"Bir gemiden iniş hikâyesi"

Bir gemiden iniş hikâyesi

28 Şubat’ta fırtınaya tutulanlardandım. Birbiri ardına gelen ezici dalgalarla boğuşurken bir gemi yanaşmış, bizi sahil-i selamete çıkarma sözü vermişti. Kaptanı güven veriyordu, ben de birçok dindar ya da muhafazakâr insan gibi bindim o gemiye. Gemi fırtınalar, dağdağalar arasında yol almaya başladı. Gemidekilerin birçoğu yaralıydı; bir yandan gemiyi devirmeye ve onları azgın denizde boğmaya çalışan düşmanlarla mücadele ediyorlar, bir yandan da yaralarını sarmaya çalışıyorlardı. Ben de onlardan biriydim. Ve o gemi benim için beni hayallerimin Türkiye’sine götürecek yeni bir başlangıcı, adeta Nuh’un gemisini temsil ediyordu.

Kemalist modernleşmenin dışladığı bir kesimden geliyor olmanın verdiği eksiklik, güvensizlik ve dışlanma hislerinden kurtulabileceğim; modernliğin ve dindarlığın şekle indirgenmediği; aşağılık kompleksinden kurtulmuş, kendine güvenen bir Türkiye hayal etmiştim. Allah’tan korkan ve kul hakkına girmenin vebalini bilen insanlar tarafından yönetildiği için yolsuzlukların, banka hortumlamaların olmayacağı bir Türkiye hayal etmiştim. Devleti sahiplenmiş mutlu azınlıkların, yaptıkları hukuksuzluklardan dolayı hesaba çekilebildiği, Osmanlı’nın, padişahı ve sıradan vatandaşı eşit bir şekilde kadı önüne getirebilen dillere destan adaletinin yeniden vücut bulabildiği bir Türkiye hayal etmiştim. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” denilerek içine kapatılmış, geçmişinden ve geçmişine ait coğrafyalardan koparılmış, şahsiyetini yitirmiş, barındırdığı farklılıkları bu korkular ile yok etmeye çalışmış, sindirmiş bir Türkiye’nin sona ermesini ve güvenle, topraklarında yaşayan herkese kucak açan, onlar arasında ayrım gözetmeyen, kimseyi kimseye tehdit olarak göstermeyen bir Türkiye hayal etmiştim.

Gemi’deyken Gezi’yi izlemek nasıl bir şeydi?

Başörtülü olduğum için “cahil, alt sınıf” imalarına, bakışlarına ve ithamlarına maruz kalmadığım, böyle olmadığımı ispat etme ihtiyacı duymadığım, kendimi kentin ve kamusal alanın istenmeyen işgalcisi, ya da en iyi ihtimalle tolere edilen misafiri değil de ev sahibi gibi hissedebildiğim bir Türkiye hayal ettiğim için AK Parti’ye destek vermiştim. 2002 yılına kadar devletin içerisine yerleşmiş ve tabiri caizse kendi bildiklerini okumaya alışmış grupların, bu hayalini kurduğum Türkiye’nin oluşmasına engel olmak amacıyla bulundukları her girişim, bu desteğimi biraz daha artırmıştı. Darbe planları, Cumhuriyet mitingleri, kapatma davası, Ergenekon ve Balyoz davalarının engellenmeye ve altının oyulmaya çalışılması ve bu süreçte sürekli Erdoğan’a Menderes’in başına gelenlerin hatırlatılması ile şekillenen bir zihin, Gezi olaylarının başlangıç sürecini masum ve haklı bulsa da, sonrasında aldığı şekil itibarıyla bundan şüphe duyacak ve hatta irite olacaktı. Gezi’ye önayak olan “ünlü” takımı, öne çıkarılan kitap okuma, piyano çalma görüntüleri, geçmişten bu yana gelen “köylü, cahil, alt tabaka” ithamını hatırlatırken, yine öne çıkan antikapitalist, halkçı, emekçi söylemler “bu dindarlar da çok oldular canım, bizim bile binemediğimiz arabalara biniyorlar, eskiden sadece bizim girdiğimiz mekânlara takılıyorlar” şeklindeki “dindar eşittir fakir olmalı, alt tabaka olmalı” ithamını hatırlatıyordu. Sonra tencere-tava çalmalar ve bunu başörtülü insanların yanından geçerken daha şiddetli bir şekilde yapmalar başlamış, bir yandan da insanlara doğrudan -benim neslimin dizilerden öğrendiği ve 80 darbesine zemin hazırladığını düşündüğü- 70’lerin anarşizmini hatırlatan vandalizm görüntüleri ekranlara yansımaya başlamıştı. Bana göre, Gezi’nin masumiyeti kaybolmuş ve iş, 11 yıldır mücadelesinin verildiğini düşündüğüm eski Türkiye-yeni Türkiye çatışmasına dönmüştü. 11 yıldır önüne çıkarılan engelleri kendisine oy veren halkın desteğiyle ve daha da demokratikleşerek aşan siyasi iktidar, bunu da aynı şekilde aşacaktı.

