıp orijinini koruyarak insanlığa aktarmaya müsaid ve müstaid bir fıtratta yaratılmış, özü ve ruh safveti korunmuş, beşerî tâlim ve terbiyenin, tâlim ve terbiyedeki beşerî sistemlerin te'sirine karşı kapalı kalmış; sonra da vahiyle donatılarak insanlığa gönderilmiş olma ma'nâsında, mektep-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmil-i mükemmeldir.
Ravzâ, bize dünyâda bulunmanın rûhunu duyuran biricik binâdır. Bu mübârek binâ ile münasebet ve kalbî alâkalarımız, bizde öyle kudsî heyecanlar hasıl eder ki; onu düşünüp, onun hakkında bir şeyler söylerken, sanki iffetiyle tanıdığımız bir nâmus âbidesini anlatıyor gibi yanlışın en küçüğüne dahi düşmeyelim diye korkar ve tir tir titreriz. Onun aydınlık semtine dehâlet eden her ruh, vicdanının derinliklerinde, Nâbi'nin:
Gördüğüm günden beri ey gül-i rânâ Sen’i,
Gözlerim yollarda ol gözleri elâ Sen’i..
İstemem kalsın artık gönlümde gül arzusu,
Ararım her yerde ey Kâmet-i Bâlâ Sen’i.
Sarmıştı rûhumu köyünün amber kokusu,
Dolaştığım her yerde duymuştum cânâ Sen’i..
Bahçenin içindeki yemyeşil fistanınla,
Gördüm güzeller arasında müstesnâ Sen’i...
Ben bir garib ü âvâre,
Oldu kalbim pâre pâre,
Tutuldum o gülizâre
Arz eyleyin bunu yâre,
Dîvâne etti beni,
Böyle ağlattı beni.
Bilmez oldum sağ u solum,
Yitirmişim doğru yolum;
Gece-gündüz hep melûlum,
Bir bîçâre zayıf kulum..
Dîvâne etti beni,
Böyle ağlattı beni.
Gönül yaslı, gözler çağlar,
Bu hasret sînemi dağlar,
Kederli bahçeler bağlar;
İnliyor âhımla dağlar..
Perişân etti beni,
Böyle ağlattı beni.
Hayâl uçarken mestâne,
Uğradı yol gülistâne,
Ravza namlı bağistâne;
Sığmaz dünyada destâne…
Perişân etti beni,
Böyle ağlattı beni.
Bozup attı her fendimi,
Bilmez oldum ben kendimi;
Nâm u nişânı, erdemi
Mecnûnların budur demi..
Dîvâne etti beni,
Böyle ağlattı beni.
Hadîs, Resûlü Ekrem (as) Efendimiz Hazretlerinin akvâl, ef'âl ve ahvâlini "söz, fiil ve davranışları" bildiren ilimdir. Çokları, sünnetin takrîrî kısmını da ef'âli içinde zikretmişlerdir. Öyle veya bu şekliyle bizim arz etmeyi düşündüğümüz hususu çok alâkadar etmediğinden üzerinde durmayacağız.