Ancak 27 Nisan muhtırasındaki cevaba benzemiyordu bu seferki cevap. Ergenekon’da, Balyoz’da, ıslak imzalı bitirme planlarında tamamen mazlum konumunda olan AK Parti, Gezi’de zalim bir portre çiziyordu. Başlangıçta bunu polisin içerisindeki bazı fertlerin işbilmezliğine ve profesyonellik eksiğine yordum. Eylemcilerin çadırlarının yakılması ve Taksim’in biber gazına boğulması aptalca bir hareketti. Sonrasında ise polisin sert müdahalesiyle şiddete sevk edilen eylemcilerin Başbakan tarafından “çapulcu” olarak nitelendirilmesini tamamen haksız olmasa da abartı ve provokatif buldum. Umutlarımı teslim ettiğim partiye karşı elbette ki büyük bir hüsnüzan duyuyordum ve bunun erimesi biraz zaman alıyordu. Hükümetin siyasi anlamda güçlü olmasını istiyordum çünkü ancak bu şekilde sivil ve özgürlükçü bir anayasa yapabilirdi -zira karşısında kendisinin her ak dediğine kara demeyi âdet ve görev edinmiş bir muhalefet vardı. Muhalefetin bu derece etkisiz olduğu bir durumda yeni anayasa için bütün umutlar bu hükümete bağlanmıştı. Bu nedenle Gezi olaylarında hükümetin meşruiyetinin ve ahlakî üstünlüğünün bu derece yıprandığını görmek beni üzmüştü. Nedense hâlâ, 2015 seçimlerinden önce iktidarın yeni anayasa sözünü yerine getireceğine dair umutlarımı koruyordum. Ekim ayında açıklanan Demokratikleşme Paketi ile hükümetin Gezi’den en azından doğru mesajı aldığını düşünmüştüm. Tabii yine yetmezdi ama evet’ti. En azından kamudaki başörtüsü yasağının kaldırılmış olması benim için çok önemliydi. Destekleyegeldiğim parti tökezlese de özgürlüklerin önünü açmak konusunda yoluna devam etmek istiyordu.

Ancak, “dindar nesil yetiştirmek”le başlayıp, kürtaj, sezaryen ve alkol yasağı gibi söylemlerle devam eden bireysel hayata müdahaleler öteden beri beni rahatsız ediyordu. Bunların üstüne bir de Başbakan Erdoğan “kızlı erkekli evler muhafazakâr yapımıza ters” dediğinde “yok artık” noktasına gelmiştim. Beklediğim o özgürlükçü anayasayı bu iradenin yap(a)mayacağı belli olmuştu artık. Sonrasında da zaten Meclis’teki Anayasa Komisyonu’nun sonlandırıldığı ve yeni anayasanın yapılamayacağı açıklaması geldi. Ardından dershaneler kapatılıyor denildi ve bunun için hiçbir makul açıklama getirilemediği gibi, dershaneciliğe 40 yılını vermiş Hizmet Camiası bu uygulamaya karşı çıkıyor diye bizzat Başbakan’ın ağzından inanılması zor bir nefret söylemine maruz bırakıldı.

17 Aralık 2013 sabahı yolsuzluk soruşturması patlak verdiğinde hükümete dair biriktirdiğim o devasa hüsnüzannım çoktan tükenmişti. Bundan sonrası yalnızca ve yalnızca gittikçe artan hayal kırıklığı oldu. En büyük kırgınlığım ve kızgınlığım ise Kabataş iddiasının yalan olduğunun ortaya çıkmasıyla oldu. İddianın detaylarını bilmiyordum, sadece sarhoş bir grup eylemcinin başörtülü bir kadını ve bebeğini hırpaladıklarını ve sonrasında da üzerine pislediklerini okumuştum ve ekranlardan izlediğim vandalizm görüntülerinin etkisiyle biraz abartılmış da olsa inanılır bulmuştum. Şimdi düşünüyorum da, beni o yalana inandıran benim yaralarımdı. Başörtüsü yasağını yaşamış olan bütün kadınların yaralarından yararlanılmıştı aslında.

Bugün artık geriye baktığımda görüyorum ki, Erdoğan’ı 12 yıldır iktidarda tutan, milletini gerçekten çok iyi tanıması ve insanların yaralarından ustaca yararlanması olmuş. Belki de siyasetin kendisi budur, iktidar demek, Foucault’nun dediği gibi temelde bir başkasına istediğini yaptırabilmek ise bunun en etkili yöntemlerinden biri de muhatabını çok iyi tanımak ve onun zaaflarından yararlanarak ona istediklerini yaptırmak olsa gerek. Kerim Balcı, Hizmet Camiası’nın AK Parti’den kopuşunu/koparılışını gemiden inmek metaforuyla tanımlamıştı. Çok güzel bir tanım olmakla birlikte eksikti bence; zira o gemiden yalnızca Cemaat inmedi, başlangıçta o gemiye binen demokrasi özlemlileri ve liberaller de indi/indirildi. AK Parti, Nuh’un gemisi gibi bizi gerçekten cennetâsâ bir yeni Türkiye’ye götürebilecekken, demokrasi ve özgürlük yelkenlerini indirip, gemide de yalnızca kaptana biat edenleri ve devlete eklemlenmiş çıkarcıları bırakmakla bütün o güzel umutları azgın sular altında boğmuş oldu.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.